29 Nisan 2010

ODA



paylaşılabilen tüm sessizliğe ve tekil sessizlikte özlenenlere adanan
kurmaca bir yazıdır...




Boş bir otel odası gibiydik.
Oda; ilk kez sen kalacakmışsın gibi yeni,
Yatak; uykuya teslim olduğun kendi yatağın kadar konforlu,
ve yalnızlığını dinleyecek kadar huzur dolu...

Paylaştığımızda böyle birşeydi,
tüm heyecanıyla yeni,
teslim olacak kadar güvenli,
suskun ama huzurlu...
iki kişilik, Bir yalnızlıkla dolu...

Hayat bizi bu otel odasında buluşturmuştu adeta... Neden geldiğimizi bilmeden yatağın iki ucunda oturan iki yabancıydık aslında...

Bizden önce burada iş görüşmesine gelen bir adam konuk olmuştu bir kere, bir çift kaçamak yapmak için buluşmuştu, bir ailenin küçük çocukları yatağa çıkıp, üzerinde zıplamıştı odaya girer girmez... Biz hepsiydik sanki... O sessizlikte duyuyorduk içimizden tüm bunları....

Yatağın karşısında, cama dönük renksiz bir berjer vardı, yüzü dışarda geçen hayata bakardı. Bizde cama bakardık, dışarıda hayat biz olmadan da akardı.

Sadece kendimizi alıp gelirdik, bavullarımız hiç olmadı burada...
Boşluklarımızı koyardık bavul sehpasına...

Yatağın tam karşısında, aynalı bir makyaj masası vardı.
Ama biz oradayken üzerine hiç makyaj malzemesi konulmadı...

Yatağın iki ucuna otururduk ayrı ayrı..
Makyaj masasının aynasından görürdük, kendi aksimizden geride kalan ve dayanmak istediğimiz sırtlarımızın yansımasını...

Sessizdik... ama aslında yüreğimizden birbirimize ses verirdik.
Biz içerideyken oda adeta siyah beyaz olurdu. Paylaştıklarımız havada öylece asılı kalır, yüreğimizden çıktıkça renkleri değişir, kırmızıya, mora, maviye, yeşile ve bazen de sarıya çalardı.

Boş bir otel odasıydık. Sadece bize aitmiş gibi, uykuya teslim olabilecek kadar güvenli, hikayelerimizi bilmesekte- bilir gibi, iki yalnızdık çift kişi...

Bir çocuk yatağa çıkıp zıplar, İş adamı geç yatmamak için komidinin üzerindeki saatine bakar, sevgililer özlemle birbirine doyar,... biz sadece yatağın iki ayrı köşesinde oturur, o odanın hikayesine sessiz bir hikaye daha katardık beraber... Çocukluğumuz gibi mutlu olur, beraber geçirdiğimiz saati kollar ve beraber oldukça daha çok özlerdik birbirimizi... Berjer bize bakar, biz aynadaki sırtlarımıza bakar, o sessizlikte, bizim dışımızdaki hayatın aktığını bilirdik sadece...

Gece biter, gün doğar, biz odayı yaşardık, içine kattığımız tüm renklerle.. Öğlen saat 12’ye doğru, odayı boşaltmadan önce göz göze sarılır, odayı sessiz Bizsizliğe terkederdik. Sonra ayrı ayrı, kendi hayatlarımızın gri gürültüsüne karışırdık.

Hayatlarımızın içindeyken o odayı hatırlasakta, susar ve sadece bize aitmiş gibi bilirdik orayı...

Bir gün tesadüfün bittiği köşede, resepsiyonun önünde, sessizce vedalaştık ve anahtarı teslim ettik görevliye...

Orada birbirimiz için yüreğimizden geçenleri de bıraktık.
Oda artık siyah-beyazdı.

Yatağın oturduğumuz o iki ucunun ortasında, duvarda, bir çerçeve görülürdü aynada...
Sadece o hatıra olarak kaldı hafızamda...
Çerçevelenmiş siyah beyaz bir fotoğraftı bu...
Fotoğrafta bir yol, onu çevreleyen ağaçlar... Ve bulutlar vardı.

Herşey siyah-beyazdı ama bulutların arasından rengarenk bir gökkuşağı çıkardı...
Bir ucunda ben, diğer ucunda da sen...

İşte o yüzden her gökkuşağı gördüğümde...
Siyah beyaza dönüyor herşey ve sessizleşiyorum bilmeden...
Belki de o an gökkuşağının hangi tarafında olduğunu
bir türlü bilemediğimden...

Brajeshwari.dd / 28.04.2010


19 Nisan 2010

Bir gün Okula giderken..Tralla la...



İnternet dedektifi olduğumu düşünüyorum bazen... Bir çocuk rondunun mp3’nü bulmak için dört saattir sayfalar arasında dönüyorum. Şarkı diyor ki ; “Bir gün okula giderken, Her şeye dikkat ederken, önce süslü bir hanım Yürüdü adım adım. Tralla la tralla la...” Peki, harika ! Ama nasıl söyleniyor bu rond...

Buldum sonunda... Sonra bir kız topu atıyormuş, topu patlıyormuş. Bom bom bom...

Gece... bilgisayarın önünden kalkıp, çalışma odasının ortasında ayaktayım. Yarın bu şarkıyla beraber yapacağımız hareketleri kurguluyorum. Eminim yarın onlarla yaparken daha eğlenceli olacak bu dans... Şimdi neyi öğreteceğimi düşünmekten, eğlenemiyorum.


Pazartesi sabahlarımın çocuklarla yoga yaparak başlamasını seviyorum. Aslında bunun bana verilmiş bir ödül olduğunu düşünüyorum. Çocuklar hem samimiler, hem de gerçek...

Bir tane erkek öğrencim var. Kocaman gözlü, kahkülleri gözüne düşüyor. 2 aydır beraber yoga yapıp, oyunlar oynamamıza rağmen her ders öncesi dizlerini kırıp, önüme oturuyor ve kilitliyor gözlerini gözlerime... Hiç tanışmamışız, hiç beni bilmiyormuş gibi, net bir şekilde bakıyor, ne soruyor içinden bilmiyorum. Onunla tam göz kontağımı bozmazsam, ancak bir süre sonra karşılıklı gülümseyip derse başlayabiliyoruz. Biliyorum, ona bakarken büyük olmayı bir yerde bırakıyorum, yoksa başlamıyor ders, oyun oyun gibi olmuyor.

Neyi sevmediklerini çok net söylüyorlar ve ben neyi öğretmekte ısrar edersem edeyim, aslında öğrenmeleri gerekeni öğreniyorlar, hem de eğlenerek... Eğlenerek öğrenmek, uzun zamandır biz büyüklerin kaybettiği bir şey... ve birine birşey öğretmeye diretmek...Bunu da çok yapıyoruz biz büyükler !

Geçen hafta, kreşte 3 yaş grubuyla da bir ders yapmam istendi. O zamana kadar yaşları küçük olduğu için algıları çabuk dağılabilir diye bir düşünceye sahiptim. Halbuki diğer sınıflarım 4 ve 5 yaşa göre daha fazla ilgilenip, eğlendiler derste... Daha ben hareketi tam göstermeden, hangi hayvanı yaparsam bilmeye – sesini taklit etmeye candan gönüllü oldular. Dersin sonunda en çok Kurbağa takliti yapmayı sevdiler. Tek sorun yoga matı yada yoga halısıydı. Hepsi, yanımda öbeklenerek oturarak dersi işlemek zorunda kaldık. “Yoga matınıza geçin “ dememin, onlar için ne kadar anlamsız bir uyarı olduğunu düşündüm sonra... Mat neydi ki, eğlenmeye gelmemiş miydik ? Bıraktım sonra, nerde isterlerse orada oynadılar oyunlarını... Yoga matının üzerinde sınırlandırılmasın oyunları istedim, sınırları olmasın şimdiden...

Sonra çok güzel birşey daha öğrendim. Gözleri sizin üzerinizdeyken ve siz yere eğilmişken “ herkes ayağa kalksın” diyemeyeceğinizi... Siz ayağa kalkmadıkça, onlarda kalkmıyormuş. Ailelerin çocuklarına öğretmek istedikleri şeyleri, önce kendilerinin uygulamaları gerektiği gerçekten doğruymuş.

Onların hayal gücünü çalıştıran oyunlar var bir de... Onların hayal gücü inanın bizden daha sınırsız. Biz sadece hikayeyi versek, onlar bambaşka dünyalara taşır o hikayeyi... Bunu öğrenmem komik bir anı olarak kalacak bende... Hepimizin yere oturup, arı vızıldaması yaptığımız bir sırada “duymuyorum sesinizi” dedim ve ortalarında çömelerek dolaşmaya başladım. Bir yandan arı seslerini dinliyorum, bir yandan da ilerliyorum ortalarında... Hepsi arkamdan parmaklarını iğne yapıp, soktum seni dedi vızıldayarak... Popomdan bir sürü arı ısırdı anlayacağınız...:) Güldük bunun üstüne... Bir daha çevremde minik arılar olduğunda, seslerini dinlemek için çevrelerinde dolaşırsam, iğneleri olduğunu hatırlayacağım bundan sonra...

Hayatımın en naif iltifatını da aralarından birinden aldım. O gün derse, eflatun şalvar, başıma pembe bandana, üzerime de spiderman tshirtü giyerek gittim... (Onlar için renkli giyiniyorum böyle... ) Her zaman olduğu gibi sınıfa koşuşturarak girdiler, bir tane yakışıklı yanıma gelip, ayakkabılarını çıkarmam için benden yardım isterken, sessiz sessiz “bugün çok güzelsiniz yoga örtmenimm “ dedi... Teşekkür ettim gülümseyerek, sonra ayakkabılarını çıkarırken gözüm minik çoraplarına takıldı. Spiderman çorapları :)

Hüzünlü ama mutlu anılar var sonra... Bir erkek öğrencim var. 3 yaşında bu kreşe başlamış. Sonra kısa bir süreliğine ailesinin işleri yüzünden yurtdışına gitmişler. Sanırım,anne-baba çalıştığı için o da bu sürede yurtdışında da kreşe verilmiş. Yabancılık hissini ya da yaşadığı travmayı mı atamamış üzerinden, bilmiyorum. Türkiyeye döndüklerinde tekrar aynı kreşe verilmiş. Hiç bir yoga dersine katılmıyor, öğretmeni dışında kimseyle konuşmuyor, utangaç... Onu minik sandalyelerden birine oturtuyorum her ders öncesi, katılması için ısrar etmiyorum. Ama her ders iletişim kurmayı ihmal etmiyorum. Çocuklara oyunda ne veriyorsan, o oynamasa bile onunda önüne koyuyorum. Her ders öncesi hatrını soruyorum, cevap vermiyor ama gülümsüyerek, utanıyor ve yüzünü düşürüyor aşağıya... Geçen gün dersimiz bitti, matları toplamak için yardım istedim öğrencilerden... Matları sürükleyip getirenlere de hem teşekkür ediyorum, hem de iltifat ediyorum bir yandan... “Ne kadar güçlüsün, iki tane mi getirdin” diye... Matları üst üste düzgün dizmeye çalışırken, baktım bu da iki tane mat kapmış gülümseyerek ve hoplaya hoplaya mat getiriyor önüme... O gün o kadar mutlu oldum ki, size anlatamam.

Hangimize baksam, o çocuklar gibi çocuk hallerimizi görüyorum şimdi...
Arkadaşlarımı, süpermarketteki insanları ve hatta annemi, babamı....
Tüm rollerimizi, maskelerimizi, sözcükleri, konumları
bırakıyorum değerlendirmeyi...
O güzel çocukları gördükçe, içim sevgiyle doluyor.

Pazartesi günleri bir hediye gibi...

En çok kendime... En çok hatırlamak adına... Kendi çocukluğumu...
Hafta böyle başlıyor. Kendimi hatırlayarak...

Yarin her ders öncesi olduğu gibi,
yine dizini kırıp, oturacak önüme,
sonra da gözlerimin içine bakacak
biliyorum.

O bir kaç dakika, döndürecek beni çocukluğuma..
o gözler bırak diyecek, bak bana...
Sonra kalpten gülümseyerek, hatırlayacağız
ve oyunlara başlayacağız beraber...

“Bir gün okula giderken,
Her şeye dikkat ederken,
Önce süslü bir hanım
Yürüdü adım adım.
Tralla la tralla la...”

.Brajeshwari /19.04.2010
.

04 Nisan 2010

Özürlü TOPAÇ



Çocuk yogasi öğretmenim Aylin, "oyunlarda kullanabilirim düşüncesiyle her türlü objeyi biriktiriyorum, evde bir dolap dolusu ıvırzıvır var" dediğinde gülümsemiştim sadece... Ne zaman çocuklara ders vermeye başladım, onu çok iyi anladım. Plastik bardaklar, boncuklar, renkli kartonlar, minik taşlar hepsi birikmeye başladı benim evimde de... Artık alışveriş yaparken, en olmadık dükkanda bile bazı objeleri çocuklar yararına nasıl kullanabilirim diye düşünmeye başladım üstelik...


Cumartesi günü öğle saatleri , çocukluk arkadaşım Afrodelfino ile Ankara kalesi çevresinde dolaşıyoruz. Ona; bugün mutlaka Mandal almamız gerektiğinden, Praktikere gittiğimden, orada bile bulamadığımdan bahsediyorum.

Şaşkınlıkla, “ne yapacaksın Mandalı ? “ diyor.
“Pazartesi derste çocuklara oyun oynatacağım” diyorum. Gülümsüyor.

Sonra, oyunu anlatmaya başlıyorum heyecanla....” Tempolu bir müzik çalacak, tamam mı? Ortada mandallar, müzik bitene kadar herkes ortadaki mandallardan alıp üstüne takacak. En çok mandalı üstüne takan birinci... Sonra eşli oynayacağız bu oyunu... Eşine en çok mandalı takan birinci... Sonra grup halinde oynayacağız oyunu... İki grup olacak... Sopalara gerili iki ip düşün. En çok mandalı takan grup birinci... “ Bunu anlatırken, bir yandan da, çocukları minik eteklerine, ufacık pantolonlarına, hatta burunlarına acele ile mandal takmaya çalışırken düşünüyorum. Anlatırken bile eğleniyorum.:)



Kale burası.. Gümüşçüler, seramikçiler, antikacılar var ama mandal bulabileceğim hırdavatçılar da var. Neden olmasın diyoruz, soruyoruz bir dükkana...

Mandal satıyor musunuz?

Dükkan sahibi cevap verirken çözmeye çalışıyor..” Kaleye gelmiş, heralde evde çamaşırı ıslak bırakmış, mandal arıyor ?“ şaşkınlığı devam ederken sadece “Yok bizde” çıkıyor ağzından...

Gözüm mandal arıyor. Renkli bir dolu mandal... Herşey var burada... Yüzükler, antikalar, sepetler, bakır cezveler, renkli lambalar, işli havlular, top top kumaşlar, keçeden işler, oyalar, tahta kaşıklar, heykeller var ama Mandal yok:)

Dolaşmaya devam ediyoruz. Bir tezgahta bir sürü tahta topaç gözüme çarpıyor. Tezgahın sahibi bir uçta boyanmamış olanları boyuyor.

Topaç (!) diyorum. O an beynimde bir ışık yanıyor, hemen mandal ile bağlantı kuruyorum. Oyunda müzik yerine bunu çevirebilirim... Topacın dönüşü bittiğinde mandal oyunu durur böylece... Çok heyecanlanıyorum.

Tezgahın sahibi ile göz göze geliyoruz. Elimi alıyorum birini “Topaç değil mi bu? ” diyorum. İsmi fırıldakta olsa alacağım aslında, heyecandan soruyorum.

Elime aldığım içlerindeki en renklisi... Çocuklar bu topacı görünce nasıl ilgilerini çekecek düşünüyorum bir yandan...

Tezgah sahibi eline alıyor benim seçtiğimi... “Bunu çocuklar için özel yaptım” diyor, bir hikayesi var topacın... Anlatmaya devam ediyor. “Bu renkler diyor sırayla göstererek, çocukların isimlerini söylüyor. Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet... Hepsi farklı farklı renk... “ Sonra yere eğilip, topacın ipini çekiyor. Topaç fırıl fırıl dönmeye başlıyor. Devam ediyor anlatmaya “ Şimdi topaç dönüyor ve görüyorsunuz dönerken tüm renkler kayboluyor, tek bir renk oluyor topaç." Ekliyor sonra “Hepimiz farklı farklı olsakta, biriz, hepimiz aynıyız, bunu çocuklara anlatmak için yaptım bu topacı” ... Duygulanarak dinliyorum.

Yerde dönüşünü tamamlayan topaca bakıyorum, aldım, alacağım. Gözüm bir detaya takılıyor "Ama" diyorum " bu topaç özürlü !? ”

Genelde topacın dönen kısmı yuvarlak olur. Elimdekinin yuvarlağının bir köşesi düz... Sanıyorum ki kırıldı orası veya tahtası zarar gördü ama yine de satılıyor.

Gülümsüyor. Hikayeye devam ediyor. “ Bir haftasonu, bir çocuk grubu geziyle geldi buraya... Çok sevdiler topaçları... Sonra grup tezgahın önünden ayrılırken, içlerinden birinin yürüyüşü dikkatimi çekti. Arkadaşlarının arkasında kalmıştı ve yavaş yürüyordu. Bacağında bir özrü olduğunu farkettim. Onun için yaptım ben bu topacı... Yine gelecek buraya biliyorum, bunu ona hediye edeceğim “...




Ağladım ağlayacağım. Ayşe, Fatma, Ali, Ahmet... Hepsi farklı farklı renk, ama beraberken bir renk... Yani aslında hepsi TEK... Bu topacın köşesi özürlü, baktığında tam değil köşesi... Ama döndüğünde tamamlıyor mu yuvarlığı ? O tek rengi, BİR'liği...

Duruyorum öylece... Kalbimde bu hikayenin yankısını dinliyorum. Gülümsüyorum, neden ayaklarımın beni bu tezgaha getirdiğini anlıyorum. İçimde anlatılmaz bir minnet duygusu... Herşeye... Buraya gelişime, bu tesadüfe, hikayeye, mandala, hayatın kendisine ve o güzel çocuğun bize öğrettiklerine...

“Bunu alamam o zaman ben” diyorum. “Onun sahibi var çünkü... Gelecek ya buraya yeniden...”
Tezgahın sahibi gülümseyerek, “Alabilirsiniz” diyor,” O gelene kadar ben yenisini yaparım ona...
” Yapacaksınız ama değil mi? "
diye tekrar tekrar soruyorum.
Her seferinde gülümseyerek, başını sallıyor bana...

Topacımı alıyorum. O kadar değerli ki o şimdi... O kadar anlamlı ki...

Umarım; onu her ne nedenle çevirirsem çevireyim, topacın çevresinde onu izleyenler hangi yaşta olursak olalım, tüm renklerimize, tüm farklılıklarımıza, tüm özürlerimize rağmen bize BiR olduğumuzu hatırlar diyorum.

Torbaya bile koydurmadan sarılıyorum topaca... Antikacılar çarşısından çıkarken, elimde topacım, hikayesini ondan dinliyorum defalarca...

Mandallar mı?
Gün bitmeden, yolda bir dükkan görüyoruz.


Dükkan sahibi "Mandal var" diyor, alttaki raftan bir torba çıkarıyor, önüme koyuyor.
Mandallara bakıyorum...
Hepsinin rengi topacın üstündeki renkler ile aynı...
Mandalların hepsi farklı farklı...
İşte o an daha iyi anlıyorum.
Topacı bulmadan, bulamayacağımı Mandalları...

______________________
Topaç'ın hikayesini, satın aldığım Haluk bey'den okumak için TIK ve sonraki karşılaşmamızın ondaki hikayesini kendi dilinden, yüreğinden okumak için TIK

03 Nisan 2010

Meyveli Yoğurt





Hiç olmadığım zamanlarda kendime yakalanıyorum. Sonra kendime dürüstlük konuşmaları... Bak diyorum kendime bunu duydun ama aslında, şöyle, böyle... Bahanelerim süper... Biliyorum bahane olduklarını, sadece sistemimi yavaş yavaş alıştırmama yarıyor bahaneler... Ben duyayim diye tüm bunlar..


Bahar geliyor.. Bazen gelmez bahar, güneş açsa da gelmez. Ama insanın içine düşünce cemre, bahar gelmiştir artık.
.
Derslerimden birinde katılımcılar yatar pozisyonda nefesle zihinlerini boşaltıp, derse hazırlanırken genelde ben o sırada nefesten, doğru nefesin yararlarından, yogadan bahsediyorum. Bu; hem yeni katılımcılara bir açıklama oluyor, hem de daha önce bu bilgileri bilenler için hatırlatıcı bir cila niteliğinde... Fakat bu konuşmaları yaparken, bazen ne anlatacağımı bilmeden başlıyorum içimden geçenleri sesli dinlemeye...

.
“Bugün neler yaşadık. Bedensel eylemlerimizi düşünelim. Çayımızı içerken bardağı nasıl kavradı elimiz, merdivenden çıkarken adımlarımızı nasıl attık, araba kullanırken gördüğümüz manzarada ne vardı. Hiçbirini tam hatırlamıyoruz?”

.
“Bugün neler hissettik. Arkadaşımıza mı kızdık. İş yerinde patrona mı hırslandık? Bıktığımızı mı hissettik yaptığımız işten? Hiç birini tam hatırlamıyor, tam kavrayamıyoruz.”

“Nefesimiz nasıldı bugün? Nasıl nefes aldık. Derin derin mi nefes aldık? Soluk soluğa mı kaldık? Nefesimizi ne ara tuttuk? Hiçbirini tam hatırlamıyoruz”


“Neler konuştuk. Neler söyledik onları hatırlıyoruz. Ama bunları ne düşünerek söyledik, kendimize dürüst olamıyoruz”


“Ve şimdi yoga yapacağız. Tüm yoga duruşlarının farkında, nefesimizin farkında, düşüncelerimizin farkında olacağız. “

Ders bitiyor, eve geliyorum. Herşeyin farkındayım. Kendi kendime evde oyun oynayarak, öğretirken öğrendiğimi uygulamak istiyorum.

“ Şimdi kendime meyve salatası yapacağım. Bıçağı alıyorum, masada duran elmalardan birini seçiyorum, tutuyorum, elmayı kesiyorum, kalanını buzdolabına koyuyorum. Muzu soyuyorum, dilimliyorum, Portakalı soyuyorum, iki dilim yeter. Armutu arıyorum onu da dilimliyorum. İki kaşık yoğurt almalıyım. Bir kaşık vişne reçeli içine ekliyorum. Biraz da Nesfit, süs olsun diye... Kaşığı alıyorum, aldım. Meyve tabağımla salona yürüyorum. İskender’e bakıyorum. İskender’in akvaryumdaki çıldırışarına aldırmıyorum. Yemeğe başlıyorum.”

Bunları sesli olarak söylemek yerine, içimde yaptığım her eylemi konuşarak anlatmaya devam ediyorum. İş eğlenceli bir hal almaya başlıyor. Ayaklarımı uzatıyorum. Duygularımı seslendiriyorum içimden. Bu salata bana iyi geldi. Yoğurt ne güzel şey. Mutlu muyum? Evet, çook.. Güzel bir nefes alıyorum, oh ya ne güzel...


Günü böyle geçiriyorum. Ne yapıyorsam oradayım, neyle ilgiliysem onun biçimine giriyorum, ne hissediyorsam hepsi o an yaşadığıma dair... Televizyon açmıyorum, internete girmiyorum, telefon ile konuşmuyorum. Bu gece prensesler gibi uyuyacağım, biliyorum..
.
Sanki gün uzamış. Sanki ben giden bir zamanda, henüz gelmemiş bir zamanın arasındaki doğru an’a ışınlanmışım. Ne zaman içimdeki ses suskunlaşsa, hemen geri döndürüyorum kendimi an'a... Çünkü o anlarda, o an'a ait olmayan düşünceler geçiyor kafamdan... Olasılıklar, karar vermem gerekenler, seçimler, yorumlar ve sorular... Hemen “Naber” diyorum kendime o cevapsız alanlarda dolaşmaya başlayınca... Kaldığım yerden devam ediyorum an'a. Bu harika..
.
Gün güzelmiş, güneş harika görünüyor. Diyorum ki “Bahar işte gelmiş, benim haberim yok. Zaman dilimlerinin arasında dolaşmaktan farkında değilmişim. Güneş seni çok seviyorum.”

.
Bedenlerimiz ne kadar güçlü aslında... Hep memnunsuzuz ondan... Bir yerlerimiz ağrıyor. Hastayız, beğenmediğimiz, kusur saydıklarımız var, yada olmadı başka bir vucut şekli var hayalimizde.. Bırakın.. Ayakta durun. Durabiliyor musunuz? Harika...

.
Kalbinize koyduğunuz, yada koymuş olduğunuz güzel duyguları düşünün. Aşkı, heyecanı, mutluluğu, çoşkuyu... Ne güzeldi o günler demeyin. Hepsi hala yerli yerinde... Silkinin.. Orada olduğunu görün. Sahip çıkın öncelikle onlara...
Canlandırın hepsini...


Ve nefes alıyoruz, şükürler olsun...

Harika bir bahar var önümüzde...
Herşey güzel, herşey olması gerekiği gibi...

Güvenin buna..


.
Tüm bunları hissederken, meyve salatamın dibini görüyorum ve içimden geçiriyorum.
“Bir tek şeftali eksik meyve salatasında...
Şeftali çıkınca, onu yemeden önce öpeceğim... Öyle özledim.”