12 Eylül 2007

Yansıma ve Yanılsama

Bu yazı aşağıda linkini verdiğim şarkı eşliğinde çıktığı için paylaşmak istedim..


hayata karşı duruşlarım
içimdekilerin yansımalarıdır oysa
herkes gibi
illa sözlerle anlat diyorsan
sen hayatın neresindesin diye
hayat benden farklı birşey değil ki
anlatayım sana tutunduğum köşesini ...

içimdeki topraklarda yetişen
aslında yaşadığıma dairdir..
ektiğim ne ise
biçtiğim ve beslendiğim...

Eğer bir çiçek ekmişsem
Kokusuyla beslenirim...

hayatın neresi varsa
kaçırdığım
yetişmeye çalıştığım
aslında hepsi illüzyondur..

hayat benim içimden akar
ben
hayatın içinden geçerim..

her yanılsama gibi
gördüğümün sadece kendi aksim olduğunu
düşündüğümde
içimdeki nehirler durur
dinler
kendi yansımamın
göremediğim gölgesini..

gölgeler korkutur ya insanı
korktuğum
görmeye alışkın olduğum suretimdir...
asıl görmeye çalıştığımda
kendi gölgelerim..

içimde nehirler akar
ben hayatın içinden geçerim

sen hayatin neresindesin diye sorarsan
hayat benden farkli birsey degil ki
tutundugum kosesinden
anlatayım sana
yanılsama da görünen süretimi
yada içimde ki yansıma da
sureti olmayan
gölgelerimi...

Burcu / Brajeshwari

ay carpmasi tuttu beni..

Sevgili Brajabanita’nın 28 Ağustos ay tutulması maili üzerine, kendimdeki ve hayatımdaki değişimleri düşünmeye başladım eve gelirken.. İnternetten bakarken bildiklerim dışında da çok şey öğrendim..Bilimsel yazılara da dayanarak, bu yazıyı yazmış oldum. Sizinle de paylaşmak istedim. Astrolojiyi seviyorum...

"Güneş ışınını düşünün. Yakında olduğunu söyleyebilirsiniz, ama bir dünyadan öbür dünyaya onun peşine düşerseniz, onu asla yakalayamazsınız. Uzak olduğunu söyleyebilirsiniz, ama tam gözünüzün önündedir. Onu kovalarsanız, o sizi atlatır. Ondan kaçarsanız, o her zaman oradadır. Bu örnekten, her şeyin asıl doğasının nasıl olduğunu anlayabilirsiniz. " Huang-Po
*
28 Ağustosta Tam ay tutulması gerçekleşiyor. Evren böyle bir olaya şahit olurken, bizlerde bu tutulmadan nasibini alacağız. Türkiye’de gündüz vakitlerinde gerçekleşen ay tutulmasını malasef izleyemeyeceğiz.. Gelecek 2011 Haziran ayında gerçekleşecek ay tutulmasına belki... Ama içimizde olanları izleme şansına sahibiz..İzliyor muyuz? Ya da hissettiklerinizi ay tutulmasına bağlıyor musunuz bilmiyorum..İnanır mısınız ya da..Ben yine de yazıyorum..
*
Geçmişe bakılırsa, atalarımız her şeyin değiştiği, hareket ettiği bu dünyada kendilerine değişmeyen, referans olarak alabilecekleri bir takım dayanak noktaları aramışlar. Çünkü varlıklarını sürdürebilmenin yegane şartının bulundukları yere uyum sağlamalarına bağlı olduğunu düşünmüşler. Bu noktada en rahat izleyebildikleri Güneş ve Ay onlar için bir kaynak olmuş. Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine göre yaşamlarını düzenlemek isteyen toplumlar onların hareketlerinin düzenli kayıtlarını tutarak bu hareketlere göre düzenlenmiş takvimler hazırlamışlar. Buraya kadar her şey güzel, fakat gökyüzünde arada sırada gerçekleşen bir olay var ki, bu zaman zaman tarihin akışını değiştirecek olaylara bile sebep olmuş: Tutulmalar. Artık günümüzde ilkokulda öğrenmeye başladığımız tutulmaların eski çağlarda toplum üzerinde çok korkulan bir etkisi varmış. Yakın tarihimize kadar böyle zamanlarda kurbanlar kesilir ve dualar edilirmiş. Eski çağlarda ve tarihin değişik dönemlerinde tutulmaların bilgisine sahip olan rahiplerin, kralların veya kötü niyetli kişilerin bu bilgilerini halk üzerindeki güçlerini pekiştirmek veya kendilerine çıkar sağlamak amacıyla bir fırsat gibi kullandıkları da olmuş..
*
Ve gelelim tutulmaların bize etkilerine... Astrolojik olarak etkilerine... Güneş tutulmasına değil, yakın tarihte gerçekleşecek olan Ay tutulmasının bize etkilerine ve nedenlerine...
*
Tam ay tutulmaları Astrolojik olarak burçları ve bizi hayli etkiliyor aslında...Bu etki tutulmanın olduğu tarihin bir önü bir sonu da olabiliyor, 6 aylık evre halinde de hayatımıza yansıyabiliyor..Ne feci !!
*
Ay tutulması, dolunay halindeki ay’ın üzerine dünya’nın gölgesinin düşmesi ile Ay’ın kararması anlamına geliyor.. Ya da güneş tutması ve ayı gölgede bırakması da denebilir buna belki de... Güneş ve Ay, ( Gece ve gündüz) hayatımızı çok etkiliyor aslında.. Güneş hayatımızın eril yanlarını ( bireyliğimizi ) / Ay işe dişil yanlarını (kişiliğimizi) etkiliyor. Güneş’le ilişkilendirilen bireyliği tanımlamanın en iyi yolu onu ruhumuzun “özü” veya varlığımızın çekirdeği olarak düşünmek... O bir ömür boyunca insanlığımızı geliştirirken bütün aktif ifademizin arkasındaki dürtücü gücü temsil ediyor. Ay’ın “kişiliğimizi” temsil ettiği söylüyorlar. Ama bu aslında, çok belirsiz bir ifade. Okuduğum yazıların ışığında, Ay’ın en azından bu yaşamımızda yanımızda getirdiğimiz “geçmiş” duygusunu temsil ettiğini söylemeyi tercih ediyorum. Ay bu tür bir geçmişte (değişik geçmiş yaşamlarda) hassasiyetle geliştirdiğimiz karakter özelliklerini temsil ediyor demek daha uygun.. . Bunlar şimdi, bu yaşamda içgüdüsel biçimde bizim lehimize çalışan yaşam tecrübeleri.. . Bunlar bizim için koruyucu, hatta bazen savunucu, gibi davranan doğuştan gelen, kökleşmiş niteliklerimiz..
*
Diğer bir dişil enerji açıklaması ise, Ay tarafından en belirgin şekilde temsil edilen insan fonksiyonu "annelik"... “Annelik “ kavramını da içine katarak dişil enerji nedir peki...? Yaptığımız annelik ve bize yapılan annelik. Bu ikisinin birbirlerinden ayrılması çok zor aslında.. Bu fonksiyon için daha az cinsiyet ayrımcılığı yapan kelime ise "besleyici olmaktır" -neticede ilgiyi, bakımı ve sevgiyi annelerimiz kadar babalarımızdan ve başkalarından da görebiliriz. Ay bizim diğer insanları ne kadar kollayabildiğimizi, isteklerini ne kadar doyurabildiğimizi ve aynı ihtiyaçları kendimizde ne kadar kabul edebildiğimizi tasvir eder. Bizim "bağlılık" konusunda rahat olup olmadığımızı gösterir. Başkalarına ihtiyaç duyma duygumuza katlanabiliyor muyuz, aktif olarak ihtiyaçlarımızın peşine düşebiliyor muyuz? Ve benzer şekilde, başkalarının bizden talep ettikleri ihtiyaçlara yanıt verebiliyor muyuz?
*
Ay aynı zamanda güvenlik duygumuz üzerindeki, bebeklik döneminden kalma, bilinçsiz ancak çok önemli olan yetiştirilme etkilerini gösterir. Bu bilinçsizdir, çünkü etkileri konuşmaya başlamadan önce alırsınız. Bunlar; bebekken nasıl bakıldığımız, nasıl doyurulduğumuz ve ağladığımızda nasıl bir tavırla karşılaştığımızla ilgilidir. Tüm bunlar ister büyük bir sevgiyle, ister endişeyle, kayıtsızlıkla veya düşmanca davranışlarla karşılansın, çocuk bundan bir biçimde etkilenir. Hayatımızın bir döneminde yaşantımızı devam ettirebilmek için kaçınılmaz olarak ailemizin yardımına bağımlıydık. Bu durumda, bu konuşma öncesi dönemde nasıl bir ebeveynlik modeli gördüğümüz, içinde yaşadığımız dünyaya takınacağımız tavrı da şekillendirecektir. Yaşadığımız dünya güvenli bir yer mi, yoksa düşmanca mı? Kendinizi sevilebilir birisi olarak hissediyor musunuz? İstenilen birisi mi, yoksa zor katlanılacak birisi mi olduğunuzu düşünüyor musunuz? Konuşma öncesi dönemde temel güvenlik duygusunu ya geliştiririz ya da bu konuda başarısız oluruz. Temel güvenlik duygusu demek, dünyayı ve üzerindeki insanları iyi ve güvenilir bulmamız demektir. Yaşamın bu bölümünün diğer insanların bize yaklaşmalarına izin vermemizde ve hayatı rayına oturtmamızda büyük bir etkisi vardır. Bu dönem aynı zamanda yaşamı bir bütün olarak görüp nasıl kurguladığımız konusunda da büyük bir öneme sahiptir.
*
Tutulma esnasında birkaç dakika da olsa Güneşin ve ışığın enerjisi, Ay yani dişil enerji tarafından bloklanacak. Bu yaşamın veya enerjinin barajlanması-şalterlerin kapatılıp açılması anlamına da geldiği için, hayatlarımızda daha önce başlamış bir dönemin bitişi olarakta algılanabilir. Diyorum ya size, Eylül çok farklı olacak..
*
Eğer 28 Ağustosta Güneş tutulması olsaydı, bu daha negatif etkiler bırakabilirdi üzerimizde (nedenlerini güneş tutulmasında yazmayi tercih ediyorum şimdilik) ... Ay tutulması Astrolojide duyguları ve bitişleri sembolize ediyor.. Bu dişil enerjinin tutulma esnasında dünya tarafından engellenmesi, maddi kaygılarımızın manevi ışığı arama çabamızı engellediği anlamına geliyor. Bu tutulma, işte bu yüzden karanlıkta yolumuzu bulmamızda, sahip olduğumuz bakış açısının ne kadar önemli bir rolü olduğunu anlamamız gerektiğini bize hatırlatacak.. Duygular, bu dönemde toplumsal etkilere göre daha etkili olacak.
*
Yolumuzu kaybetmiş gibi hissedebiliriz, şiddet ve derin üzüntü hissedebiliriz, bütünlük, kendini dışa vurma, iletişim kurma, kendini başkalarına sunma, gizli kalmış şeyleri açığa çıkarma, kararlar verme, harekete geçme, meydan okuma, çaba gösterme, değişiklik yapma, yeni bir bakış açısı kazanma, başkalarıyla ortaklık kurma, daha büyük riskler alma, daha hızlı adımlar atma, yerinde duramama, işleri yetiştirmeye çalışma, duyguların şiddetlenmesi, heyecan ve paniğe kapılma gibi hisler yaşayabiliriz, belki de yaşıyoruz..Fakat tüm bu duygular ve hareket sonunda bize farkındalık ve aydınlanma getirecek.
*
Astrolojide tutulmalar evrenin dramatik değişimler yaratmak için kullandığı en güçlü araçlar.... Bizi razı olduğumuz rahat koşullardan sarsarak çıkarır, bize yeni maceralar ve ayrıca bazı gizemleri çözmek için gerçekleri de peşi sıra getirirler. Bu arada bizi ileriye doğru ittirir, zannettiğimizden daha güçlü olduğumuzu görmemizi ve daha da güçlenmemizi yardımcı olurlar. Tutulmalar ısrarcı ve zorlayıcıdırlar ama bizi harekete geçirmekte etkilidirler. Normalde ertelenen bazı kararlar tutulma sırasında bir anda verilir.Tüm bu etkilerde tutulmanın 5 gün önü- 6 gün sonu gibi belirli bir sürece değil, uzun bir döneme de yayılabilir.
*
Gezegenler kısmına hiç girmeyeceğim.Yaptıkları transit geçiş, açıların hepsi bize evimizde- kariyerimizde- aşk ilişkimizde- para ile ilgili konularda oynak durumlara sokabiliyor.
*
Tüm bunları ister yaşadığınızı hissedin, ister bunun sadece bir doğa olayı olduğunu düşünün yine de size tavsiye olarak ani öfke patlamalarınıza, duygu yoğunluğunuza, değişimlere kulak verin.Çünkü denildiği gibi o gün şalterler açılıp kapandıktan sonra yeni bir dönem başlayacak..Suni çıkışlar, kontrol edilemez his ve davranışlarınızın iç nedenlerini sorgulayıp temize çıkabilirsek, bize farkındalık ve aydınlanma getirecek çok güzel ve temiz bir döneme başlayacağız..
*
Tüm bu bilgiler üstüne, astrolog Rezzan Kiraz gibi oldum ama...Aslında yazıma biraz sonra okuyacağınız efsaneyi hikayeleştirerek başlayacaktım.. Ama yazı efsaneleşmek değil, bilimselleşmek istedi....
*
İyi tutulmalar diliyorum hepinize kazasız-belasız...
Eylül ayı hepimiz adına güzel olacak...Biliyorum..
*
“Efsaneye göre Ay tutulması”

“efsaneye göre ay bir gün, güneşin ışığını habersizce alıp kullanır ve ışık yaymaya başlar, bunun üstüne yıldızlar mahkemesi kurulur ve aya sonsuza dek gündüzleri yasaklar. o günden sonra ay yalnızların sırdaşı kimsesizlerin dostu olur. Sadece ay tutulmalarında açık görüşe izin verilir ve ay o gün yeryüzüne inip arkadaşlarıyla görüşür.”


Brajeshwari

Doganin zeka dedigi..


Benjaminin toprağında mantarlarla uğraşıyorum günlerdir..Evimin en büyük ve gösterişli ağacı... Cinsinin “benjamin” olduğundan da emin değilim ama ben onu öyle çağırıyorum. Neyse ne önemi var ki...Benjamin evimize şimdi ablamın eşi olan –ama o zaman “eş” pozisyonunda olmayan eniştemin hediyesi.. Onun evimde sağlıklı büyümesini ve bir ömür boyu canlı kalmasını isteyişimde biraz hediye edenin değerinden... Benjamin nedenini bilmediğim bir durumdan dolayı mantarlandı... Önce önemsemedim.. Fakat sonra 1 haftalık Bodrum tatilinden döndüğümüzde, Fatih’in saksıyı torbalayarak önerdiği seralama yöntemi sonrasında işin ciddiyetini anladım.. Topraktan çıkan mantarlar torbayı aşmış bir haldeydi.. Güneş alsın diye, sevdiği mutfağın köşesinde duran Benjamin, mantar mantar kokuyordu ayrıca... Bunların yanında mantarlarda o kadar sevimliydiler ki... Bu durum, Yaradanın yarattığı herşeyi sevmem mi gerekir diye düşündürdü beni... Mantarları yine toprağı eşeleme yöntemiyle yok ettim ister istemez... Bir kuş görsem Fatih’e soracak durumda olan ben, çiçekler konusunda seralama yöntemiyle parlak fikirlerine güvendiğim Fatih’in “havalandır toprağı” dediği öneriye uydum... Havalandırdım.... Mutsuz muydu Benjamin mantarları gitti diye düşünmeden de edemedim... Yaprakları parlıyordu çünkü... Ya yararlıysa bu mantarlar ona, peki ya zararlıysa......

Mantarlar yine hortladı.. Minicikken zararsız, büyüdükçe yenecek kıvama gelir ebatlarıyla... Karışmıyorum artık...
Benjamin’e “ mantarlar seni rahatsız ediyorsa sinyal ver. Anlamıyorum dilinden” dedim. Bekliyorum.. Sinyalini...

Mantarlar yenen cinsleri, zehirli cinsleriyle bu doğada yer alıyorlar.. Bende karışmıyorum bu düzeneğe.. Evimde neyin nerde doğru olabileceğine karar verebilirim. Ama çiçeklerimin sırf ben istiyorum yada doğru buluyorum diye doğalarına karışmama kararı veren de yine benim...

Kafamın içindeki mantarlar var bir de... Bunları da eşeleyen benim bazı bazı... Havalandırınca beynimin içini yok oluyor bunlarda.... Bazen yararları olduğunu düşünüyorum... Bazen zararları... Ama yine de bunları biz kendi bildiğimizden yola çıkarak biliyor sanıyoruz doğruluğunu yanlışlığını -faydasını yararını... İçimdeki verimli topraklarda yeşeren ne ise-o yeni yetmenin yanında bazen mantar gibi biten düşüncelerden bahsediyorum.. Aniden bastıran hani... Kuşku da oluyor o, hüzün, geçmişe ait bir şey- Bazen mutlulukla çoşku... neşe..heyecan....Bitiyor... Mantar gibi.. Plöf....

Toprakların verimsizliğine veriyoruz bazen... Bazen seviyoruz onları... Bazen de kurtulmak için eşeliyoruz bir hınçla görmeden yeşerenin köküne verebileceğimiz zararı... Mantar topraktaki bir eksik mineralden dolayı çıkıyor bazen, bazen de fazla sulamaktan/ bazen yararlı-bazen de zararlı olur cinsten..Yeşerttiğiniz topraklarda minerallerden neyin eksik olduğunu bilebilir miyiz ki? Fazla sularsak büyürler de tabi... Su, mantarların sevdiği bir şey çünkü... Aynı içimizde yeşerttiğimiz şeylerin yanında biten minik mantarları suladığımız gibi dikkatimizle, ilgimizle... Kuşku da böyle büyüyor...Çoşku da.... ikisi de ne garip ki ilgi ve dikkatli büyüyor.. Toprağımızda minerallerin eksikliğini de ancak, yeşerttiğimiz topraktaki inancımızla açıklayabiliyorum... Eğer inancımız sağlamsa, biten mantar bile olsa onu iyiye yoruyoruz..

İnsan doğasının en büyük düşmanının zeka olduğunu düşünüyorum son zamanlarda... Doğada ego da yok.. Kaktüsün aşağılandığını gördünüz mü? Bu bir genelleme değildir.. Zeka oyun oynuyor çünkü... Egoyla, hırs ile, suni varsayımlarla, ön yargıyla oyun oynuyor insana... Zeka var olmayanı, var gibi gösterebiliyor bize bazen.... Halbuki insan doğası da bir bitki gibi zamanın akışında –müdahalesiz /ya da/ zamanında müdahaleye ihtiyaç duyuyor.. Hayatımızda bazen yaşananlara müdahale etmemek- izlemek ve görmekte ondan geliyor belki de...Belki de eşelediğimiz mantarların bir süre sonra tekrar bitivermesi o yüzden... Biz eşeleyip beynimizi –ruhumuzu havalandırsak bile “hala burdayım” demesi tekrar tekrar... Bitkinin en sevdiği şeyin su olduğunu düşünmek gibi, aslında yeşerttiğimiz topraklarda fazla ilgi ve dikkatle sulanan düşüncelerimiz mantar üretiyor işte böyle... Halbuki sulanmadan büyüyen bitkilerin sevgisizlik kaygıları var mı ki...?

Benjamin sayesinde mantarların sadece mantar diyip geçilmeyecek şeyler olduğunu düşündüren ne bu saatte bilmiyorum...Öğrenmek taklitten geliyormuş..Doğanın taklit edile bileni çok zor olmalı... Aralarında ayrımlar yaparken bir de...Kaktüs sevmez, cam güzellerine baka baka doyamazken... O bir ayı iken kaba, ama aslan iken kuvvetli ve çevik görünürken- zeka oyun oynarken...

Zeka böylesine oyun oynarken, insanda bu anlayışta “mantar işte “ diyip geçiyor.. Halbuki o mantar belki de yararlı Benjamin’e... Belki de değil... İzleyip göreceğiz.. Müdahale etmeden, zamanı gelene kadar... Tek bildiğim doğanın ona verdiği ile bunun üstesinden geleceği...Çünkü topraklarına sarılmış ve varolmaya inançlı çok sağlam kökleri var.. Zekası mı? Akıllı bir bitki olduğumdan hiç süphem yok... Doğasını asla inkar etmeyen...
...
Brajeshwari /04.09.07

tatiller biter mi?

Her dönüş aslında, yeni bir başlangıç olur hayatımda...Yeni kararlar alır, yeni tohumlar ekerim içime..Yeni umutlar büyütür,yollarda hayaller kurarım...

Benim tatilim Bodrumaydı. Oraya ait hiçbirşey anlatamam açıkçası... Hepimiz biraz bildiğimiz için Bodrum’u... Benim tatilim denize, doğaya ve kendi içimeydi daha çok... Yolculuk başladığı andan itibaren, bavuluma koyduğum her şeyin ne kadar çok ve ne kadar ihtiyacım olabilirlerle dolu olduğunu gördüm önce... Çanta sürükleniyor ama kalmak istiyordu adeta direnen eşşek gibi.. ”Tamam” dedim, “napalım gelin sizde... Belli ki kullanmayacağım bir sürü mini mini tshirt, elbise, etek koydum bavula ama güvende hissedeceğim kendimi..e gelin bari”... Aynı kafamda taşıdıklarım gibiydi bavulumda...Bazen ben sürükledim.. Bazen Güçlü... Bazen o taşısın istedim, bazen ben aldım yükümü.... Bodrum’a vardığımızda çıkacağımız yokuş ve evin yüksek tepesindeki merdivenlerinde ben yüklendim bavulumu ve kafamdakileri...O zaman dank etti..Ne çok şey taşıyormuşum gerekli gereksiz....

Ve manzara...Eve vardığımızda taş terastan görünen deniz manzarası ve yüzüme esen ılık rüzgar biraz sakinleştirdi beni... Bir süre dinlenmem gerekti...Yolun bir yerinde kalmıştım belkide... Belki de henüz varamamıştım hala... Yavaş geliyordu ruhum geriden geriden.. Yoldaki yalnız ağaca takıldım bazen, bazen meyve tezgahında oturan yaşlı amcanın dinginliğine, hızlı gecen manzaradan daha hızlıydı bazen de.. Ruhumu, bedenimi uyutarak bekleyebilirdim.. Ayrıca uyku bu yeni enerjiye adapte olmam için iyi bir yoldu...

Ve deniz...O kadar çok özlemişim ki denizi... Balık gibiydim..Gir çık, doya doya yüz..Balıklama atla... Kulaç at... takla at... Sırt üstü uzan, suyu dinle.. En çok sahilde oturup, denize ve uzaklara dalmayı sevdim bu tatilde.. Kitabımdan cümleler geçti, onlar kalbimde yer etti ve ben gülümseyerek baktım uzaklara, yelkenlilere, çocuk seslerine karıştı düşüncelerim... 5 kitap bitirdim.. Hepsi birbirinden geçerek, koca bir kitap okumuş gibiyim aslında...Kitapların seçimi o kadar yerindeydi ki, cümleler içimde bir sürü şeyi sardı sarmaladı, cevapladı, sakinleştirdi. Tatile çıkmadan önce gittiğim kitapçıda onlar mı beni seçti, ben mi onları diye düşündürdü sıkça..

Sonra öğle uykularım tam bir seromoni gibiydi.. Uykuyu özlemişim..Tembel uykularını.... Ama öyle güzel bedenim uyku sinyali verdi ki her öğlen....İçim uçuşarak yatakta buldum kendimi... O zor uyuyan ben, baktım her gün teslim oluyorum beyaz çarsaflara ve uykuya bir anda... Cırcır böcekleri eşlik etti bana.... Uyuuu uyuuu,teslim ol, cırrr cırrr diye bağıra bağıra...

Kemiklerim güneş ile ısınmış, dinlenmiş –aklından hiç birşey geçmeden uyanan ben, akşam çayımı içmek üzere Yalıkavak koyunun manzarasını seyrettim taş sedirde her akşam üstü... Doğa harikaydı.. Onu unutmak insanı fazlaca mutsuz ediyormuş.. Sincapları kovalayan kedileri seyrettim uzun uzun, kertenkelenin tırmanışının inceliklerini, cırcır böceklerinin akepellasını dinledim.. Bir çiçeğin kökünün taş verandada çatlaklar yaratabilecek kadar güçlü olduğuna şahit oldum... Doğanın cam güzeli ile – kaktüsün birbirinden farklı kılmadan yaşattığına.. Yargılamadan- olduğu gibi...Ve aslında o kaktüsün de, cam güzellerinin de olması gerektiğine ve o dengenin böyle sağlandığına ..Sesler renkler hepsi olması gerektiği gibiydi.. Hiçbirisi birbirini susturmadan, birbirine müdahale etmeden....İntikam yoktu içlerinde, hırs yoktu, rekabet hiç yoktu.. Ego yoktu.. Sadece varlardı.. Sokak köpekleri gördüm mutlu sonra...Kediler vardı bir de... Daha hızlı koşabilmek için hepsinin bacakları uzun, daha net tehlikeyi duyabilmek için kulakları büyüktü belki de.. Benim şişko kedim gibi değillerdi hiçbiri...Balıklar vardı denizde, gelip dizinizi omzunuzu ısıran... Kızmadım onlara...Onlar öyle seviyor olmalılar diye düşündüm içimden...

Sonra yediğim herşeyin tadı başkaydı.. Üzümler bu kadar mı büyük ve lezzetli olabilir..Ya da biliyor musunuz domates kokuyormuş hala... Pazarda bin bir meyve kokusunun içinde aradığınızı bulabilirsiniz..Öyle bir aroma vardı ki havada... Üzüm tezgahında bunlar gerçek gibi durmuyor diyerek yediğim birkaç üzümü gören satıcı “ helal olsun ablaa” diyince, özür diledim.. Öyle kaptırmışım kendimi.. Bir, iki üç “ hmm şahane”... Bunun üstüne o üzümleri almak zorunda kaldık tabi torba torba..

Bir de Gümüşlük var tabi anlatılması gereken... Bodrum’un en sevdiğim minik koyu Gümüşlük...Hiç bozulmayan, hep minik ve naif kalan, büyüyen beldeye inat... Orayı seviyorum.. Kayıkların yanı başınızda durduğu çay bahçesini, tepede duran mutevazi kilisesini, tavşan adasının esrarengizliğini ve tabi yüksek tavanlı taş evlerini... Huzurlu geliyor bana..Ömrümü o taş evlerin birinde resim yapıp, kitap okuyarak geçirebilirim gibi geliyor bana... Sırf bu dileğim yüzünden, batıl inançlarımı geliştiriyorum evrene dilek tohumu ekmenin ve istemenin yanı sıra... Tamam itiraf ediyorum, o güzel taş evin duvarına minicik sakızımı yapıştırdım.. Orda yaşama isteğimi dilek taşı gibi yapıştırdım duvarına işte... İçimden öyle geldim ve yaptım.. Fatih’e rica ettiğim sesli dileğim gibi, yakında uzak diyarlara gidenlerden 3 kere kendi etrafınızda dönün benim için sonrada bunu bunu diyin-üç kez zıplayın dersem, durdurun beni olur mu?...

Ve tatilin hüzün ve neşeyle karışık zamanı... Dönmek... Bu ikilemi çözmüş değilim..Hem gitmek istemek bildiğin yaşadığın yere –hem de kalmak istemek o güzelliklerin içinde...İki mekanın bir arada olamaması ne kadar zorluyor gidiş günü insanı...Yönünü geldiğin tarafa doğru çevirip, yol almaya başlayınca mekan kavramı ortadan kayboluyor...Gitmek veya kalmak arasında sadece kendinizin farkına varıyorsunuz.. Gitmek ve Kalmak sadece bir eylem olarak var oluyor..Aslında dönüş denen şeyi de biz yaratıyoruz... Doğamız gereği biz yaşattığımız herşeyi taşıyoruz her yere aslında... Özlediğim evimin konforunu, yatağımı, gördüğüm deniz manzarasındaki kendimi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi, anılarımı, ailemi.... Hepsini içimde taşıyorum aslında...Bıraktığım sadece gitmesi gerekenler oluyor.. Zaman hep doğru işliyor yer ve mekan tanımaksızın.. .Doğa gibi insan ruhu da kendini kandırmaya, direnmeye, hissettiklerine, olmasını istediklerine karşı hiçbir sınır tanımıyor.. Zaman hep doğru işliyor içimizde de... İnsan içine yaptığı yolculuklarda çokça bunu fark ediyor bir daha bir daha...
...
..
Brajeshwari

Gökyüzüne dalıyorum deniz diye...

"Birşeyi hatırlamak isteyen biri yavaş yürür, Birşeyi unutmak isteyen biri ise elinde olmadan hızlı yürür"… Milan Kundera /Yavaşlık

Hızlı mı yürüdüm ki bütün yıl, unutmak değil hatırlamak ve öğrenmekti kaygım oysa.. Hızlı yürürken ve yürürken ben geçtiğim yollarda, düşündüklerimi toplayamam da şimdi.. Neler düştü düşüncelerimden o yollara acaba.. Ne düşünce baloncukları havada asılı kaldı.. Sonra bağırdı arkamdan “heyyy şaşkın !! beni unuttun

Hızlı mı yürüdüm tüm yıl… Bu üstümdeki yorgunlukta ondan mı acaba… Gecem ile gündüzüm, uykumla sabahın arasında hiçbir çizgi yok, birinden diğerine geçiyorum.. Sonra işe gidiyorum, yapılacaklar, aranacaklar, tasarlanacaklar, ödenecekler, bilgisayarda koşarcasına bitirilecekler, tüm bunların arasına iki yudumda içilen kahve molalı sosyalleşmeler, yemeği sipariş ederken aynı hızla hesabı da istediğimiz bir saatlik yemek buluşmaları… Sonra gece vakti trafikte eve varma yarışı, evde bitmeyen işler, izlemek istediğim kapağını açmaya zaman bulamadığım dvdlerim - biriken başucu kitaplarım ve yorgun uykularım… Yurtdışında yaşayan bir arkadaşımla konuştum geçen gün…”Görüşmeyeli neler yaptın” diye sorduğunda hızlıya alınmış şekilde kendimi gördüm bu döngünün içinde…”iyiyim” diyebildim sadece…

İyimiydim….Sanırım evet… Tüm bu süreçlerde hayatımdaki herşey yerli yerindeydi.. İşlerimi bitirmiş.. Bir karınca misali çalışmıştım.. Ters giden bir şey yoktu gözümde … İyiydim.. İyi olmak için herşeyin düzenli olması gerektiği düşüncemden di belki de iyi oluşum…

Ve sonra tüm bu koşuşturmada bilinçsizce unuttuğum şeyi algıladım birden… Ben, şahsen Kendimi… Kendimi unutmak için hızlıca yürümüştüm işte.. Sonbahar olmuş yaprakları eze eze, kar yağmış kaya kaya , rüzgar esmiş uça uça yürümüştüm.. Sonra sıcaklar başlamış.. Yürümek o hızla becerebilecek birşey olmamaya başlamıştı.. Bu sıcaklarda aynı tempoyu bünyem kaldıramadığından “güneş geçti başıma” diye diye baygın, mide bulantılarıyla bile koşmaya devam etmiştim.. Sonra hava koşullarının yürümemi yavaşlattığı bir an kafama dank edip, kendimi hatırlamış oldum..

Öyle hızlıca geçmişim ki günleri, şaşkın bir şekilde “Kendim, ben, et ve kemik, ruh ve beden .. burdayım.. Şu an dayım… Dur “ diyebilmiştim kendime …Ve durdum..

Hava çok sıcak, ben içimdeki gölge ve serinlikte durdum şimdi… Başım hala dönmekte…Unuttuğum kendim yürümek dahi istemiyor.. Durup dinlenmek, dinlemek istiyor kendini sadece.. Deniz istiyor.. Serin ve iyot kokulu…Manzara istiyor gönlüm, uçsuz ve mavi.. Taşların arasından kayan köpüklerin ve denize giren çocukların mutlu seslerini duymak istiyor kulaklarım, gözlerim kapalı tebessüm ederken ben… Ayaklarım, göme göme basacağı sıcak kumları özlüyor.. Yüzüm, cildim tuzlu sularda yenilenmek…. Gözlerim ögle uykuları… Ruhum dinlenmek istiyor… Okuduklarımı düşünüp, gülümseyeceğim zamanları hatırlamak istiyor aklım… Sırt üstü suda yatıp, yer çekimini unutmak istiyor bedenim…Güneşin gözü kör eden ışıltısında, gözlerimi kapatıp içime dönmek istiyor içim… Arınmak için, yenilenmek için deniz istiyor ben…

Deniz, güneş ışıklarını koynuna alır ve o ışıklardan hayaller yaratır... Aslında melekler danseder yakamozlarında…. İçi hayat dolu, dışı huzurlu, neler saklar bilinmez.. Nehirler içine akar, hayatlar verir o ama o hiçbirine ait değildir aslında…Balıkçıların gerçek aşkıdır o, sır tutar, sever, besler.. Limanları vardır sessiz ve güvenli, …Bazen hırçın ve dalgalıdır… Sonsuzdur baktığınızda kendinize daldığınız... Deniz hayat gibidir mutluğun mavi olduğunu hatırlatan ama içine girdiğinizde mavinin yanılsamasına düştüğünüz…Ve yeniden doğuş gibidir deniz.. İçinde olmanızın yeterli olduğu, biriktirdiğiniz herşeyi içine alıp sizi ve ruhunuzu hafifleten - hatırlamak ve öğrenmek için tekrar adımlar atmayı öğreten…. Yıkayan, arındıran, temizleyen...

Deniz istiyorum… Tüm kış unuttuğum ben, şahsen kendim sayıklaya sayıklaya deniz istiyorum…Yenilenmek, yeniden başlamak için, kendimi hatırlamanın hediyesi ve asla bir daha bu kadar unutmamanın sözüyle deniz istiyorum mavi gökyüzüne ve bulutlara dala dala...
<')))><