24 Haziran 2010

Aramak ve Bulmak üzerine.../ yolda olma yazısı 02


İskender ile İstanbul’a geldik...
Yolculuğumuzun bir sonu olmadığını bilerek...


Ev aramak ile başladım işe... Hala aynı eylemin içindeyim.

İlk gün sokaklar arasında dolaştım. Kafamda kocaman bir şapka, güneş gözlüklerim... Nitekim güneş alerjim var, her ne kadar bu şekilde Malezyalı dadı gibi görünsemde, güneş yüzümü yakmasa da omzumda güneşten olmuş bir askı izi ve kırmızı yanıklarla eve geldim. Denemeydi bu, olmadı. Evlerin hiç biri benim evim olmak için çağrıda bulunmadı. Yarın var diyerek uyudum o gün...

İkinci gün yağmur yağdı. Bize mi şaka yapıyorsun İstanbul dedim, yılmadım. Fakat oyun bu ya, gittiğimiz lokasyondaki tüm evler ya kiralanmış yada emlakçılar bugün değil, yarin gelin dediler. Peki dedim ama gitmedim aynı yere bir gün sonra...

Üçüncü gün, dar sokakların arasında şehrin içinde başka bir lokasyondaydı ev aramalarım.... İstediğim evleri yine göremedim. Çünkü İstanbulda hiç bir zaman sadece bir alternatif yoktu, ev sahipleri iki emlakçıyla çalışınca biri evi kiralayıp, diğeri bundan sonradan haberdar olmuştu. Ben evin kiralandığını sonradan öğrenenleri aramışım hep.... Bunun üzerine kendimi aldığım gibi, yokuş aşağı arnavut kaldırımdan ilerleyerek bir cafeye attım. Durdum. Dur dedim kendime.... ve defterimi kalemimi çıkardım konuşmak için kendimle....

“Bir yerde yanlış var... Arayışta, arama da, arayan da... Bu yerde karmaşa var... Yolda, insanlarda, hayatın düzeninde... 'İşte bu' diyeceğim ev, duruyor ve bekliyor bizi, ama şu anda bulamıyorum.

İç sesimi mi dinlemeliyim? Ayaklarımın beni götürdüğü yere mi gitmeliyim? Yoksa sabırsızmıyım? Nerdesin? Ne zamansın? Bilmiyorum.

Yılmadım, yanlış olmasın.
Yoruldum sadece... Şimdi biraz mola...
Eşleştirmek için aradığımı, arayanı beni bekleyeni bana !!....”

Sonra bir çay daha istedim garsondan... Daha sakinleşmiştim.
Defterimde yeni bir sayfa daha açtım kendime...
Şimdi dedim sorularını bırak ve sana ne yazdırdığını oku...

“Dün yağmur yağdı. Bügün de yağmur yağıyor. İyi bir oyun ! İyi bir kurgu !

İçimde 'dur oraya gitme, orada değil' sinyalini hissediyorum... Ne zaman yağmur yağıyor. Böyle doluyor içim. Oyunun içinde buluyorum kendimi... Aynı çocuklarla oynadığımız sıcak ve soğuk oyunu gibi... Yağ yağmur, izin veriyorum.

Öğrendin mi? Uyguluyor musun? Büyümek mi istiyorsun? Özgürleşmek mi? Tamam işte oyunun içindesin. Oyna...!

Seni en şehvetli kadının kollarına attım. Bazen çirkin görünebilir sana, kurnazdır, bir yandan gülümserken en iyi oyunu da o oynar. Sonra bir an gelir, yorgunluktan düşürürsen süngülerini, yine o en şefkatli davranacaktır sana... Rüzgarıyla sakinleştirir bir anda seni, böyle bir kahve molası esnasında... unutursun neye kızdığını, ne için yorulduğunu, aradığını buldun mu –bulamadın mı-....

Sersemlemiş olabilirsin, Çok yoruldun ve şımarık bir kız çocuğu gibisin şu anda... Onu da biliyorum... Ama yılmayacağını da, düşsende kalkacağını da biliyorum... Devam et çocuk ! Gülümsüyorum ben sana...”


Bugun yeni bir gün... yeni bir oyun...
İskender geçici evinde çok mutlu olsa da merak ediyor bundan sonra olacakları...
ama izliyor ve sadece olanı bekliyor, olmasını....

Annesi biraz sonra yola çıkacak yine...
Yaşayacakları evi bulmaya gidecek.
AramaMayı öğrenecek bugün,
bulmayı öğrenecek...
İzleyerek olanı...

.
Brajeshwari/ 24.06.2010
.
Fotograftaki yakışıklı İskender'dir..




şarkıyı indirmek için toi mon amour, mon ami

16 Haziran 2010

DEĞİŞİM / yola başlama yazısı 01


Hayatınızda ne değişirse allak pullak olur? ya da ne değişirse zorlanırsınız?

Hiç düşünmeyin! İnsanın kendi çemberi sınırlarında dolaşması zordur. Kadere, hayata, gelen değişimin hayrına inanmak daha kolay gelir hepimize... En doğrusu da zaten budur...

Biraz değişiklik isteyebilir insan, bazen sıkılır rutinden... Ama aslında rutinlerdir insana güven veren çoğu zaman... Hayatta boşluklarımız olabilir, yeni olan gelir o boşluğu doldurur, o yenidir, yenilik hep istenir...

4 aydır değişime ne kadar ayak uydurabildiğimi soruyorum kendime... Aslında ayak uydurduğumu sanıyorum. Fakat bazı şartlarım var. Olmazsa olmazlarım... Onlar benimle olsun, değişime ayak uydururum ben... Fakat hayat bu ya, hadi diyor, bu olmazsa olmazlarına çok bağımlısın sen bırak onları, sıfırdan başla, büyü biraz daha....

Zaman zaten bunu söylemiyor mu? Değişenler, dönüşenler, dirençlerini bırakanlar, direnmeyenler, bırakarak, sadece olanı izleyerek, müdahale etmeden akışa ayak uyduranların süreçleri başlamıyor mu artık? Zamanın enerjileriyle bırakmaya teşvik ediliyoruz hepimiz, azalarak çoğalıyoruz....

Derslerimi bitirdim geçen hafta... Öğrenciler hiç bitmesin istiyor dersler, ama bitiyor işte... Hocalar değişiyor, mola veriyor bazen, bazen de yeni hocalar geliyor. “ Yaz tatiline çıkmıyorum, taşınıyorum !” diye anlatmam gerekiyor hepsine... Daha taşınmanın, taşımanın, kaldırıp, yeni yerine koymanın ve yeniden başlamanın nasıl bir süreç olacağını bende bilmiyorum.

Düşündükçe içiniz daralıyor önce... Nasıl gideceğim diyorsunuz. Nasıl bırakacağım çocukluğumun geçtiği bu şehri, arkadaşlarımı, evim dediğim dört duvarı, ezberlediğim yolumu, annemi-babamı... Sonra sakinleşiyorsunuz. Nasıl bir kök salmak bu ! görüyorsunuz...

Sonra hayal kurmaya başlıyorsunuz. Olasılıkları düşünüyorsunuz, içiniz hafifliyor... Bu sefer bir taraf hüzünken, bir taraf umuda kanat takıyor. Olur diyorsunuz, değişir herşey...

Dersleri bitirmem ile Ankarada kalma sürecim bitti. Şimdi yaşadığım ev ile henüz bilmediğim ama yeni bir hayat kuracağım evimin içinde yaşıyorum. Öğrencilerimle vedalaştım ama orada yeni başlayacağım yoga derslerimin ve yeni öğrencilerle tanışacak olmanın heyecanı var içimde... Burada ezberlediğim sokakları bırakıyorum geride ama, henüz keşfetmediğim yolları var, manzaraları var İstanbul’un... Dostlarımı bedenen geride bırakıyorum burada, dostluğumuz zaman ve uzaklıklarla sınırlı olmasa da,... ama sevgilime kavuşuyorum ve yeni dostluklara kucak açıyorum... Annemi, babamı burada bırakıyorum, ama ablama ve 9 aylık yiğenim Defne’ye kavuşuyorum...

Ne zor bazen, ne umut verici bir yandan... İçim kalabalık, bir an geliyor bomboş... Gözlerim doluyor, beş dakika sonra çoşkuyla dolabiliyorum...

Hayatta neye sahibiz ki? Evimize, eşyalarımıza, baktığımız manzaraya yada sevdiklerimize, bunların hepsi aslında bizde, bizimle...

Hayat değişiyor, bende hayatın değişiminde akışa kendimi bırakmayı seçiyorum. Seçmek, atmak, havalandırmak, taşımak, koymak, yerleştirmek, yeniden yenileyerek yeninin içinde yaşama katmak herşeyi ve kendimi... hazırım artık... Hazırlandım.

Haftasonu evimin “minik” kaplumbağası, İskender ile yola çıkıyoruz. Önce güneşli, aydınlık ve huzurlu bir ev bulacağız kendimize... Bizi bekleyen o evi bulacağız. Sonra geri dönüp toparlanıp, taşınacağız. İskender neyseki evini sırtında taşıyor, bir bavulu da yok. :)

Bu süreçte çok konuşacak içim... çok dillenecek, biliyorum... Duygulanacak, zorlanacak, umutlanacak, öğrenecek ve alışacak... Bunların hepsini burada bloğumda yazmak istiyorum. Bilmek için, hatırlamak için, okumak için kendimi - içimden geçenleri...

Sadece kısa bir süre için yazmaya bir mola veriyorum,
Artık hareket zamanı.....

Beni bekleyenleri öğrenmek için yeni bir yolculuğa çıkıyorum...
Aslında herşeyi kendimle götürerek gidiyorum.
Köklerimi başka topraklarla tanıştırmaya gidiyorum......
.
Hazırım...
.
.
.
Yolculukta dinlenecek şarkılar listesinden......



şarkıyı indirmek için tık !
.
.
.

08 Haziran 2010

Hatırla !



İnsanın kendine en uzak mesafesi yine kendisidir. En yakın mesafesi de elleriyle uzanabildiği, gözleriyle görebildiği ve kulaklarıyla duyduğuna yaklaşabildiği kadardır.

İnsan en çok bedeniyle ilgilidir veya bedensel varlığıyla... Bedenen sağlıklı olmak ister. Karaciğeri sağlam olsun, elleri tutsun, hastalanmasın... Güzelliğine düşkündür, bakar kendine... Bu güzellik onu sosyal ortamlarda da var kılar. Diğer insanlardan belirgin farklılıklar yaratır.

İnsan mutlu olmak ister. Şüphesiz, doğru, sürdürebilir mutluluklar ister hayatında... Ne ile tam mutlu olur insan, bilinmez. Bir mutluluk yetmez, diğerine koşabilir, o da yetmez mutluluğunu büyütmek için koşmaya devam eder. Elindeki mutluluklardır sermayesi, sermayesini yatırır karşılaşacağı risklere rağmen... Riski göze alır, acıyı çeker, mutluluğun acıdan geçtiğine inanır bazen...

Dışarıya bak... Bir sürü insan.. Bir sürü sen... Bir sürü ben...

Birbirimize benzeriz, ne kadar farklı kılmaya çalışsakta kendimizi aslında... Sosyal statülerimiz, saçımız, rengimiz, cebimizdeki farklı miktarlarda para, sağlıklı, genetik olarak daha güzel oluşumuz farklı kılmaz bizi birbirimizden, hayatla savaşsakta, daha farklı, daha yüksekte, daha mutlu olmak adına...

Sıradan olmaktan korkarız. Sıradanız oysa hepimiz, çabalama..

Unuturuz kendimizi... Üzerimize giydiğimiz giysilerimiz, etten giydiğimiz bedenimiz, egomuz, yaşamı sürdürebilirliğimizdir tek derdimiz...

Spor merkezinde anket yapılıyor. Göz atıyorum.
Bir soru gözüme çarpıyor.

"Aşağıdakileri sizin için önem sırasına göre sıralayınız."
Sağlığım / Vucudumla barışık olmak / Zayıflamak / Güçlenmek / Spor yaparken
sosyalleşmek / ....

Düşünüyorum. Hepimiz önem sırasına göre sıralıyoruz hayatı... Öyle dayatıldığı için belki de... Hepsi eşit önemli olsa, olmuyor. Güzellik denen kavram formatlanıyor, önümüze sunuluyor. Güç, herkesin sorunu.... Sosyalleşmek, yalnızlığa bir çare... Sağlık peki, gerçekte sadece hastalanmamak mı?

Giydirildik bedenlerimizi, yaşamayı öğrenmeye koyulduk. Varolmak için savaştık, ayakta kalmak için olmamız gerekeni olduk, sağlığımızın farkındaysak birşeyler yaptık, yapmaya uğraştık.

Unuttuk...Hangisi önceydi. Hangisi daha önemliydi.
Hepsi birbirine bağlıydı aslında..

Bedenimiz, sağlığımız, hayattaki varolma savaşlarımız elbette önemlidir. Ama hep koşuyor gibi değil miyiz? Bir yerde cevabı aramıyor muyuz? İpuçlarıyla cevaba yaklaşmaya çalışmıyor muyuz? Bazen soruyu unutmuyor muyuz? Onların üstüne yeni sorular üret miyor muyuz?

İçimizde bir yerlerde fısıltıyı duymuyoruz, duyamıyoruz.
Yavaşlamalı şimdi... Kabul etmeli sıradan oluşumuzu, aynılığımızı...
Cevaplara değil, ilk sorduğumuz soruya baştan geri dönmeli şimdi...

Hangisi önemli? Hangisi ilk önemli olan ve böylece ardından diğerlerini doğru sıralayan...

Hatırla.. Özünü, nefesini, kalbindeki bilgiyi... ve içinde sana sesleneni...

Soruları düşününce, aklıma geçenlerde meditasyon ile ilgili okuduğum bir yazı geliyor. Meditasyon sırasında katılımcılara kendilerini içinde huzurlu hissedebilecekleri, sadece onlara ait olan bir oda hayal etmeleri isteniyor. Katılımcılar mutluluk içinde meditasyonu bitirdikten sonra, sırayla odalarını anlatıyorlar. Odalar çeşit çeşit.. Duvarları camdan, denizi görüyor bazısı... Bazısı tahta merdivenlerden iniyor odaya, verniklenmemiş tahta trabzanın kıymığı batıyor eline... Bazısı hafif bir çan sesi duyuyor içeride... Hepsinde aslında bildiği, tanıdık bir yere gitmiş hissi var. Yeniden hatırlanmış bir yer orası sanki... O gün huzur dolu ayrılıyor yapılan çalışmadan...

İkinci gün derste yine oda meditasyonu yapılıyor. “Kendinizi odanıza götürün ve bugün cevabını merak ettiğiniz bir soruyu odanın içinde tekrar sorun....” deniliyor. Meditasyon bittiğinde “ sorunuza cevap buldunuz mu?” diye soruluyor... Genelde cevaplar “ Soru yada sorun o oda da yok oldu,... odaya girdiğimde soruyu sormayı unuttum,... soruyu sordum cevap gelmeyince, soru bir anda uçtu ve gitti... Soruyu sorduğumda, önce huzursuz hissettim kendimi, sonra içimde soruya yüklediğim sıkıntının kaybolduğunu -ferahladığımı hissettim....” oluyor.

Üçüncü gün yine aynı meditasyon yapılıyor. Meditasyon sonunda yeni soru;“ Oda da hangi duyguyu en yoğun hissettiniz”. Cevaplar çoşku dolu oluyor. “Huzur, mutluluk, zamansız bir genişlik, bedensizlik, rahatlık, hafifleme, çoşku ama en çok sevgiyi hissettim...” Çoğu katılımcı anlatırken şeffaf göz yaşları döküyor.

Dördüncü gün yine aynı meditasyona oturuyorlar. Hepsi odaya tekrar gitmek için heyecan duyuyor. Dersin bitişinde meditasyon ile ilgili bu sefer sorulan soru şu... “Şimdi gözlerinizi kapatın, dilediğiniz kadar meditasyonda kalabilirsiniz ve odanıza tekrar gidin, sonra meditasyondan çıktığınızda bir cümle ile odanın nerede olduğunu ve oraya nasıl vardığınızı önünüzdeki kağıtlara yazın, kağıdı katlayıp bu kutunun içine koyun.... Haftaya son dersimiz yapılacak ve yazılan notların hepsi bu panoya asılacak. “

Son derse gelen öğrenciler cevapları okumak için heyecan duyuyorlar.Sessizce sınıfa girmeleri ve panoya baktıktan sonra, yine sessizce meditasyona oturmaları isteniyor. Hepsi panoya sırayla bakıyor ve sadece gülümsüyor...

Eğitmen meditasyona oturmadan önce, katılımcılara şunu söylüyor..

“ Hepiniz oraya giden yolu biliyorsunuz, şimdi tekrar hatırlayın”...
Gözlerini kapatıp, son meditasyonlarını yapıyorlar...

Çalışma bitiyor. Eğitmen çalışmanın bitişinde şunu söylüyor. “Bugün soru yok. Soru hiç olmamıştı aslında... ve daha da önemlisi orası gözlerinize kapatınca vardığınız bir yer değil, aslında orada yaşıyorsunuz hepiniz, bu derslerde meditasyon yapmayı öğrenmedik, hatırladık sadece”...

“Soruları unutun. Gözlerinizi de kapamayın, bakmayın, görün ve hatırlayın..”

Panoda çeşit çeşit el yazıyla aynı şey yazıyordu.
Hepsi en çok sevgiyi hisettikleri, hafifledikleri, soruların olmadığı o yeri ve gidilecek yolu tarif etse de, aslında sadece hatırlamıştı.

.

.

Oda kalbimde, oraya nefesimle gittim...

.
.

.
Brajeshwari / 07.06.2010



yolculuğa çıkarak, hatırlamak isteyenlere minik bir hediye....
.

01 Haziran 2010

Bitirmek yada Başlamak...


Limon çekirdeğini, sivri ucu aşağıya gelecek gibi toprağa dikin diyor okuduğum sitede... Sivri ucu aşağıya doğru kök salar önce... Sonra boy verir limon, filizlenir... Ayrıca yüksek bir saksıya gömün diyor. Kökü diklemesine uzar ve sonra yayılır toprağa... Seviniyorum bu ince detayı öğrendiğime... Ben limon çekirdeklerini sadece toprağa gömmüştüm. İçlerinden iki tanesi filizlenmesi bu yüzdenmiş demek. Onların sivri uçları toprağa doğru köklenmiş şans eseri...

Limon çekirdeklerim toprağa sarılarak büyüyorlar şimdi... Uzun, büyük yapraklı çiçeklerimin arasında, tam da umudumu kestiğim bir zamanda, minicik saksılarından bana gülümsedikleri o anı unutamam... Şimdi her sabah kalktığımda bu güzel mucizeye tanıklık ediyorum.

Köklenmek ne kadar keyiflidir. Yaşadığınız yere köklenirsiniz, dostlarınıza, ailenize, sevgilinizin gözbebeklerine, yaptığınız işe... bağlanırsınız. Onlarla beslenirsiniz adeta, çoğalırsınız öyle... Susuz kaldığınızda yapraklarınız üzülür, çiçekleriniz solar bazen ama toprağa, köklerinize inancınızı hiç yitirmezsiniz aslında...


Çiçeklerimin topraklarını, saksılarını değiştirirken korkarım. Solmalarından, küsmelerinden, yeni yerlerini sevmeyeceklerinden korkarım. Ama toprak yenidir, saksı yenidir, kök onlardadır. İçimden “korkmayın” derim hep, “daha iyi olacak böylesi”.... Öyle de olur. Bir kaç gün yeni saksılarında durgun bir alışma devresini geçirirler, sonra yeni bir yaprak görünür gövdeden... Sevinirim...

Yıllar önce eğitim için İngiltereye gittiğimde bunu hissetmiştim. Ailemden, arkadaşlarımdan, evimden uzakta bir ben... Yabancı bir ülke... Bir bavul... Bir ay boyunca saksısı değişmiş çiçek gibiydim. Solmuyordum ama köklerimle yaşama sarılamıyordum da.... Öyle yaşıyordum. O zaman daha iyi anlamıştım. Herşey köklerimde gizliydi zaten... Tüm sevdiklerim benimleydi, onlar benim köklerimdi. Bunu öğrendikten sonra biraz daha büyüdüm ben....

Yeniden başlamak adına, bitirmenin sancısı çekiliyor her zaman... Köklerin hatırlatıyor seni, sevgini, sevdiklerini... Gitmek mi? Kalmak mı? Bitirmek mi? Başlamak mı? daha zor diye sorarlar ya... Aslında yaşamak en güzeli.... Yaşamayı becermek, ayakta dimdik.... Hatıralarına sahip olmak, onları özleyerek yok olmak yerine, varlıklarından keyif alarak devam etmek yaşamaya....

... Bir alışveriş merkezinde dolanırken, karşıdan bana doğru bir çocuk koşuyor. Sarılarak kucağıma atlıyor. Faruk bu... Kreşteki öğrencilerimden en haylaz olanı... Ama aklı fazla olduğu için haylaz... Derslerimizde hiç böyle bir sevgi gösterisi görmemiştim ondan, daha çok onu zaptetmeye çalıştığım anlar geliyor o an aklıma... Kucağımdan inmeden, annesiyle tanıştırıyor beni... Sonra biz annesiyle sohbet ederken, o kucağımdan iniyor ve scooterına binip, alışveriş merkezinin ara koridorlarında kendisine fazla gelen enerjisini boşaltıyor. Tam annesiyle vedalaşırken, bir ağlama sesiyle irkiliyoruz. Faruk scoterından düşmüş, yüzünden kanlar boşalıyor. Koşarak yanına gidiyoruz. Gözlerindeki yaşlar, yüzündeki kanlara bulaşıyor. Hemen yüzünü ıslak mendillerle siliyoruz, yarasına mendil basıyoruz. Ben hiç olmadığım kadar soğukkanlıyım ama içim titriyor bir yandan. Faruk’un elinden tutup, konuşuyorum onunla... Yüzünü silerken minicik bir yarası olduğunu, derste yaptığımız nefes oyunuyla sakin kalmasını söylüyorum. Faruk ağlamayı bırakıyor. Annesi sakinleşince, hemen en yakın sağlık ocağına gitmek üzere ayrılıyorlar. Aradan 4 gün geçiyor. O dört gün boyunca merak ediyorum onu... Bugün sabah kreşe derse gidiyorum... Faruk sınıfa girince, hemen nasıl olduğunu soruyor ve yarasına bakıyorum. Küçük bir bandajla halletmişler. “ Merak ettin mi beni öğretmenim” diyor. “ Etmez miyim “ diyorum. Dikiş atılmamış olması içimi rahatlatıyor... Tüm ders hep yanımda duruyor Faruk... Uslu, uyumlu, her oyuna katılıyor. Dersin sonunda, dinlenme pozunda yanıma yatmak istiyor. Terlediğini görüp, teri yarasına gelmesin diye alnını siliyorum. Dinlenme pozunda anlattığım tüm hikaye boyunca bana gülümsüyerek, sevgiyle bakıyor...

15 Haziranda miniklerim yoga sertifikalarını alacaklar. Sertifikalarının sonunda, çocuk yogası eğitimimin güzel sloganı “Sevgiyle paylaş, eğlen ve öğren” yazacak.

Hiçbirşey bitmez, hiçbir şey başlamaz, sadece herşey başka bir şekilde devam eder aslında.... Köklerimi nereye ekersem ekeyim, kalbimde o bakışın hatırasının hep kalacağını biliyorum. O bakış, bakışları, hepsinin güzel, saf, tertemiz sevgileri.... bana öğrettikleri....

Kökler yaşama dair bilgiyi, güzel anıları ve bizi ayakta tutacak sevgiyi taşır...
Ve ben köklerimi nereye ekersem ekeyim, bileceğim ki hepsi benimle...
Onları çok özleyeceğimi bilsem de,
sevgiyle paylaştığımızı, çok eğlendiğimizi ve öğretirken en çok kendimin öğrendiğini hatırlayıp,
sarılacağım köklerimle toprağa,
ve devam edeceğim yaşama- yaşamaya...

..
Brajeshwari.dd / 30.05.2010

..
bu yazıyı yazarken bu parçayı dinledim..

(winter song -Sara Bareilles & Ingrid Michaelson)
.
*Çocukların fotoğraflarının internette dolaşmasını etik olarak doğru bulmadığım için, yoga dersine girerken çıkardıkları minik ayakkabı ve terliklerinin fotoğrafını yazıma anı olsun diye koyuyorum.