30 Mayıs 2011

Doğa Cumhuriyeti

Burcu@Abant

.

Şehir köpekleri nasıl yaşarlar bilmem... Burası dağ, dağ başı.... Geceleri karanlık ve sessizdir burası... Hiç bilmediğiniz bir karanlıktır karanlık, ondan korkarsanız korku çoğalır, huzurluysanız huzur büyür içinizde... Hiç bilemediğiniz bir sessizliktir buradaki, gece şakıyan kuşların-çeşmeden akan suyun sesi gecenin derin siyahına karışır...
.
Ben saçları püsküllü, burnu benekli kırma dişi bir çobanım, yani sokak köpeğiyim... 2 erkek köpekle birlikte yaşıyorum. Şurada oturan büyük erkek köpek, kafası ve bedeni hepimizden heybetli, bakışları kayıtsız ve az çok tehlikeli görünen hani... Mesela o, geçenlerde ormandaki keşif yürüyüşümüzde yabani bir domuzla girdiği kavgada, sol bacağını kaybediyordu az kalsın. Eti bacağından sıyrılmıştı. Büyük köpek kavgaya giriştiğinde, biz onun arkasında sadece havlıyorduk. Sesimizin yetebildiği kadar havlıyorduk. Kavgaya bulaşmadık, sakın korktuğumuzu düşünmeyin. Bu; büyük erkeğin kavgasıydı, biz ona havlayarak destek olduk. Çünkü kural böyleydi. Geceyi havlamalarımız doldurdu, domuz yaralandı ve kaçtı. Büyük erkek her zaman olduğu gibi, cesaretiyle grubun lideri olmayı bir kez daha hak kazandı...
.


Grubun bir diğer üyesi de, şurada duran, hepimize göre nispeten küçük olan erkek köpek... Köydeki sarı evin yaramaz çocuğunun ona bir isim taktı. Halis! ve aramızda da ismi öyle kaldı. Halis, yaşı küçük olduğu için hepimizden biraz farklı... Bir kere insan canlısı, iyi niyetli ama kavgaya da çabuk karışabilecek kadar cesur... Bir gün köyün diğer ucunda dolaşırken, o muhitin köpekleri onu bir güzel tartaklamış. Kulağını koparıyorlarmış az daha... Şimdi aldığı ilk yaranın kabuk bağlamasını, savaşçı kişiliğinin ilk madalyası olarak taşıyor kulağında...

.
Ben dişi olan... Dağ başında dişi köpeklerin bile şansı yok. Doğurup durdukları için çiftçiler sahiplenmek istemiyorlar bizi... Ayrıca ne hamile bir köpeği, ne de doğacak çocukları koruyabilecek bir sistem var burada... Bazen bir dişi için sokak sınırlarını aşıp gelen diğer köyün erkek köpekleri, muhitin gerçek sahibi olan çeteyi kızdırıp kavgaya tutuşurlar. Bu sıklıkla olur. Bu hep dişi köpeğin suçu olarak kalır. O yüzden her yerde olduğu gibi, burada bile dişi olmak gerçekten zor...

.
Ben çok küçüktüm... Henüz ne dişiliğimin, ne de burada dişi olarak yaşamanın zorluklarının farkındaydım. Sarı evin sahibi olan mavi gözlü kadın ve gözlüklü eşi beni arabalarının arka koltuğuna bindirip, Ankara’ya getirdiler. Araba yolculuğum, arka koltukta kusarak, uluyarak geçti. İlk kez şehiri, arabayı, kalabalığı, gürültüyü orada gördüm. Neden orada olduğumu bilmeden, doğamdan, hayatım boyunca tek bildiğim yerden çok uzakta olduğumu hissediyordum sadece... Veterinerdeki ilaç kokusunu hatırlıyorum. Kafesin içinde havlayan şımarık minik köpekler, nazlarından geçilmeyen kedilerle beraber bir hafta geçirdim. Büyük erkeği, Halis’i özledim... Sessizliği, karanlığı, özgürlüğümü özledim. Veteriner beni bir gün üst kattaki başka bir odaya aldı. Korkudan havlayamadım bile, kalbim ata ata ürktüm. Neler oldu hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda yine aynı çiş kokulu kalabalık odada sersem gibiydim. Ne nazlanan ve tıslayarak korku saldığını sanan kedilere, ne de benden ebat olarak hayli küçük süs köpeklerinin benden çok çıkarabildikleri havlayışlarına tahammül edebiliyordum. Bu böyle sürdü. Özgürlüğüme, ormana, arkadaşlarıma hiç kavuşamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Gözlerimdeki ürkeklik biraz da o günlerden kalma... Bir gün mavi gözlü kadın ve kocası beni almaya geldi, o zaman yattığım yerden kalkıp umutsuzluğumu biraz olsun silkeleyebildim üstümden... Veterinerden çıkıp, yine o minik arabaya bindirdiler beni... Ben toprağa, otlara, çamura değmeden yol almayı bilmem. Yol uzundu, ben yine huzursuzluk içinde sadece kusuyordum, ta ki bildiğim yol, bildiğim yeşil patikaya sapana kadar... Yattığım koltukta heyecanla dikildim, yol boyunca gözlerim Halis’i ve Koca kafayı aradı. Araba nihayet durduğunda, mavi gözlü kadın kapıyı açtı. O an arabanın arka koltuğundan atlayıp, toprağa değdi patilerim.. Karnımdaki dikiş izinin acısı, içimdeki tüm umutsuzluğu, kendi ormanimda –kendi karanlığımda koşarak, daha çok koşarak arkamda bıraktım. Halis ve Koca kafa yine aynı çeşmenin önünde uzanmış, şekerleme yapıyorlardı. İkisi de beni görünce yerlerinden kalkıp, beni kokladılar. Onlar kokuyordum, hala onlardandım...

.
Sen saçları topuzlu kadın, bu haftasonu sarı eve misafir geldiğinde, önce bizi bildiğin şehir köpekleriyle karıştırdın. Mavi gözlü kadın seni Koca kafanın vahşiliği konusunda uyardı. Halis ise bir parça ekmek için, cüssesinin korkutuculuğuna aldırmadan bahçede sizin yakınınızda durandı. Ben ise o sırada bahçe duvarından sizi izliyordum. Bir parça ekmek verseniz, yanınıza gelebilirdim ama kendimi sevdirmeye hiç niyetli değildim. Halis melül bakışlarıyla mangal keyfinden önce senden bir parça ekmek aldığında, ben daha hareket edip yanınıza gelmeden sen yavaşça yanıma geldin. Sana yüz vermeye niyetli değildim, hayır naz yapmıyordum. Siz insanları sevmiyor da değildim. Evet veterinerde yaşadığım kötü günlerin etkileri vardı üzerimde... Ama biz vahşiydik ve burası Doğa Cumhuriyetiydi, sizin cumhuriyetiniz değildi... Bir parça ekmek, iki okşayışla gönülümüzü aldığınızı sanarak bizi ehlileştirdiniz sanabilirdiniz ama karanlığın-ormanın- tehlikenin içinde ehli kalamazdık. Ekmeği bana çok yaklaşmadan, önüme atıp gülümsedin, birşey demeden ayrıldın. Şaşırdım ama şaşkınlığım ekmeği yememe engel değildi.

.
Gecenin artık iyice çöktüğü, dallarda şakayıkların günün saatini karıştırarak öttüğü bir anda iki kişi evden dışarıya çıktınız. Olduğum yerde doğruldum. Sen ve arkadaşın, doğaya yabancıydınız, ne ile karşılaşabileceğinizi bilemezdiniz ve bulunduğunuz alan bize aitti, siz de bu yüzden bize aittiniz... Karanlık patikada yürümeye başladığınızda sizi bir kaç adım gerinizden izlemeye başladım. Siz durdunuz, ben durdum. Karanlık ürkütmüyordu seni, aksine daha çok yürümek, daha çok korkuyla yüzleşmek istiyordun, hissediyordum. Fakat karşınıza yabani bir domuz, vahşi bir ayı çıkabilirdi. Bu patikanın diğer ucunda bizim bile anlaşamadığımız iki köpekten haberdar değildiniz, zaten gelişinizi hissetmiş olacaklar ki, daha şimdiden ulumaya da başlamışlardı. Geri dönmeye karar verdiniğinizde, benim arkanızda olduğumu gördünüz. Sizi koruyor gibi görünmemek için, ağaçların arasında oyalanır gibi yaptım. Çünkü şehirdeki köpekler bir şekilde size onlar tarafından korunduğunuzu hissettirmiş ve bu sizi onun sahibi yapmıştı. Ben sahipsizdim. Doğaya aittim. Beni gördüğünde, teşekkür ederek yanıma yaklaştığında bir adım geriye kaçmam da o yüzdendi.

.
Karanlık patikadan eve dönüp, elektrikli battaniyelerinizin içinde sıcacık yatağınızda derin uykulara daldığınızda da, biz yine bahçedeydik, Evin içindeyken sizi daha iyi koruyabilirdik. Orası önce bizim bahçemizdi. Bahçe ve içindekiler, toprak, ağaçlar, duvar köşeleri, merdivenler, çiçekler ve yataklarında uyuyan siz, o bahçe önce bizimdi.

.

.

Karanlık gecenin pusu kalktığında, gün ışığıyla tehlike uykuya daldığında ben merdivenlerde yatıyordum. Sen, erken uyanmış, yürüyüşe çıkmaya karar vermiş olmalısın. Dışarıya çıktığında merdivenlerde uyuyan beni farkettin. Sonra da usulca yattığım yerin bir alt basamağındaki merdivene oturmuş oldun. Kalkmak ile durmak arasında kaldım. Sana baktım. Biliyordum gözlerim korku salmıyordu, ürkek bakıyordum. Gözlerini kaçırmadan baktın bana... Elini başıma uzattığında bir an, sadece bir an tereddüt ettin. Çünkü korkmuyordun. Ama benim senden korkmamı istemiyordun. Ellerin başımda gezinmeye başladığı anda, yattığım yerde ellerine teslim oldun. Bizim cumhuriyetimizde, bizden üstünmüşsün gibi değil, bize emanetmiş gibi sevdin başımı... Göz göze geldiğimizde bana teşekkür ettiğini hissettim. Sonra benim gözlerimden karanlıkta geçen ıssız geceleri, orman keşiflerini, tehlikeyi, doğada dişi olmanın zorluğunu, kusa kusa gittiğim şehir maceramı dinledin... Ellerinle dinledin. Yumuşak ve şefkatle, kimin kime ait olduğunu düşünmedi ellerin... Tam beni daha çok sevip, böylesine bir doğada insana alışarak- daha büyük tehlikeye girmemi istemediğini düşündüğün bir anda, elini başımdan çektin. Durduk bir süre... Kısa bir süre... Her misafirin bu saatlerde şehire geri dönüşünün yaklaştığını bilerek, sen gitmeden doymak istedim sevilmeye... Elimi uzattım avucunun içine, sevmeye devam et beni diye... Bir barış imzalamışız gibi, anlamıştık birbirimizi... İkimizde kendi vahşi karanlığımızda savaşlar vermiş, sahiplenmiş, sahiplenilmeye çalışılmış, yabancılaşmış, o hisle bir sürü kusmuş ama sonunda ait olduğumuz yerde hissettiğimiz özgürlüğün ehlileştirilmeyeceğini anlamıştık. Bunu bilerek, el ele doğayı ve onun bize fısıldadıklarını dinledik.
.


Brajeshwari.dd / 30 mayıs 2011/ Abant

.

şu sıra sık sık bunu dinliyorum... tık

18 Mayıs 2011

Doğadaki Son Çocuk



İki aydır, Çocuk Yogası eğitmenlik sertifikamı International Yoga Federation (IYF) onaylı yapmak için tezimi yazmakla meşgulum. Bu tezde, çocuklar için ve derslerimizde yoga ile beraber kullanmak adına okumuş olduğumuz bir kitabın değerlendirmesini de yazmamızı istediler. Ben de bu amaçla "Doğadaki Son Çocuk (Richard Louv)" kitabını okudum ve yazdım. Blogumda da sizlerle kitap hakkında yazdıklarımı paylaşmak istiyorum. Kitabı, sadece konuya ilgi duyabilecek annelerin değil, herkesin okumasını şiddetle tavsiye ederim. Kitabı okuduktan sonra doğa yürüyüşleriniz artarken, onu algılayış biçiminiz gerçekten değişiyor.


......

Bu kitabı kitapçıda ilk gördüğümde, “beni al” diye çağırmıştı. Çocuklarla beraber oynadığımız yoga oyunları içinde bir kez doğa konsepti işlemiştim. Oyunda arının aslında korkutucu olmayan, aksine doğaya yararlı bir hayvan olması işlenirken, arının kanatlarına yapışan polenlerin uçuşarak toprağa yeni tohumlar ektiğinden bahsetmiş, dersin sonunda da biriktirdiğim elma çekirdeklerini çocuklarla beraber saksıya ekmiştik. Çocukların elma çekirdeklerinin büyüyüp, elma ağacı olacağını öğrendiklerindeki hayretleri hala gözümün önünden gitmiyor. Sanırım Doğadaki Son Çocuk kitabı bu yüzden benim ilgimi çeken bir kitap oldu. Kitap bir yandan beni çocukluğumda doğada geçirdiğim o naif zamanlara götürürken, bir yandan da büyüme süreçlerimde doğadan kopmanın kişiliğimde - ruh halimde - hayatı algışayışımda verdiği etkileri anlamamı sağladı. Artık Çocuk yogası derslerimde doğa konusunu daha fazla işliyorum.
.....

Doğa sakinleştirici, öğretici ve bilgedir. Bizler büyüyen, medenileşen(!), sanayisi gelişen toplumlar bu gerçeği unutmaya başladık. Yazar Richard Louv “Çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır” derken, çok önemli bir gerçekten bahsediyor.

Çocukların doğa ile kopuşu, onların sağlıklı bireyler oluşunu etkiliyor. Çünkü zamane çocukları sağlıksız yiyecekler ile obezitenin eşiğinde, teknolojik bağımlılıklarla, evlerinde, arkadaşsız, hareketsiz bir şekilde hayat sürmektedir. Çocukların doğa ile zedelenmiş bir bağı var. Halbuki doğa hem enerjisiyle, hem bir çocuğa sunabileceği bilgiler, onun gözlem yeteneğini geliştirebileceği örneklerle gerçek bir öğretmen... Kitap bu konuda çok güzel örnekler ve bilgiler sunuyor. Doğada oynamanın suç haline gelişinden, doğanın yaratıcılığı nasıl beslediğine, bahçelerin ve ev hayvanlarının sağaltıcı gücünden, şehirlerin nasıl doğallaşacağına ilişkin birçok konu ayrıntılarıyla ele alınıyor. Çocukların doğa deneyimlerinden yoksun kalmasının getirdiği fiziksel, zihinsel, ruhsal ve kültürel sorunları anlatıyor.

Amerikalı bir araştırmacı, bir çocuk kuşağının yalnızca iç mekanlarda yetiştirilmenin de ötesinde, küçük yerlere kapatıldığını öne sürüyor. Maryland Üniversitesi'nde hareketbilim profesörü Jane Clark'ın deyimiyle bu 'kutulanmış çocuklar' giderek daha fazla araba oturaklarında, mama sandalyelerinde ve hatta tv izlemek için yapılmış bebek oturaklarında zaman geçiriyor. Dışarı çıktıklarında genellikle,yine bir çeşit kutu olan pusetlere konuyor ve yürüyen ya da koşu yapan anne babalar tarafından itilerek hareket ettiriliyor. Çocuk kutulama işlemi büyük ölçüde güvenlik amacıyla yapılıyor olsa da çocukların uzun vadedeki sağlıkları riske atılıyor

Kitabın arkasında 'yapabileceğiniz 100 şey' adlı bölümde güzel öneriler bulunuyor. Bu öneriler doğada yapabileceğiniz şeylerin harika bir listesi... Yazar yol gösterici olduğu gibi, sonuç odakli önerileriyle kitabın sadece okunmasını istemeyip, öğrenilenlerin uygulanması için bir harita sunuyor adeta önümüze... Bir cümleyi de burada paylaşmak isterim.:''Kötü hava yoktur, yalnızca yanlış kıyafet vardır.'' Genelleme yapacak olursak havaya çok bağımlı yaşayan bir toplumuz. Hava koşulları bizim gündelik hayatımızı etkileyen bir etken.... Fakat başka milletlerde havanın nasıl olduğu insanların gündelik hayatını bu kadar etkiliyor mudur? Sanmıyorum.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, 20-30 yıl önce yetişkin hastalıkları olarak bilinen obezite, kalp-damar hastalıkları, yüksek kan basıncı gibi sorunlar artık çocuklarımızda da görülebiliyor! Nedeni açık değil mi? Kapalı mekanlardaki etkinliklere kıyasla çocuklar doğada, açık havada fiziksel olarak çok daha aktiftir. Sınıflarında, ders çalışırken, televizyon ve bilgisayar karşısında yalnızca zihinleri çalışan çocuklarımızın bedenlerini de çalıştırmaya ihtiyaçları var! Spor etkinlikleri bu ihtiyaca ancak bir ölçüde cevap verebiliyor. Norveç’te ve İsveç’te yapılan çalışmalar, doğal alanlarda oynayan okul öncesi çocukların, düz zeminli çocuk bahçelerinde oynayanlara göre denge ve çeviklik testlerinde daha başarılı olduklarını ortaya koyuyor! (Louv 2008).

Çünkü doğa çocuklarımızın duyularını güçlendirir!
Zamanlarının önemli bir kısmını televizyon ve bilgisayar başında geçiren çocuk ve gençlerin duyusal gelişimleri nasıl etkileniyor?

Elektronik ortamlar yalnızca görme ve işitme duyularına (genellikle de fazla şiddetli bir tarzda) seslenir. Oysa doğada olağanüstü manzaraları, çiçekleri, yaban hayvanlarını görmekle, kuşların ve böceklerin uyumlu seslerini, rüzgarın uğultusunu duymakla kalmaz; her adım başı farklı bir çiçeği, bir otu koklar, doğal varlıkları dokunarak hisseder, doğanın nimetlerini tadar, bunların ötesinde bir de sezgilerimizi harekete geçiririz.

Çünkü doğanın birçok zihinsel ve ruhsal rahatsızlığı iyileştirme gücü vardır!

Doğayla temasın, başta dikkat eksikliği-hiperaktivite sendromu olmak üzere, çeşitli zihinsel ve ruhsal rahatsızlıklara karşı olumlu etki gösterdiğine yönelik bilimsel kanıtlar giderek artıyor.

Gerçi bunu hareketli çocuklara sahip ana-babalar kendi deneyimlerinden zaten biliyordu; doğru ya da yanlış bir tanıyla “hiperaktif” denilen çocuklarının doğada ya da parklarda gönlünce koşuşturma imkanı bulduğu zamanlarda daha uyumlu, daha sakin olduğunu görüyolardı. Ancak bu gözlemlerin bilimsel araştırmalarca doğrulanması (örneğin Kaplan ve Kaplan 1989, Grahn ve arkadaşları 1997, Wells 2000, Taylor, Kuo ve Sullivan 2001) “doğa terapisi”ni giderek daha güçlü bir psikolojik sağaltım seçeneği haline getiriyor.

Bilimsel araştırmalar, doğanın çocukların yaşadığı travmatik olaylara karşı psikolojik koruma sağladığını, onları avuttuğunu da ortaya koyuyor (Wells 2000).

Doğayla temas halinde olan çocuklarda yalnız hiperaktivite değil, kaygı bozuklukları, depresyon ve uyum sorunları da daha az görülüyor. Bu tür rahatsızlıklarla doğada yapılan aktivitelerin azlığı arasındaki ilişki o kadar açık ki, bu belirtileri doğa yoksunluğu sendromu olarak tanımlayanlar var! (Louv 2008).

Çünkü doğada olmak çocukların özgüvenini artırır!

Çocuklarımız artık ağaca çıkmıyor! Önüne gelen bir doğal bir engeli; geçişini zorlaştıran bir çalıyı, dik bir kayayı, yolunu kesen bir dereyi aşmak için çaba göstermiyor. Yaşamı boyunca bunları hiç yapmamış bir çocuk ya da bir genç bir kez olsun yaptığında iç dünyasında büyük bir değişiklik olur; kendine ve yaşama güveni artar!

Çünkü doğa çocukların okuldaki başarısını ve uyumunu destekler!

American Institutes for Research’ün 2005’te yaptığı bir araştırma, doğa eğitimi programlarına katılan ilkokul öğrencilerinin fen kavramlarını algılamalarının, şiddetsiz iletişim becerilerinin, problem çözme yeteneklerinin, öğrenme isteklerinin önemli oranda arttığını ortaya koydu. Hotchkiss İlkokulu’nda başlatılan deneyime-dayalı çevre eğitimi programı sonucunda, disiplin olayları iki yılda yüzde 90 oranında azaldı! (Louv 2008).

Çünkü doğa çocuklarımızın yaratıcılığını geliştirir!

Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar, televizyon ve bilgisayar gibi elektronik ortamların tersine, doğadaki etkinliklerin ve serbest oyunların çocukların yaratıcılıklarını geliştirdiğini gösteriyor (Chawla 2002).

Artık çocuğumuzun hayallere dalmasına bile izin vermiyoruz! Eskiden anlatılan masallarla bizler mitolojiyi, fantastik hikayeleri kendi beynimizde, hayallerimizde, gönlümüzce yaşardık. Yeri gelir kahraman olur, yeri gelir doğaüstü güçlere sahip olarak hayatlar kurtarırdık. Peki ya şimdi…! Şimdi Harry Potter tarzı fantastik kurgu filmler çıktı ve hayal kurmamıza gerek kalmadı; artık hayallerimizin filmlerini yapıyorlar. Oysa bizler batı ve doğu mitolojilerinin doğduğu anavatanda yaşıyoruz ama ne bunun farkındayız, ne de bir nebze bile olsa bunları çocuklarımıza yaşatabiliyoruz.

Çünkü doğanın da çocuklara ihtiyacı var!


Doğa koruma konusunda öncü görevler üstlenen kişilerin çocukluk yıllarında doğayla yakın temas içinde olduğu ortaya çıkmıştır (Wells ve Lekies 2006). Demek ki gezegenin doğal mirasını koruyabilmemiz için çocuklarımızın doğayla ilişkisini onarmamız şarttır! Daha basit ifade edelim: Şimdi çocuklarımıza doğa sevgisini kazandıramazsak, yarın doğayı kim koruyacak?
Kitaptan alıntılar...

”Doğa; yüce, hırçın ve güzel doğa, sokağın, güvenlikli sitelerin ya da bilgisayar oyunlarının sağlayamayacağı bir şey sunar. Doğa çocuklara kendilerinden çok daha büyük olan bir şey; sonsuzluğu ve sonrasızlığı kolayca tasavvur edebilecekleri bir çevre verir. Bir çocuk, az bulunur açık bir Brooklyn gecesinde bir çatının üstünden yıldızları görerek sonsuzluğu algılayabilir. Doğal bir çevre bir çocuğun üzerinde hem etki gösterir, onu doğrudan ve çabucak insanın evriminin yapıtaşlarına götürür: toprak, su, hava, büyüklü küçüklü diğer akraba formları. Bu deneyimden yoksun kalırsak ‘’yaşamlarımızın bağlı olduğu büyük örgüyü unuturuz’’ diyor Chawla..

‘‘Dikkatin kendiliğinden harekete geçtiği bir ortam bulunabilirse yönetilen dikkatin dinlenmesine olanak sağlanır. Bu da cazibesi güçlü olan bir ortam demektir.’’Doğadaki cazibe etkeni sağaltıcı bir etkiye sahiptir ve yönetilen dikkat yorgunluğunun giderilmesine yardımcı olur. Kaplan’lara göre doğa, bu tür sağaltıcı yöntemler arasında en etkili olanı olabilir.

”Doğayı ve doğal oyunu çocuktan esirgemek ondan oksijeni esirgemek gibidir.”

Çocuklarımız artık ne kendi dolaysız deneyimlerinden Doğa’nın Büyük Kitabı’nı okumayı, ne de gezegenin mevsimsel dönüşümleriyle yaratıcı şekilde etkileşime girmeyi öğrenirler. Kullandıkları suyun nereden geldiğini ve nereye gittiğini pek azı biliyor. İnsani kutlamalarımız göklerin büyük ayiniyle uyumlu değil artık.” WENDELL BERRY
“Carlos geçen haftalarda bitki ve hayvanları yakından incelemişti, şimdide bunları defterine çiziyordu. Diğer öğrencilerle birlikte bir doru vaşağın avını sessizce izleyip avlanmasını görmüş,rahatsız edilen bir çıngıraklı yılanın yuvasından gelen ani vınlama sesini duymuş ve daha yüksek bir müziğin ritmini hissetmişlerdi.’’ Buraya geldiğinde nefes alabiliyorum’’ diyor Carlos.’’ Burada varlıkları duyabiliyorsun. Şehirde her şey apaçık. Burada ne kadar yakından bakarsan o kadar çok şey görüyorsun.”

Doğanın sessiz bilgeliği, şehir görüntüleri gibi her yerdeki ilan tabelaları ve reklamlarla sizi aldatmaya çalışmaz. Sizi herhangi bir örneğe uymak zorundaymışsınız gibi hissettirmez. Sadece oradadır ve herkesi kabul eder..! ”

”Biz bir U dönüşü ile şu ikisi arasındaki dengeyi yeniden bulan kuşak olabiliriz: sanal gerçeklik ve bütün yaşamı destekleyen şey, yani Doğa.”
___________
bu iletiye ancak bu şarkı yakışırdı.
DOĞA için çalıyorlar...


13 Mayıs 2011

Hayatla DaNS


Günlerdir bazen boş sayfalara bakıp, bazen de yarım kalmış sözcüklerimi zamanı değilmiş diyerek tamamlamadan uykuya yatırıyorum. İstanbul serüvenim, Ankaraya geri dönerek sürüyor. Hiçbir şey bitmiyor. Herşey birbirine bağlı... Şehirler, hayatlar, yaşamlar, dostluklar, ayrılıklar.... Gitmek, ayrılmak, kaybetmek, sonlandırmak kelimelerinin anlamı dışında- onlara yüklenen enerjilerden kurtulmak lazım... Bazen “nokta” diye tanımladığımız her nokta, büyük bir harfle başlayacak yeni bir cümleyi doğuruyor içinde... Her gün noktalar koyuyoruz cümlelerimize... Hikayemiz sürüyor... Biz istesekte istemesekte...sürer gider... Sürdürmeye bile gayret etmemeyi öğreniyorum. Arkama baktığımda büyümelerimi, önüme baktığımda yolculuğun sonsuz olasılıklarını görüyorum şimdi...

İstanbulda son katıldığım nefes workshopında, çocuk yogasi derslerimde çocuklarla beraber dans ederken yaşadığım özgürlük duygusunu hissettim. O gün, bu duygunun hep içimde varolmasını diledim. Öylesine ki, bedenlerimiz zihnimizden, yaşamlarımızdan yansıyan tıkanıklıkların izlerini taşıyor. Dans eden insanların kendinden geçtiği anın içinde hiç birşey düşünmediğini görebilirsiniz. Ne zaman ezbere hareket ve tempo tutuşlar başlıyor, işte o zaman dışarıdan iyi görünme kaygısı başlıyor. Ne zaman düşünce akıla takılıyor, dans duraklıyor.

Dans ederken kollarınızı mı kaldıramıyorsunuz, daha çok sarılmalı sevdiklerinize... veya kollarınızı siz açmalısınız öncelikle... Ayaklarınız mı hareket etme konusunda tutuk, o zaman daha akışa bırakmalınız hayatı- her adım risk değildir. Kalçalarınız- beliniz kütük, çalkalanmıyor mu? Cinsel kimliğinizle barış imzalamalı- hayata varlığınızla güven duymalısınız.

Tüm bunları nasıl yapacağız... Sadece ritme bırakarak.... Ritm- vucudun hangi şekle-forma-harekete girmesi gerektiğidir sadece... Bir formülü yoktur. Dinlediğiniz tempoyu kalpten hissettiğiniz ve o tempoya hizalanarak kendinizi bırakabildiğiniz zaman dans edersiniz. Kim ne diyor, kim nasıl dansediyor, hangi figürü attıyor umrunuzda olmaz... Hayat gerçekten böyle bir şey... Akışa bırakmak kendini...

Artık sizin dışınızda dansedenlere, kendi bedeninizin yaptığı figürlere bakmayıp, kendinizden geçerek, temponun içinde akmaya başladığınızda gözlerinizi kapatmak isteyip, gökyüzüne çevirdiğinizde yüzünüzü bir varoluş ipliğine bağlanır sanki ruh.... özgürlük akar içinize...

Aile yogası dersimde çocuklarla sırayla dansediyorduk. Grubunun önüne geçen kendi figürleriyle duvara kadar yürüyor, geride kalanlarda onu taklit ediyordu. Çocukların hiçbiri taklit edilemedi. Sırası gelen anne-babalar ördek gibi yürüdü, dansöz gibi kıvırdı. Onları taklit ettik. Sonra çocukları öykündük. Onlar gibi, çocuk olduk, kendimizi ve bedenlerimizi yuvarladık ritmin içine...

Bol bol dansedin. Hayatla dansınız kolaylaşır..

Bol bol kendinizden geçin...
Kendinizden, kendim dediginizden vazgeçin...

Sadece bir iplik kalır geriye...
Kendiniz koparken, gerçek bağlanır yüreğinize...
Özgürlük, mutluluk, çoşku dolar...
Beden-kalple bağlanır ritmin kendisine...
...
Şimdi muziği açın ve salınarak gözlerinizi kapatıp, kendinizi hayata bırakın.....
.
.
.
Brajeshwari / 12.5.2011 / Ankara


ZAZ - Je veux


Şarkının türkçe çevirisiyle sözleri

ritz'de bir suit oda versen bana, istemem
chanel'den mücevher, istemem
bir limuzin versen bana, ne yaparım onunla ki?
uşaklar teklif etsen bana, ne yaparım onlarla?
neufchatel'de bir malikane, bana göre değil
eiffel kulesini teklif etsen, ne yaparım onunla?

aşk isterim, eğlence, iyi huy
beni mutlu edecek olan paran değildir
ölürken kalbimde bir el olsun istiyorum
haydi birleşelim, özgürlüğü keşfedelim
tüm önyargını unut
buyur benim gerçekliğime

iyi görgünden sıkıldım, bana çok fazla
ben ellerimle yerim, ben böyleyim
yüksek sesle konuşurum, dolaysızım
ikiyüzlülüğe son verelim, ben kurtuldum
çifte konuşmalardan yoruldum
bana bir bak, sana kızgın bile değilim, sadece ben böyleyim

aşk isterim, eğlence, iyi huy
beni mutlu edecek olan paran değildir
ölürken kalbimde bir el olsun istiyorum
haydi birleşelim, özgürlüğü keşfedelim
tüm önyargını unut
buyur benim gerçekliğime