25 Eylül 2008

Çocuklar hastalanarak büyür

Bu mevsimi seviyorum.. Güneşin ve yakıcılığının artık gündüzlerimi yormadığı günlerde, bırakıyorum hava soğusun, rüzgar essin ve ben biraz üşüyeyim.. Manzaramda gördüğüm, ağacın kendi rengi, gökyüzünün kendi rengi ve ben onlara bakarken, güneşten korunmak adına kendimi korumaya aldığım kabuğumu söküyorum sanki.. Bu renk benim rengim...

Yorganımla sarmaş dolaş uyumak beni hep mutlu etti. Küçükken, yine rutin kulak ağrısı çektiğim uzun gecelerden biriydi.. Bitmek bilmez ağrılar, sevimsizleştiriyordu hep geceleri... Bildiğim tanıdık bir ağrıydı yaşadığım, ama ben sabırsız minik bir yürektim. O zamanın ilaçları, kulağa damlatılan gliserin çeşidi yağlar anında kesmiyordu ağrılarımı.. Babam, uzun geceler boyu sıcak havluları ağrıyan kulağımın altına koyup, beni teselli etmekle uğraşırdı.. Ben hem ağlar, hem uyumak ister, hemde ateşlendiğimden olsa gerek gözüme gözüme yaklaşan, sonra uzuyan ve büyüyen adamlar görürdüm gerçekmiş gibi... O adamlar gözümün önüne geldiğinde, orta yerlerinden kopar, geriden tekrar birleşip, üstüme üstüme tekrar gelirlerdi.. Şimdilerde, çin işi dükkanlarda, o adamların sanki benim kabuslarımdan örnek alınmış abonoz ağacından yapılma Etiyopyalı heykelleri satılmaya başlandı.. Ben her onları gördüğümde, hastalandığımdaki kabuslarımı tekrar yaşıyorum. İşte o ağrı dolu gecelerde, Etiyopyalı halüsinasyonlar yetmiyormuş gibi, kulağıma damlatılan her ne ise, bir süre sonra genzime doğru iner ve ağzımda kekremsi bir tad bırakırdı.. O tadın karşılığı hiç bir zaman olmadı benim damak tadımda.. Çünkü sanki, kulağımla beraber tattım o tadı...

Çocukluğuma ait bazı gecelerim işte böyle, zor ve zahmetli geçti ailem için.. Karga tulumba acile götürülsemde, doktorlar hep aynı ilacı verdi durdu.. Ailem için belkide tek çare, soğuk algınlığı yaşamamam adına her zaman sıcak tutulup, taraflarından iyi beslenilmemdi...Öyle de yaptılar, alasıyla... Sanırım bana gösterilen bu özenden geriye, Haziran ayına kadar gece yatarken giyilen hala vazgeçemediğim uyku çoraplarım kaldı...

Bu gece gibi soğuk gecelerdi işte o gecelerde... Babam, günlük “çocuklarla ilgilenme” görevini annemden devralmış, başucumda bekliyordu... Yorganımı üzerime örterken acının geçeceğine inanmamı, başka şeyler düşünmemi söyleyip duruyordu. Başka şeyler düşündüğüm oluyormuydu bilmiyorum.. Ama Babama hep güvenirdim. O benim kahramanımdı.. Annem değil, babam böylesi durumlarda daha sakin ve beni daha iyi yatıştırmayı bilen taraftı.. Gliserin kulak borumdan, gitmesi gereken yerlere ılık ılık varmaya başladığında, bende babamın telkinlerine bırakırdım eş zamanlı kendimi... Kulağımın içindeki kaygan yağ, ağrıyı ılıştırır, gözlerim ağırlaşır ve ben uykuya teslim olurdum... Bu öylesine bir teslimeyetti ki, uykunun vucudumda sıkışmışlığını ve birden boşalırcasına tüm vucuduma nufus ettiğini hissederdim.. Ateşim söner, kabusların yerine tatlı bulutlar görevi teslim alırdı.

Direndiğim hep acıydı.. Acının karşılığı, hep daha çok acıydı da sanki, hiç bitmeyecek, hiç geçmeyecek ve ben uykuya bırakamayacağıma inandırırdım kendimi... Hep bildiğim ve çocukluğumda yıllarca çektiğim acıydı halbuki... Ama hepsi bir değil, hepsi ilk ve tekmişcesine ağır yaşanıyordu benim o zamanki algıma göre.....Uyku, o ağrı sonrasında ne tatlı gelirdi anlatamam.. İçi sıcak ve ılık - tıkalı bir kulak, rüyamda uçuşan bulutlar, babamın rahatlatan sesi ve soğuk bir yorgan.... O yorgana sarılırdım kocaman.. Uyku beni alıp, eksik kaldığım uykulara götürürdü en derin ve en yumuşağından...

Yine havalar soğumaya başladı.... Dün gece mevsimin ilk gecesiydi yorganıma sarıldığım.. Eksiksiz ve tam uyudum.. Sabah diğer günlerime göre, çokta güzel uyandığımı farkettim. Arabada giderken “bugün nasıl bu kadar mutlu olduğumu” sordum kendime niyeyse... “Bugün, düne göre nasıl bu kadar pozitif bakıyorum” dedim.. Normalde sorgulanmaz bunlar, yaşar gideriz... Ama ben sordum... Ağaçlara baktım, sarılar giyinmeye hazırlanıyorlardı.. Gökyüzü griye çalan bulutlarla doluydu.. Sevdim bu manzarayı... Olduğu gibi sevdim.. Ağzıma tanımı olmayan o kulak damlasının kuru, kaygan tadı çalınır gibi oldu bir ara..... Belki de acılara direnmemeyi, olduğu gibi kabul edip, acının getirisine ve Etiyopyalı korkunç adamlara rağmen iyi şeyleri düşlemeyi o zamandan başlayarak babam öğretmeye çabalamış dedim kendi kendime... Her ne kadar, hala acı çekmeyi- daha çok acı çekmekten korkarak karşılasamda az biraz...
-
Tüm bunlar aklımdan geçerken, kazaklarına sarılmış bir anne ve kız çocuğuna yol vermek üzere durdum.. Kız çocuğu, annesinin elini bıraktı, bana baktı, gözlerini benden ayıramadan yavaş ama çok yavaş geçti karşıya... Sonra bana el salladı bir çocuğun olabilecek en tatlı haliyle... Karşılık verdim bende el sallayarak minik kıza.... Yutkunduğumu farkettim, ağzımdaki o tad çoktan gitmişti.
**
Brajeshwari / 25.09.2008
...

21 Eylül 2008

Eksilerek büyümek / Haraşo Şal


İlmek atmak istiyorum günlerdir.... Bu bir farkındalık çalışması... Her ilmekle büyüyen bir parça düşünün. Ama o büyürken, içimden de bir parça gidecek veya an ve an/ ilmek ve ilmek kendime kazandırdığım yeni bir parçaya sahip olacağım...Ve bunların hepsini ilmeklerle yapacağım.....


Şişleri tutmak ustalık istiyor.. Onların kalınlık numaralarının, tahta veya mika oluşlarının ustalığımı konuşturmak için geçerli kriterler olmadığını biliyorum. Elleriniz ne zaman kavrıyor onları, işte o zaman ustalığınız veya acemiliğiniz anlaşılıyor.. Ne kadar kararlıysanız, o kadar ustalaşıyorsunuz.. En önemlisi nasıl –ne kadarla başlayacağınızı bilmeniz gerekiyor.. Yanlış olabilir, dar gelebilir, bol da, ya da taşımaz ip yaptığınız örneği sırf başlangıçta yaptığınız hesap hatasıyla.. İple, düğüm dalaşınız da olabiliyor sonra.. Dolaşıyor ip, isyan edebiliyor.... Yılmamak lazım... Bu bir emek işi, bu bir yaratım süreci ipin üstünde...Cambaz kendiniz, ip siz....

Ama peki ne yaratacaksınız ? Bir hırka mı, bir şapka, bir şal mı ? Yoksa içinizde bir boşluk mu yaratmak istediğiniz?

Annemin geçen ay binbir emek ile, ilmek ilmek örüp, bana hediye ettiği kazağı düşünüyorum... Kimbilir kaç ilmekle büyüttü onu ve bu arada kendisini de kaç ilmek eksiltti..

Örgümü düşünüyorum... En zoru başlangıçlar sanırım... ya da “Başlayabilme Cesareti”.. Karar vermeye, çoğaltmaya, sökmeye, eksiltmeye cesaret gerekiyor......

Aylardır söküp söküp, doğruya başlamak adına verdiğim çalışma geliyor gözümün önüne... Şimdiden geriye doğru söküyorum devamlı...Olmadı bu, yeniden başlayabilirim lüksü var örgü de ya hani... Hayatımda da bunu yapıyorum....Bazı duygu, düşünce ve inanç kalıplarımı geriye doğru söküyorum son zamanlarda.... Olmadı üstüme ördüğüm duygu, ilmek niyetine attığım düşünce ve bir kıyafet gibi taşıdığım inanç çünkü.... Bazen giyinmeyi, örtünmekle karıştırır ya insan.. Örtününce, kendinden de gizledi sanır onları... Örtünmüşüm bazen sadece... Şimdi söküyorum..

İlmek ilmek söküyorum... Bazen inatçı ilmekler, çözülmüyor, düğüm oluyor... Biliyorum bu inatları, direniyorlar diyorum gülümseyerek... Aynı benim dirençlerim bunlar, tanıdık.. Bir hışımla çözerim seni diye ipe asıldığımda direnen, ama sabır ve sevgiyle üstüne eğilince kendiliğinden çözülüveren... Sabırla çözüyorum artık.. İlmeği atarken kendimi çoğalttığımı düşünürken, düğümü çözerken de yarattığımı ve boşluğu çoğalttığımı biliyorum kendimde artık.... Kendi etrafında biraz daha yuvarlanıyor, büyüyor böylece yumaklarım...

Tabi yumaklar komik görünüyor... İpte dalga dalga kıvrımlar var, sanki elektrik çarpmış.. Düğümler çözülürken, incelmiş olabilir bazı yerlerimden iplerim... Tabi, çok yol kattettiler.. Hem büyüdüler beraber, hem de çözüldüler.. Ama ne olursa olsun, yeniden örülebilecek yumaklara sahibim...
.
Şimdi yeni birşey yaratmalı onlardan.... Annemin bu konudaki ustalığını düşünürken, ondan bana birazda olsun mutlaka geçmiştir bir yetenek diyorum, gülümsüyorum.. Şişlere bakıyorum gülümsüyorum, hallederiz biliyorum.. Yumaklarıma bakıyorum sonra, hallerine görüp daha da gülümsüyorum...Sakil görünüyorlar, yorgunlar sanki ama biliyorum ki hala güçlüler...

Bu eğrilmiş ipleri büyütme zamanı şimdi... Bir şal yakışır bu yumağa ve taşıdığı anlama... Kendi ayazlarımdan korur beni, mevsimlerimin soğuğunda ısıtır.... Onlar büyürken yeniden, bende içimde sökülen ama kalan son izleri eksilteceğim ilmek ilmek. Ve her ilmekte biraz daha azaldığımı hissedeceğim gülümseyerek.......

Kış geliyor...
Havalar soğurken yapılacak en güzel şey sökmek, dikmek ve kesinlikle örgü örmek....
.
Brajeshwari / 21.09.2008

17 Eylül 2008

Kendimi sobeledim..


Bilgisayar önünde geçirdiğim saatlerin bir kısmında, arkadaşlarımın yazılarını okuyarak kendimi ödüllendiririm.. Yeni yazılarını görünce, heyecanlanırım.. Bir gün yine bloglar arası dolaşırken, onun sitesinde buldum kendimi ve bir yazısıyla kalbimi fethetti.. Kısa süre o benim bloğuma, ben onun bloğunda gezindik, yorumlaştık.. Mesafeler yada yabancılık duygusunu hissetmediğim birşey var onunla aramda.. Bunu çözmek için, sabırsızlanıyorum...


Bloğunda yazdığı gibi, Uçan Martı tatilden dönmüş, daha yediklerini içtiklerini bırakıp, gördüklerini hissettiklerini anlatmayı sonraya erteleyip - tüm tatil boyunca sobelenmiş olmanın verdiği ağırlıkla cevaplara bulaşmış.. Sonrada beni sobelemiş... Şimdi bende bu misyonu tamamlamak üzere cevaplarımı sunuyorum.. Cevaplarım bitince bende "ebe" olacağım, mertebem yükselecek...

Yazmak senin için ne ifade ediyor?
Yazmaya çok uzun yıllar önce başladım.. Çok günlük yazdım derler ya.. (Ailemde herkes sanatçıydı der gibi) Bende yazdım çocukluğumda.. Birinci gün ne yediğimi, kime aşık olduğumu, ne hissettiğimi yazdım... İkinci gün aşık olduğum çocuğu yazdım yine basit cümlelerdi, ama çok acemice naif bir derinlikte.... Sayfaları 3.şahış yapıp, “bakalım neler olacak sevgili Günlük” diye umut bağladım günlükle aramdaki ilişkiye, hani belki bir gün dillenir diye.... 3.gün aşık olduğum çocuğu başka bir kızla görüp, kızgınlığımı ve hayal kırıklığımı yazdım... Günlüklerim böyle bir döngüde sürdü yıllarca... Sonra biraz daha büyüdüm.. Yazılarımda artık kendimi –insanlari – hayattaki tüm aşklarımı anlatır oldum.. İsimler yok oldu, eylemlerde... Sadece hislerimi vardı.. Yazdıklarımın hiçbiri bir işime yaramadı.. Sadece akıttım hepsini.. Sözcüklerle aramı yaptım.. Kendimi ifade ederken binbir duygumla karıştım, belki de karıştırdım. Hiç yazmamış olsaydım, sanırım sadece yaşayıp giderdim öylece... Şimdi de aynı içtepiyle yazıyorum.. Yazılsın çıksın içimden.. Bazen içimde hortlayanları sakinleştiriyorum cümlelerin içinde.. Bazen yazarken öğreniyorum kendimi.. Ama sonunda hep mutlu oluyorum yolda yürürken gördüğüm manzaradan...

Blog yazmaya ilk ne zaman başladın?
10 güzel kadın –kişisel gelişim, sprituel konularla ilgilenip –belli zamanlarda hoş sohbetler etmek üzere buluşuyorduk.. Bir gün, hepimizin birbiriyle paylaşımlarını, iş-ev ve zamansızlıklar yüzünden hızlandırmak adına blog kurma fikri atıldı masada.. Herkesin söyleyeceği –yazacağı şey vardı çünkü.. Hepimiz yoga ve reikiyle ilgileniyor, aynı zamanda aramızda hocalık yapan çok değerli paylaşımları olacak insanlar vardı.. Hepimiz onayladı bu fikri.. 2006 yılında ilk blogumuz olan Tofu Grup kuruldu.. Cok severek paylaştık yazdıklarımızı.. Paylaşımlarımız; dostluklarımıza hız verdi, derinleştirdi.. Sonra oradaki yazılarımı taşıyarak, kendi bloğumu kurdum.. Tofu Gruptan çıkmış 5 ayrı blog kuruldu.. Berrin’in ilahi tatları ve fotograf sitesi olan Bulut, diğeri sevgili Nilambara’nın incesaz’ı, Mehtap İtalya’dan Mevsimlerden Roma’yı oluşturdu, Brajabanita ve Jahnabi'nin Dengede Reiki isimli bloğu ve minik üyemiz Efla’nında bir sitesi var.... Ben hepimizin kişisel bloglar edinerek büyüdüğünü ve kendi yollarında adımlar attığını görmekten çok keyif aldım bu süreçte..

Blog yazısı konularının belli bir çizgide olmasına özen gösteriyor musun?
Belli çizgileri ve bu çizgideki blogları seviyorum aslında ama tariften yemek yaparken bile içeriği değiştirmek ve kendi hissettiklerimle yeni tatlar katmak isteyen isyankar bir yanım var.. (sobelendiğim soruların başına kendimce extra bir soru daha ekledim mesala) Bu yüzden belli bir çizgi içinde çerçevelemiyorum kendimi, çerceveleyemiyorum..... Yazıyorum... Yazdıklarımda sadece benim baktığım taraftan olduğu içinde aslında belli bir çizgide oluyor sanırım.. Kişisel gelişimi ve kendi öğretilerimin günlük hayattaki yansımalarını yorumluyor, isyan ediyor bazen, bazen yazarken yeni bir iç görü kazanıyor ve fazlasıyla kendimi paylaşıyorum aslında...

Blog yazmayı ne kadar sürdüreceksin?
Bazen sürdüremiyorum...Yazamıyorum.. Yüzleşmek yoruyor kendimle ve yazacaklarımla... Minik aralar veriyorum o zaman... Birikiyor... Blog yazmayı bırakabilirim de aslında.... Ama yazmayı bırakmam sanırım.. Bloğumun ne kadar yaşayacağı hakkında dead line veremiyorum... Şu anda keyifli geliyor, beni de -kendini de besliyor... O yüzden devam..
.
Blog yazmak senin için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?
Zorunlu hal almaya başlamadı.. Bunu görev gibi yapmıyorum... Her zaman keyifle devam edeceğim...
.
Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun?
Etmiyorum... Bir işi yaparken o işin içinde kendimi kaybetmeyi seviyorum.. Feragat ettiklerim var ise, demek ki öncelikli olmadıklarını düşünürüm.. Birşeylerden feragat ediyorum diye kendime işkence yapmam.. Bazen uykumdan feragat ediyorum ama yazı bitince uykudan çaldığım, ama değişilmez - güzel bir his buluyorum o anın içinde... O an herşeye değer oluyor.. İçimdeki aynalar kalkıyor... Güzel uyuyorum. En son noktayı koyduğum yerden gözlerimi açmadan uykuya dalıyorum...

Sobelediklerim
Sevgili Nilambara - İncesaz
Sevgili Mehtap-Mevsimlerden Roma
Sevgili Çiğdem-Ben göründüğümden daha fazlasıyım ile...
ve İlahi kadın Berrin ilahi tatlarıyla
-
sevgiler benden...
imza: Ebe..
.

13 Eylül 2008

Büyümenin şerefine...

..

Büyümenin Şerefine: Gölgelerimizle barışmanın uzun yolculuğunda/ Dem olsun Aşk ile...

...

( 2.fotograf en sevdiğim salyalı çocukluk fotoğrafımdır.. Annem beni sokaktan toplamıştır.. Ağzımda koca bir sakız vardır.. Gülerken, tükürüklerim üstüme dökülecek kadar mutluyumdur.)
..
Dünyada 16 milyar insan ile aynı şeyi kutluyorum bugün.. Doğum günümüzü.... Dolayısıyla sadece bana özel değil.... Gördüğünüz gibi hep beraber büyüyoruz.. Hepimiz eşsiz de olsak...


Özel günleri sevmiyorum.. Başrolde ben olunca geriliyorum niyeyse... Ama içimi sorarsanız çok çoşkuluyum.. Zamanı parçalara ayırmak için bir neden belki de doğum günü... Yeniden doğmak, yeni yaşın için yeni hayaller kurmak, kararlar almak adına... Diğer 364 gün için yeniden doğmadığımı söyleyemem... Doğuyorum...Her gün büyüyorum..

Ama bugün o büyümenin devri geliyor, hanendeki yaş bir artıyor işte.... Yaşımla aram hep iyi oldu.. Sayıdan ibaret gördüm hep yaşımı.. Bu yüzden hep rahat olacağımı biliyorum...

Bu doğum günümde gerçekten yeniden doğmak istiyorum... Yeniden doğuşun içinde dileklerim, kendim için yapmak isteklerimin yanı sıra, hep özlediğim çoşkulu bir ruh halim var ki üzerime yakışan ( ama unuttuğum son zamanlarda), onu tekrar yaşatmaya karar verdim.. Arıyorum, biliyorum yakında bulacağım...

Bir insanın yaz tatilini bekler gibi doğum gününü beklediği olmaz heralde... Ben ise, bırakın beklemeyi bugün tüm gün masanın altına saklanmak istiyorum çoğu zaman... Çünkü her an bir yerden bir supriz çıkacak diye ürküyorum... Ya da birşey olacak ve nedeni ben olacağım bunun, yüzüm kızaracak, ellerimi koyacak yer bulamayacağım, gözlerim dolacak sonra sinirlensem mi – ağlasam mı arada kalacağım... Doğum günümü kutlayanlara, teşekkürüm az kalacak sonra – mahçup olacağım korkumda bir yandan... Niye böyleyim bilmiyorum... Genelde sırf bu yüzden 14 eylülde gerginlikten, yorgun düşmüş buluyorum bedenimi... 15 eylülde kendime gelip, hanedeki sayının değiştiğini farkediyorum... Ben Başak Burcuyum... Beni bir ton buğday ile tehdit edebilirsiniz... Bilmediğim, idrak edemediğim herşeyde panik esiyor ruhumda....

Ama bugün tüm bunları boşverdim.. Bu konuda da büyümeye karar verdim... Almaya açığım... Koltuğun arkasından aniden biri ellerini kocaman açıp, "Suprizzzz" derse korkmayacağım... Bağırmak mı geliyor ona- o an içimden, bağıracağım yılların tüm gerginliğini atarak..... ve diyeceğim “ yıllardır bundan korkuyordum, napıyorsun orada... Bağırırım tabi ...” ..." Özür dilerim, supriz yaptın di mi , bitti mi , başkası yok koltuğun arkasında di mi ? ya da mutfakta ? "..
Geçen gün otoparkın girişine biri “Burcu hoşçakal. GG” yazmış fosforlu bir sprey ile... Otoparka dönerken heyecandan duvara tosluyordum... Çocuk heralde, veda ediyor olmalı bizim apartmanda oturan sevgilisine diye düşünemedim... Uzun süre bana yazmış olunabilir mi diye şüpheye düştüm.. Ne güzel- suprizli bir veda dedim hatta... Gülümsedim... (Bir yanım suprizi reddederken, bir yanımda kaşınıyor böyle gördüğünüz gibi...) Otoparkın, üst katlardan görünen yerine de birşey yazmaya kalkışmış ama becerememiş... “Of “ dedim, balkondan sarkarken bakardım –şaşırırdım bir daha, ne güzel olurdu.. Ne yazacakmış ki diye uzun uzun olasılıkları düşündüm... Sonra güldüm kendime bunu yazan G.G de kim bilmeden, delirdim ben sanırım diye...

Suprizleri seviyorum..Yapmaya bayılırım... Ama biri bana "sana suprizim var" dediğinde –tüm detayları bilmem gerekiyor, anlıyor musunuz... (deliren halimle anlıyor musunuz dedim bu cümle de) Ya da suprizi hissettiğim zaman, bendeki algı kası performans üstü çalışıyor, yoruluyorum... O yüzden çoğu insan bilir, supriz yok Burcu’ya...

Bugün biraz daha büyüyorum, büyümeyi red eden bir bünyem olsa da- özlesem de çocukluğumu sıkça... Bugün belki de çocukluğuma en yakın mesafedeyim... Bugün yıldönümü bu güzel günün... Doğmuş olmaktan çok büyümeyi kutladığım, içimde çocuksu bir sevinç ile....

Bu sevinci salt kendime mal edemem.... Bence en çok anneler ve babalar kutlanmalı doğum günlerinde... Doğurmanın yüceliğini biliyorum... Emekle büyütmenin ne sabır işi olduğununu da biliyorum.... ve Seni yaşamın boyunca kötülüklerden korumak, mutlu bir hayatın olması adına edilen dualarla, karşılıksız severek büyütülmenin de ne demek olduğunu biliyorum... Şükürler olsun..

Büyüyorum... Yaşamımda beni misafir edip, bu güne getiren büyük gönüllü ailemle, onların üzerimde tılsım gibi kuşattıkları iyi niyetler ve desteklerle, sevdiklerimin her zaman yanımda ve kalpten hissettiğim varlıklarıyla, öğrendiklerim, düşüp incindiklerim, hayal kırıklıklarım, mutluluklarım, tecrübelerimle bugün olduğu gibi her yeni gün büyüyorum...

Yıllar önce bir hediye almıştım bugün... Çok sevdiğim bir arkadaşım bir kutu verdi bana...“ Çok düşündüm, ve ben sana en uygun hediye bu olur diye düşündüm” dedi yüzüme bakarak.. Çok merak ederek aldım kutuyu... Kutunun içinde kolye olabilirdi, kutunun içinde çikolata olabilirdi, kutunun içinde kutu olabilirdi.....
*
Bana uygun hediyeyi düşünemiyordum... Heyecan ile açtım kutuyu..Pamukların üstüne konulmuş bir deniz kabuğu, bir kuş tüyü ve bir çakıl taşı çıktı... İçine de bir not düşmüştü...
...
Bu deniz kabuğu denizlerden senin için yollandı, bu kuş tüyü bulutlara değdi gökyüzünde ve yeryüzüne rüzgar ile bırakıldı, bu çakıl taşı toprağın binbir evresinden geçti ve sonunda seninle olmak istedi......”

Hep bu hediyeyi düşünüp mutlu oluyorum, gözlerim doluyor... Doğum gününde verilecek en güzel hediye koca bir yaşamdı bana... Ve çakıltaşları benimle yaşamak isteyen, ve yüzüme esen rüzgar,.. denizin kokusu burnuma çalınan,.. ve biraz gözyaşı tuzlusundan, biraz kahkaha tatlı olanından,... sevdiklerim, dostlarım, ailem ve hissettiğim herşey, gördüğüm her detay, benimle yaşayan herşey en güzel hediye bana... "Keşkeler" den çok, " iyi ki" diyebildiğim bir hayatım var.. Şükürler olsun...

Bugün biraz daha büyüdüm...
Ve yaarın biraz daha büyüyeceğiim...
En sonunda da kocamann bir kız çocuğu olacağım.... :)

____
13 eYLÜL 2008 / 33
(Doğum günü pastam ve Subhankari'nin sabah suprizi Çiceğimin fotograflarınıda doğum günüm sonrası ekledim..)

07 Eylül 2008

Büyük Patlamaya bir -iki...Kimse kalmasın !!


Dünyanın dört bir yanından 26 bilim adamı, 10 Eylül’de Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü’nde büyük bir patlama gerçekleştirecek. Yapılacak bu deneyle evrenin nasıl oluştuğu açıklığa kavuşacak. Yani, bugün sadece yüzde 4’ü tanımlanan kainatın geri kalan sırrı çözülmüş olacak.... İsviçre’de 10 Eylül’de yapılacak deneyle ilgili birtakım kuşkular da ortaya atılıyor. Hatta Dan Brown, Melekler ve Şeytanlar kitabında büyük patlama olursa dünyayı içine çekecek büyük bir kara delik meydana geleceği iddiasında bulunuyor. Kainatın oluşumuyla ilgili "büyük patlama" teorisini doğrulayabileceği düşünülen deneye itiraz edenler, Fransa-İsviçre sınırındaki CERN laboratuvarının kapatılmasını istiyor. Mini kara deliklerin, bilinen en tehlikeli nesneler olabileceğini" söyleyen Alman bilim adamı Goritschnig, deneye katılan 26 fizikçinin "ateşle oynadığını" iddia ediyor... "


Ben olur ya, son kez yazayım istedim.. Bugun varız –Yarın olmayabiliriz ne belli.. (Ateşle oynayan bilimadamlarına sevgilerimle...)
___________________

Öğrendik ki, balıkçıların kuruyan elleri için üretilen el kremlerini test etmekten başka birşey daha yapıyormuş İsviçreli bilimadamları.. Kainatın oluşumu deneyi... Türkiyeden de 2 bilimadamı bu deney için orada olacakmış. Ne hoş, gurur duydunuz mu? Bu 2 türk bilimadamının laz uşakları olması ihtimalini düşünüyor bir yanım.. Ama susuyorum.. Bu “laz uşakları” kısmına Berrin alınır diye çok irdelemiyorum.. Yoksa çok altan alta dalga gecesim var bununla ama..

*

Ateşle oynayan bilimadamları, bizim yerimize de oynayadursunlar hayatımızla.. Deney büyük ne de olsa ..Umarım öğrendikleri şey, benim hayatıma da iyi etkilerde bulunur diye umuyorum... Daha büyük düşünemeden, bunu deme bencilliğini gösteriyorum affınıza sığınarak...

*

Dünyada olup bitenlerle ilgimi son 3 yıldır minumuma indirdim.. Bunların hepsi oyun geliyor artık bana...Televizyonlar ve gazeteler bize bilmemiz gerekenleri gösteriyor kendilerince.. İstemiyorum bilmek.. İyi ve güzel haberler almak istiyorum aslında... Ama, İngilterede sadece iyi haberlerin verildiği bir gazetenin iki ay içinde tiraj yetersizliğinden kapatılması gibi, biliyorum ki hiçbir zaman iyi ve güzel olan şeyler haber olmayacak..

*

Bu deney sonrası, karadeliklerin oluşması yerine supriz birşey olsa.. Hayat daha kolaylaşsa mesala.. Trafik olmasa, hormonsuz yesek tüm gıdaları sonra, savaşlar bitse, kazançlar eşitlense, ağaçlar korunması gereken varlıklar olsa, sokakta hayvanlar eziyet görmese, çocuklar ölmese savaşlarda, sınıflar ve sınırlar olmasa dünya üzerinde ve insanlar biraz daha gülümser olsa sokaklarda..... Olmayacak bunlar tabi ki, adı altında Deney bu... Deney, birşeyin sonucunu tam bilmeyen “bilimadamı” kimliklerinin, o şeyi onlardan daha az bilenlerin yararına, deney sonunda konu hakkında eldeki verilerden daha çok şey bilineceğini sanma ve sonuca yaklaşma adına yapılan kurcalama eylemidir bence... Sonuç yine konu hakkındaki son noktada olmayabilir.. O zaman “denedik” denir.. Yarattıkları bigbang’ı sorgulayamadan, biz de göçer gideriz.. Gerçi bunu diyorum ama, hepimiz kendimize yaptığımız deneylerle bu 26 bilimadamının yapacaklarından çok farkli şeyler yapmıyoruz dünyaya ve yaşadığımız hayata...

*

Yanılsamalar dünyasında yaşıyoruz.. Oyun sandığımızdan da büyük... İster istemez, oyunun parçasıyız hepimiz.. Deneyinde parçasıyız .. Sahte kimliklerimize her gün bir yenisini eklerken, kendi oyunumuzdaki yerimizi sağlamlaştırıyoruz sanıyoruz belki de... Kazanıyoruz veya kaybediyoruz... Bazen kurtarıcıyız, bazen savaşı kazanmış bir şovalye, bazen yalnız ama yıkılmaz adam, bazen yarışı kazanmış bir şampiyonuz... Bazen de yıkıntılarımızdan doğuyoruz tekrar... Sonra Fransız filmlerindeki gibi gri ve ağır aksak ilerliyor depresyonumuz.... Ama esas rol hep bizim, yanımızdakiler ise yardımcı rollerde... Ve dönem dönem yeni oyuncular sokuyoruz oyunumuza... Onları bizim istediğimiz gibi oynatıyoruz hayatımızda.. Kimlikler veriyor, kimliklerinin gereğini bekliyoruz.. Suflörümüz ise hiç değişmiyor....Egomuz.....

*

Bu arada içerde de bir sürü şey oluyor.. Ateşle oynayan bilimadamları gibi, bizde kendimizi ateşlere atıyor, ateşlerden kurtarıyoruz... İçimizdeki benliğimize dair karadeliği keşfetmek için belki de... Deneyler yapıyor, deneyler üretiyor kendimizce sonuçlara varıyoruz... Yeni bilinmezlerimize, bilinir bir noktadan yaklaşıyoruz sanıyoruz..

*

10 eylül’e az kaldı.. Ne olur bilmiyorum..Yazmak istediklerim bunlar değildi, her zamanki gibi elim gitti...

*

Yarın sabah yogaya gideceğim.. En sevdiğim Pazar aktivitem... Son kez yapmış olurum böylece giderayak... Sonra annem ve babama uğrarım diyorum.. Bir görmek lazım onları da... Akşama Güçlüye iyi bir yemek hazırlarım. Hissettirmeyeyim ona bu arada "neden bu akşam bu kadar mükellef bir sofra" dediğinde bana.. Kimseye küskün değilim neyse ki... Buna seviniyorum... Hem karadeliğin yutmayacağı kimse kalmayacağı için, küskünlüklerde boşuna bu durumda... Ama Pazartesi birkaç sevdiğim insanla buluşup, sarılmalıyım onlara... Belki sonra tek başıma kahve içerim son kez ağız tadıyla.. Son günler, böyle güzel sonlarla dolar geçer..

*

10 Eylül Çarşamba günü uyandığımda, yorganın altında beklerim sanırım dışarıdan gelen seslere dikkat kesilip.... Eğer herşey yolunda görünürse, kalkar, güne devam ederim... Bugün de kara delik yutmadı bizi ne güzel diyerek... Ama bunu en unuttuğum anda, gerçekleşecek her tür anormal durumda, İsviçreye yolladığımız bilimadamlarına söyleneceğimi bilmelerini isterim..

*

Brajeshwari 07.09.2008 / Son 3 gün

*

Neden Eylül bu kadar ağır ve zor olaylara gebe oluyor ki...

11 Eylül ABD World Trade Center terorist saldırısı sonra 12 Eylül ihtilali.. Bu arada 12 Eylül'de Annem ve Babam evlenmiş (Babam bu yazıyı okusaydı, bunu da saymamı isterdi annemle dalga geçerek diye not düştüm)

10 Eylülde deney sonucu oluşacak minik kara delikler dünyayı yutacaksa ve biz gidiyorsak topluca, gözüm arkada gidiyorum, bilesiniz... Bir kaç gün bekleseydiniz, hani bari "mubarek " Ramazan bitseydi... Çocuklar okula alışsaydı... Bir bayram tatili yapsaydık.. 13 Eylülde benim Doğum günüm ya...!!! Bi kutlayamayacak mıyım sizin yüzünüzden ağız tadıyla... aaaAaaa ...!