19 Aralık 2007

Çocukluğumun Bayramları

Şimdi bayram gelince aklımıza tatilden başka birşey gelmiyor.Yorulan bedenlerimize biraz uyku çekmek, biraz çalışılmayan günün keyfini sürmek için bir firsat gözüyle bakıyoruz bayramlara... Arada yapılan hızlı ve usulden ziyaretler bitince, tatil başlıyor..

Ben şanslı çocuklardandım. Annem ve babam, her bayram (hani yollar bu kadar kısa değilken) ablam ve beni toparlayıp Anneannemlere Edirne’ye götürürdü bizi... Zor zor giden otobüslerde, sabırsız bir çocuk olarak sorardım hep “Anne geldik mi?” diye.. Annem bana hep, otobüsün ön camını gösterip; Selimiye camisinin minarelerini görünce gelmiş olacağız derdi. O yollar hiç bitmezdi... O minareleri bir türlü görünmezdi.. Çocukluğumda yollar boyu ya bu şekilde yada uyku ilaçlarıyla kandırıldım..

Teyzelerimden biri ve ailesi Adana’dan gelir, Biz Ankara'dan giderdik. Edirne'de yaşayan 2 teyzem ve eşleri, onların çocukları, anneannem, dedem ve biz, m'aile bayram yapardık.. 2 katlı apartmanın 3 dairesinde yaşayan ailenin, ev kapıları hiç kapanmaz.. Apartmanı da içine katarak, evler arası oyunlar oynardık. İçinde kayısı, mürdüm eriği ve şeftali ağaçlarının olduğu arka bahçede 6 kuzen çocukluğumuzun keyfini sürer, kah salincakta sallanır, kah maymun gibi ağaçlara tırmanır meyve yerdik. Evin altındaki büyük garajda top ve saklambaç oynardık.. Evde yemek yapılınca, büyük merdivenlerden koşarak çıkar.. Eğer yemekte maydonoza ihtiyaç varsa, gidip bahçeden toplardık.. Dedem torunlarının gelmesi şerefine kasa kasa Uludağ gazozları alır. Hepsinin üstüne hiçbir torununa hak geçmemesi için, isimlerimizi yazardı.. Anneannem, biz seviyoruz diye sıcak lokmalar pişirir, biz yedikçe keyfi yerine gelir, bizi kuzucuklarım diye sever, yedikçe yedirmeye uğraşırdı.. Evde şenlik havasi olurdu hep.. Yemekler kocaman masalarda, bereketli ve kahkaha dolu olurdu. Geceleri, 3 eve bir şekilde sığışan tüm ailenin büyük bir çocuk odasi olurdu. 6 kuzen çek yatlardan, yer yataklarına beraber yatar sabaha kadar gülmekten uyuyamazdık...

Bayram günü geldiğinde, kurban kesimine hiç şahit olamazdık. Dedem erkenden hallederdi tüm işi... Biz tepeden tırnağa yeni bayramlık kıyafetlerimizi giyinip, kendimizi güzel hisseder, o gün ne kadar kar edeceğimizi düşlerdik sadece.. Anneannem harçlık konusunda her zaman daha cömertti... Dedem her bayram olduğu gibi şakatör imajıyla, elimize bir mendil tutuşturur.. Sonra buna inandığımızı görüp kıyamaz, tekrar el öptürüp, bayram harçlığımızı verirdi.. Kendisi Edirne’de hatrı sayılır insanlardan biri olduğu için, bizim kalabalığımızın yanında 3 gün evden misafir hiç eksik olmaz. Kat kat açılmış ev baklavaları ikram edilir, gün içinde ocağı sönmeyen çaylar demlenirdi..

Bayramın en güzel günü ikinci günüydü.. Misafir ağırlama faslı bittikten sonra, biz torunlar Selimiye Camiisinin ön bahçesinde kurulan Lunaparka götürülürdü. Lunapark namına aslında şimdinin lunaparklarına benzer birşey olmazdı ortada.. Sallanan salıncaklar, cember atıp hediye kazanma oyunları, kaydıraklar, koska helvalar, elma şekerleri ve bir sürü bayramlıklarını üzerinden çıkarmamış mutlu çocuk... Hepsinde aynı bayram çoşkusu ve neşesi... Sonra iadeyi ziyaretlerle ve akraba çocuklarıyla oynanan oyunlarla gün biterdi..

O zaman digital makine yoktu.. Her bayramın 3. gününün sabahı, dedem tüm aile bir arada diye fotoğrafçıyı çağırır. Aynı mekanda her bayram olduğu gibi aile fotoğrafı çektirilirdi.. Biz her bayram, o fotograflarla büyürdük.. Sonra teyzelerim ve annem, piknik sepetlerini hazırlar, arabalara doluşup, konvoy halinde Meriç nehri kıyısındaki Söğütlüğe doğru yol alırdık.. Biz çocuklar bu verimli topraklarda yetişen ağaçların arasında oynarken, piknik ve açık hava bize şehirde hiç yaşamadığımız mutluluğu yaşatırdı.

Benim çocukluğuma dair tüm bayramlarım hep böyle geçti.. Ben şanslıydım.. Şimdi nasıl özlüyorum o havayi anlatamam. Tüm kuzenlerim ve ben büyüdük,hayata karıştık.. Artık hiçbirimiz bayramları böylesine bir çoşkuyla yaşayamıyor biliyorum... Dedem zaturre geçirdiği için hastanede yatıyor bu bayram ne yazıkki.. Ama yinede inançlarına bağlı bir adam olduğu için, kurban kesmek için çıkmalıyım diye doktorlara kök söktürüyormuş.. Anneannem, lokma yapmasa da olur du bu bayram, ama o da yaşlılığın verdiği yorgunlukla son gördüğümde beni sıklıkla tanımayıp, anneme “Ayşe komşunun kızı gelmiş, gel ilgilen” diyerek içimi mahvetti..

4 günlük Bayram tatilini tatilden saysamda, yarın çocuklarım olduğunda bu bayramları bu kadar keyifli, tatil değil adı gibi -"bayram" gibi yaşatabilecekmiyim diye düşünüyorum..

Anılarımda yaşayan bayramlar o kadar çoşkulu kaldı ki, o yüzden ben;
bana böylesi güzel anları yaşatan tüm aileme her zaman minnettar kalacağım.....


Hepinize iyi bayramlar..
ve tabi iyi tatiller..

22 Kasım 2007

HAYAT BİR ŞARKI OLSA...

Hayatı bir şarkı gibi yaşamak sanırım harika bir şey olurdu. Ritmiyle, melodisiyle ve aslında anlattığı sizin öykünüzle....O öyküye ruh katan melodi, bazen davullarla çoşup, bazen keman ile ince ince yüreğinizi seslendirse, bazen de duyulması güç bir tını da birşeyler fısıldasa.. Derinlerinizdeki çığlığınızı, hüznünüzü ya da yanlızlığınızı anlatsa da yada..

O bizim öykümüzü anlatsa, sessiz ve sözcüksüz, ama bir dolu şeyi yüreğimize eş hissettirse.. O melodinin tamamında kendi öykümüzü bulabildiğimiz bir şarkı olsa...

Hayatınız bir şarkı , bir melodi olsa hangisi olurdu ? Ne hissettirirdi size?

Hayatı bir şarkı gibi yaşamak.. Ama o şarkının bir yerine takılı kalmadan... Başa alıp alıp durmadan... Müzik bizi nereye götürürse, sürüklenip, kendimizi alıkoymadan, aynı hayat gibi bırakabilir miyiz ritme ve ritmin bize yaşattıklarına...

Müziğe kendimizi bıraktığımız gibi dans etmeye başlar mıyız peki sonra... İçimizden geldiği gibi.. Ezberlediğimiz figürleri bir kenara bırakıp...Hissettiğimiz gibi... Acaba saçmalıyor muyum demeden....Gözlerimiz; bize bakan gözlerin ne düşündüğünü umursar bir halde dışarıya dönük olmadan... Hatta gözlerimiz olmasa...

Kapatın gözlerinizi...Elleriniz hareket etsin, salının ve içinizdeki tempoyla melodiye bırakın kendinizi....Kontrol etmeden o hareketleri....Sağa üç adım, hoop sola 3 adım olmadan.... Bildiğimiz tüm figürleri-hissettiklerimiz ile yer değiştirebilir miyiz peki...

En iyi dans edenlerin gözleri açıkta olsa, aslında dışarıda bir şey görmediklerini gözlemlerim hep...Ve benim için profesyonel dansçılar belli bir eğitimin yanı sıra, ruhlarında da o ritmi hissederek aktarırlar danslarına... İzlerken hissettirirler, çünkü gözlerimle değil, ruhumla algılarım o duyguyu.. İçim titrer.. Aynı, eş duyguları hissederim.. Onlar dans ederken, ben hissederim.

Dansı bir oyun gibi görenler, sadece oyunu oynar ezbere... Sağa dön , Sola dön, tempo tempooo...Tempoyu tutturmak için direnen beden ile, aklın ısrarı eşlemez ya bir türlü... O bir dans değil savaş olur... İçinde ruh olmadan, hissedilmeden yapılan herşey bir savaş değil midir? İçinde direnme olan, içinde ezber olan, kazanan kaybeden olan, olması gereken olan,....

Bir başka dans şekli ise, hissettiği gibi dans etmektir... Bir ortamda dans ile profesyonel olarak alakası olmasa da hissettiği gibi dans eden birine güldüklerinde, genelde kızarım.Adamın eli kolu ayrı, bacağı farklı oynasa da, bilindik tüm figürleri es geçse de, gözleri kapalı-kendinden geçmiş meditatif bir haldedir.. Bedenini, ruhunu tempoya bırakır....Aklı ezberlenen figürleri çöpe atmış, kalbiyle teslim olmuştur ritme...Ben böyle insanları hep takdir ederim.. Hissettikleri gibi dans edebildikleri için...Dışarıda bir şey yoktur..Ona bakanların ne dediği de... Beden, ruh ve ritm içselleşip, hareket olmuştur teslimiyetinde... Özgürdür... Dışardan ona bakanlardan alkış beklemez..Öyle bir kaygısı da yoktur..Onun hissettiği – onun ritmi budur, hayat gibi hissettikleri de dışarıdan takdirle beslenmez çünkü... Kendini kanıtlamak için figürleri yoktur.. İçinde bir tempo vardır ve bir de teslim oluş, figürsüz-kuralsız...Ben böyle hissettiği gibi dans edenlere gülenlere kızarım.. Hissettiğinle kendini akışa bırakmanın komik bir yanı yoktur çünkü......

Hayatın bin bir hali aslında çok şey anlatır bize...
Dans gibi yaşamak, içimizdeki ritme ayak uydurur gibi akışa bırakmak kendini ...

Bir şarkı, bir melodi düşünün.. O sizin şarkınız, sizin yaşamınız olsun..
Gözlerinizi kapatıp, yüreğinizden hissedin şarkınızı.....
Sonra bırakın ritme kendinizi...
Teslim olun ona, hayat gibi...
Hissettiğiniz gibi dans edin....
Salının..ellerinizi kollarınızı kullanın...

Ve bir hayat seçin, o sizin müziğiniz olsun..
Ritme bırakacağınız kendinizi..
Tümünde hayatın çoşkusunu, hüznünü beraber görebileceğiniz...
Siz olan..Sizin olan..Temposu sadece sizin içinizle eş olan...
teslim olun ritme ve akışa...
Direnmeden..Ezber bilmeden...Dışardan takdir beklemeden...

Ve elleri kolları serbest bırakın...

dans edin hayatla..
O sizin sevdiğiniz melodiyi
Zaten size şu anda mırıldanmakta...

Brajeshwari / 22.11.07

15 Kasım 2007

Sevgilinin selamı: Nefes

* Bu yazı,Genç Gelişim Dergisi-Aralık 2007 sayısında yayınlanmıştır.

"Nefes alışın şartı nefes vermektir...Ve nefes vermenin şartıda nefes almaktır... Yani bir sıkışmanın şartı açılmaktır... Göze karanlık sunulur sunulamaz aydınlığı ister... Karşısına aydınlık çıkarılınca karanlığı arar.. Hayatın ölümsüz formülü burda kendini gösterir..." Goethe

Sakin olmaya çalışıyorum.. Ne zaman kontrolüm dışında bir şey gelisse, kalbim pıt pıt hızlı atmaya başlasa... Derin ve daha derin nefesler alıyorum.. Kocaman bir zamana yayıyorum nefesimi.. 3 boyutlu dünyayı içime çekiyorum önce, dolaşıyor ciğerlerimde, veriyorum sonra, tüm hızlı birikmiş nefeslerimi yavaşça, bir nefesle..

Günde ortalama yirmiüçbin kez yapıyorum bunu ben, her insan ortalama böyle bir rakama ulaşırmış çünkü günde... Biriktirmeye başlamalı nefesleri.... Nefesle başlayan bir hayat, ve emaneti teslim alınan son bir nefesle bitmeden önce... Kalbimizin çarptığı, nefes aldığımız her an, umutla, aşkla, mutlulukla dolu bir hayat yaşarken ve bazen unutuyoruz ya şükretmeyi; aldığımız, alabildiğimiz her nefese...Ve o nefeste, aslında binlerce sır saklıdır.. Bize verildiği an’dan itibaren ve bizden alınacak zamana kadar bir ömür taşıdığımız...

Nefesimizi kontrol ettiğimizde, kalp atışlarımızı da kontrol ediyoruz.. Tıbba göre, İnsan kalbinin bir yaşam içinde atma sayısı ortalama olarak yedi milyarmış. Yani yedi milyar atış tamamlandığında fizik bedenimizin ömrü bitiyormuş. Yaşamı uzun tutmanın sırrı da işte burada ortaya çıkıyor. Uzun yaşamamız için kalbin atış sayısını yavaşlatmamız gerekiyor. Kalbimiz hızlı attığı zamanlar yaşamımızın süresinden çalıyoruz belki de.. Ve ne zaman nefes alışlarımız hızlansa, kalbimiz atmaya başlıyor hızla, hızlı.. Kalbimizi yavaş attırabilmek ya da kalbi yavaşlatmak için, zihni sessiz ve sakin duruma getirebilmek gerekiyor. İşte bu noktada nefes’in önemi çok daha anlam kazanıyor. Kalbimiz hızlı attığında, nefes alış veriş tempomuzu kalbimizin atmasını istediğimiz bir ritimde devam ettirmeli... Bir süre sonra kalp ve nefes ritimlerinin senkronize olmalı ve dolayısıyla kalp ritim hızının, nefes ritmimizin hızına düşmesini sağlamakta aslında elimizde...

Nefes, içinde kocaman bir sır saklarken bizi yaşatan ve bize verilmiş olan, bir de anahtarı veriyor yaşamı uzun kılmanın... Ama hayata dair de en anlamlı olan mesajı da içinde barındırıyor. Nefes aldığın sürece yaşarsın ve tabi verebildiğin sürece... Hayatta da, aldığın kadar- verdiğin sürece varsın...Beslediğin kadar da , katabildiğin ile....

Her nefeste istemsiz çıkardığımız “ h” harfi, Arapça’da Allah anlamına geldiği için, sadece nefes ile zikir eden dervişler varmış.. Ve biz her nefeste Yaradanın varlığını kalbimizden hissederiz aslında her yirmiüçbinde bir.. Ama ancak nefesimizi dinleyip, onu hissedebildiğimizde... Ve o nefestir kimseye veremediğimiz, hepimizde var olan ve hatırlatan bize dünyeviliğimizi.... Onu hatırlayanın kendine bakmaya başladığı... Karşısındakinde de var olduğunu hatırladığı... Ve bu bilinçten sonra benden çok “biz” demeye başladığı...

O an’ın efendisi...”İşte yaşıyorsun,şükret” demenin en yalın yolu... Ve büyüdükçe unuttuk nefes almayı.... Tıkandık... Soluksuz kaldık bazen....Tükettik mi nefeslerimizi.......Ve içimize çekip, verdiğimizi anlamlandıramadık mı çoğu zaman... Sıkıntıdan offlarken heba mı ettik nefeslerimizi ... Başka nefeslere ihtiyaç mı duyduk yoksa soluk alabilmek için.... Karşımızdakine nefes aldırmadığımızda olmadı mı aynı havayı solurken biz...

Nefes aldığımız sürece yaşıyoruz ve tabi verebildiğimiz sürece... Hayatta da; aldığın kadar -verdiğin sürece varsın... Beslediğin kadar da, hayata katabildiğin ile.... Hayat bize bunları öğretirken, biz nefes almaya devam ediyoruz... Bazen koklar gibi maviliği, bazen öper gibi rüzgarı.... Bazen kana kana, bazen dura dura, kesik kesik... Ve bazen aldığımızla algılıyoruz hayatı, bazen de sadece verdiğimizle... Oysa hayat öğretiyor ikisinin de eşitleneceğini bize.. Nefes alıyor ve veriyoruz... Aynı eşitlikte hayat dediğimiz yaşamın eşiğinde... Ve bu sırada sır hala saklı duruyor her nefesin çekiliş ve verilişinde.....
...
Brajeshwari / 08.11.07

20 Ekim 2007

Aynaya bakarak....


Aynaya bakarak taklit ediyorum o anı... Gözbebeklerim büyüyor önce..” inanmiyorum.. gerçekten mi” diye soruyorum birkaç kez kendi kendime.. Kocaman oluyor gözlerim.. Aklım hala almıyor “nasıl” olduğuna.. Sonra ellerimle açık kalan ağzımı kapatıyor, şaşkınlığımı gizliyorum kendime. ” Aaa bak ya” diye diye... Kalbim daha hızlı atmaya başlıyor.. Gözlerim doluyor bir anda mutluluktan.. Elimi kolumu koyacak yer bulamıyorum..”Biraz oturayım bunu hazmedemeyeceğim böyle diyorum.” Gülümseyerek “ bak ya Tanrı’nın işine “ diyorum hala yarı inanır –yarı kandırılmışım gibi.. Gülümsüyorum.. İçimdeki herşey akıp gitmiş gibi.. Koca bir boşluk, bir anda büyük bir mutlulukla dolmuş gibi.. Gözlerim dolarak gülümsüyorum.. Deli gibiyim... İçim dolu dolu oluyor böyle.. Mutlu mutlu...Çok ağlamak istiyorum sonra.. Bu kez de mutluluğa ağlamak..”Şans mı –kader mi” diyorum..Tüm evren çok güzel geliyor ve ben herkesi kucaklamak istiyorum o anda... İçim içime sığmıyor.. En yüksek dağı aşabilecek, en derin kuyuya korkusuzca girebilecek kadar cesur hissediyorum kendimi... Mutluyum çünkü... Evren beni hediyelendirmiş... Sefasını sürüyorum bir gözlerimi silerek, bir gülerek, birden güçle doluyor içim.... İnancım artıyor mucizelere bir daha ... Teşekkür ediyorum...

Kimlere haber versem.. Nasıl versem diye düşünüyorum... Nasıl muzurluk yapsam... Sevinirler mi benim kadar... Haberi verdiğim andan sonra, sessiz kalıp onları dinleyeceğim geliyor aklıma.. Ne derler ki? Kalpleri benimle bir atar mı ki o anda... Annemin gözleri dolar.. Hisseder miyim ki... Babam gururlanır kesin tok tok konuşur... Ablam benden daha sağlamcıdır.. Kafası karışır.. Güçlü kalakalır yeşil gözlerini kocaman açıp sanki.. Selma, kocaman gülümser, içi sevinir biliyorum... Sonra siz varsınız haber verilecek.. Aklıma geliyor.. Tüm bunlar aklıma geliyor..Aynanın başındayim..

Bilkent üniversitesinde hazırlıkta okuyordum.Yeni yetme üretkenliğim hazırlıkta ingilizce okuyarak ölüyordu.Okulu sevmiyordum. Çünkü Hacettepe Güzel Sanatları kazanmak için 4 arkadaş iki yıl boyunca Muharrem Pire’nin atölyesinde ders almıştık. Beraber herşeyi yapıyor,beraber hayaller kuruyorduk. Öyle öz güvenliydik ki, hiç ayrılmayacağız sandık..2 kişi sınavı alabildi.Onlardan biri değildim.. Bilkent Üniversitesi Grafik Tasarım bölümüne girdiğimde hala tatmin olamamış ve mutsuzdum. Üzerine çiçeklerini kendi çizip boyadığım hippi kot pantolonumla , yeni yetme teyze görünümlü topuklu kızların arasında şaşkın kalmıştım. Ellerimde çıkmamış boyalar vardı,ojeler yerine... Arkadaşlarımı ve gerçekleştiremediğim hayallerimi özlüyordum.. Bir derste, çocuğun birinin kaş- göz oynatıp, elinde arabasının anahtarını sallayarak bana kur yaptığını algıladığım an, tekrar denemeye karar verdim.Tüm motivasyonum bu oldu..O yaz evde karşıma aynayı koyup, desen çizdim durmaksızın.. Ailem benim hayal kırıklığımın farkındaydı. Ama onlara hiçbirşey söylemeden, tatilden Ankara’ya dönüp gizlice sınava girdim. Sonra sınava girdiğimi unuttum..Ya olmazsa... Ayrıca önümde hazırlık atlama sınavım vardı halledilmesi gereken.. Güzel sanatlar sınav sonuçları açıklandığı günü tamamen unutarak yaşadım. Kursa beraber gittiğim yakın arkadaşlarımdan birinin telefonu ile o gün sonuçların açıklandığını öğrendim. “Gel de bak nereyi kazanmışsın” dedi sadece.. Heyecanlanamadım.. Heykel bölümünü kazanmışsam gidebilir miydim ki Hacettepe’ye diye düşündüm... Nereyi kazanmıştım ki.. Korkuyordum.. Bir kez o listede adımı görememenin verdiği umutsuzluğu tatmıştım çünkü..

Servise atlayıp, Üniversitenin yolunu tuttum..Bu okulu, taze hayallerimi ve onlara sahip olabilecek miyim diye çok düşündüm yol boyu.. Listeler rektörlük binasında asılıydı.Rektörlük binasına gitmeyi olağanca geciktirdim.. Bir çay aldım, sevdiğim bahçeye bakan bir bankta oturmaya başladım.. Etrafta sınavı kazanan mutlu yüzlerin yanında, kazanamayan çaresiz bakışları inceledim uzun uzun.. Hangisiydim.. Artık mesai saati son bulup, etrafta kimseler kalmadığı bir zaman diliminde listenin olduğu binaya doğru ilerledim.. Listelerde toplam 80 kişi vardı.. Her bölüm için 20 kişi almışlardı.. Derin bir nefes alıp, kendimi aramaya başladım.. Izdırabımı daha çok arttırmak için, Heykel bölümünden başladım parmakla aramaya.... Yoktum o listede.. Listede olmama hissini bildiğim için, bir yıl önceki aynı sızıyı hissettim içimde.. Arkadaşım dalga mı geçmişti dedim içimden.. Sonra hızlıca her isme bakıp, titreyerek merdivenlerden servis yolunu tuttum.. Dayanamayacaktım.. Elim ayağım durmuyordu.. Servislerin olduğu durağa vardığımda ne düşündüğümü hatırlamıyorum. İçimde ne ile savaştığımı ya da..Zaman durmuş..Kalbim atıyordu sadece, korkuyla, heyecanla, ümitsizlikle.. Üzerime çullanarak, bana sarılan bir beden beni kendime getirdi.. ”Kazanmışsın işteee...baktın mııı” diye bağırarak sarılan... “Bakmadım neyi kazanmışım” diye sordum artık çaresizce... Açlıktan dilenen biri gibi yardım istiyordum aslında.. Bakamadım...”Söyle n’olur..söyle hangi bölümü” Gözlerim dolarak soruyordum.”söylee”..

O an aynı tanımladığım mutluluğu dalga dalga içimde hissettim .. Ağlamakla karışık gülmek, inanamamak, yığılıp kalacak gibi olmak, kalp çarpıntısıyla binlerce teşekkür etmek evrene ve herşeye..Yeni hayaller kurmak, eskilerini de içine gerçekten katarak... Eve gitmek tüm toefl kitaplarını yırtarak kurtuldum sizden diye haykırmak... Bin bir düşünce... Sonra Annemin ağlayan sesi, Babamın tıkanışı telefonda, Ablamın hala sakladığım duygulu mesajı..

Böyle bir heyecan az mı yaşanıyor artık bilmiyorum.En son Selma’nın hamilelik haberine duygulandım böyle.. Ağlamakla karışık gülmek.. Mutluluk hissetmek duygulana duygulana.. Biri “ ne oldu biliyor musun? -bir haberim var sana ” dediğinde içim korkuyor..”Kötü haber değil değil mi ” oluyor ilk tepkim... Ben mi suprizlere tıkadım hayatımı..Yoksa sizde böyle misiniz benim gibi.. Hayat korkutuyor mu hep kötü haberler duyar olduğumuzdan yoksa.. Uzun zamandır böyle bir mutlu suprizin hayalini kuruyorum ben işte. Ne olacağını bilmiyorum. O haberin ne olacağını gerçekten bilmiyorum.. Supriz melekleri bu akşam bir de beni yazılı duysunlar diye yazıyorum.. Meleklerim, beni görseniz aynadaki taklidimde çok başarılıyım.. Hazırım yani.. Geçen gün dişlerimi fırçalarken taklide o kadar kendimi kaptırmışım ki, içim böyle mutlu mutlu, gözlerim dolarak gittim yatağıma..

Hayat gerçekten suprizlerle dolu... Bende çağırıyorum işte... Kafamda boş boş yaptığım hesapları al aşağı etsinler her defasında... Ben hazır aynada taklitlerle ve gerçekten inanarak suprizin yerini yaparken, ve hatta Aynadaki taklidimle Oscar’ı bile alabilecekken... Çağırıyorum.. Sonra bu taklit ile sevinecek bir sürü şey buluyorum gözlerimi dolduran.. Hayal edebiliyorum ya hiç olmazsa...bu bile yeter diyorum sonra.. Ve gönülden teşekkür ediyorum her güne ve yaşadığım suprizlere...

Hayat~;

Suprizlerini eksik etme bizlerden..
Onların farkında olmak yüceliğini bilelim hep.
Bak sonuna kadar açtım kapılarımı ...
Taklitte yapmayacağım söz..
Sadece beni şaşırt her defasında..
Böyle mutluluktan dola dola taşayım...
Belki Teşekkürüm az kalacak her defasında ..
Çünkü denk gelmeyecek içimde ki o kocaman mutluğuma..
Ama inan, O kadar sahici olacak ki o mutluluk
Hiç üzülmeyeceğim Oscar’ı almadığıma...

17 Ekim 2007

İçimdeki yol

Bu yazı,Genç Gelişim Dergisi Aralık 2007 sayısında yayınlanmıştır.
*
Devir liderleri izleme devri değil, devir insanın kendini takip etme devri”... Bu sözün içinde bin bir anlam buluyorum her seferinde..Ve kendi içimde de yollara sapıyorum ne zaman düşse aklıma bu söz.. o yollar ki, daha önce hiç gör(e)mediğim, bil(e)mediğim, hiç keşfetmediğim..

Yollar dışarıda değilmiş, ya da yönler.. Kitaplar okumuşum, hayat hocaları edinmişim, kişisel gelişim çalışmalarına katılmışım... Her birini kendi keşfimde, aracı etmişim kendime...Ama aracıyla ben arasındaki gerçek bağı unutup gitmişim o ara.. Kendimi...

Dinle demiş, dinle ve öğren kendim kendime... Ama içim ne diyor duymamışım. Kalabalık, bir uğultu ve kargaşa doğmuş sonra dışarıda benden.. Okunacak kitaplarım başucumda birikmiş.. Uygulayacağım kişisel gelişim metodlarını yapamadığım zamanlarda, kendimden ve kişisel gelişimimden geri düşmüş hissetmişim. Ve ben, beni dinlemezken, başka aracılarla dinlemeyi bir tutmuşum sonra kendimi kendi dışımda-dışarıda...

Ve içimdeki ses susmuş mu? Küsmüş mü bana?.. Kimbilir.. O kadar çok sesin arasında duy(a)mamışım onu.. Her sessizlikte mırıldanırken belki de bana.. İlahi bir mırıldanmaymış halbuki duyamadığım.. Ney’in sesi gibi.. Duru ve berrak.. Mütevazı ve sevgi dolu.... Sesler karışmış birbirine.. O hep asaletini korumuş yerinde... Sevgide kalmış... Bağırmamış, beklemiş ben duyana kadar beni... Sevgiyi bulana kadar ben içimde..

An’ı yaşamanın, ya da an'daki farkındalığın, geçip giden-akan birşey olduğunu unutmuşum. An’da bana verilen dersler, öğretileri sorgularken bir sonraki anı kaçırmışım çoğu zaman..Ve akışıma müdahale etmişim.. O müdahalede “bunu gördüm kendimde“ diyerek bulduğum şeyleri, aynı çocuğun eline aldığı şeyi binbir parçaya bölerek algılamaya çalıştığı gibi didik didik etmişim.. Elimde binbir parça kalmış sonra, atılamaz, satılamaz, bin bir parça-her biri kendi içinde parça parça ..

Ve ne doğruymuş, kime göre doğruymuş gibi sorular başlamış kafamda... Öğretici olarak seçtiğim kitaplar –metodlar bana anlatmışta anlatmış... Peki sonunda hissettiğim doğru mu sağlamamı yap(a)mamışım, bir daha karışmışım... Kimse bil(e)memiş doğru olanı... Ne içim ne dışım.. Ben bile kendi içimde doğruyla yanlışı ayırt edemediğim noktalarda bulmuşum kendimi –içimden-merkezimden-özümden çok uzaklarda..

Ve aynalar... Aynalar beni göstermiş - ben ise gördüğümü gördüğüm olarak algılamışım.. Ne kadar güzel –ne kadar kötü derken, gördüğüm yansımamla – kendimi ayrı tutmuşum... Sanmışım ki aynalarda gördüğüm değiştirilebilir yada onlar benden başka...Sanmışım işte... Aynaya bakan benim, değişimimin; tüm yansıyanda değişeceğini bilememişim... Güzel de –kötü de olanın ben olduğunu, bende var olan olduğunu sonra...İkisinin de insani olduğunu... Hayata dair olduğunu...

Savaştığım şeylerin, aslında ben savaştıkça yok olacağını sanmış kahraman yüreğim... Savaştığım şeylerin ben(im) olduğunu –benden olduğunu ve ne kadar savaşırsam o kadar büyüyeceğini –devleştirdikten sonra anlamışım...O devleşen her şey ile yürekli bir konuşma yapmışım sonra... ”Sizde bendensiniz... Barışalım mı ” diye... Bu konuşma, savaştıklarım neyse büyümesinler artik diye değilmiş kurnazca.. Onları da sevdiğimden barışmak istemişim.. Benden oldukları için...Çünkü savaşanın da-savaştıranın da ve aracı olanında ben olduğunu anlamışım...

Yormuşum kendimi.... Bir ağacın kendi doğasındaki sukunetini isterken hayatta sadece...Yeşil ağaç hani, sokakta –köşe başında her gün gördüğünüz.. Bazen fark edemediğimiz.. Rüzgarda savrulan, yağmurda umarsız.. İsyanı da, mutluluğu da bir olan o büyük gövdeli ağaç.. Hayattan, sadece o köşe başı ağacının sukunetini isterken yorulmuşum... Didik didik etmiş ve çok şey yapmaya çalışırken yormuşum hayatı da... Hayatın aktığını unuturken, kendimi suyun üstünde debelenirken bulmuşum.. Su hiçbir şey yapmadan, kaldırırken beni yukarı oysa...

“Dışarda hiçbirşey yok” derdi meditasyon hocam... Nilambara’nın da aklımdan hiç çıkmayan bir cümlesi geliyor, her gün hatırladığım ilaç olan bana .. ”Sevgiyle-içinden gelerek yaptığın herşey doğrudur”..

Yol nerdedir peki..Dışarıda mı içeride mi?

Yolu bulmak için adım atmak gerekiyormuş, her adımda içinizde gideceğiniz yollar beliriveriyor aniden..Buna da hayat deniyor işte...Hayat dışarıda değil , içeride... Bilmece varsa o da biziz, cevaplarda bizde... içimizde...

Ve o ağaç akışa bırakır kendini.. İsyanı da doğaldır, mutluğu da... Güneş mi açmış, güneşi özümser yapraklarında.. Kar mı yağıyor, beyaza bürünür.. Ve teslim olur doğaya,.. Savrulurken direnmez dalları rüzgarda.. Üstüne konan kuşları kovalamaz "çekilin üstümden, huzur verin" diye... Ayırt etmez böcekleri,kuşları... Hepsini sever açar kollarını... Gövdesine çizik atar birileri, belki acıtırlar canını.... Bilir ki kabuk bağlayıp, yenilenir gövdesi yine....

ve o ağaç bir tanedir-eşsizdir
ama doğanında ta kendisidir
bir yolun köşesinde de olsa
ormanından çok uzaklarda...

12 Eylül 2007

Yansıma ve Yanılsama

Bu yazı aşağıda linkini verdiğim şarkı eşliğinde çıktığı için paylaşmak istedim..


hayata karşı duruşlarım
içimdekilerin yansımalarıdır oysa
herkes gibi
illa sözlerle anlat diyorsan
sen hayatın neresindesin diye
hayat benden farklı birşey değil ki
anlatayım sana tutunduğum köşesini ...

içimdeki topraklarda yetişen
aslında yaşadığıma dairdir..
ektiğim ne ise
biçtiğim ve beslendiğim...

Eğer bir çiçek ekmişsem
Kokusuyla beslenirim...

hayatın neresi varsa
kaçırdığım
yetişmeye çalıştığım
aslında hepsi illüzyondur..

hayat benim içimden akar
ben
hayatın içinden geçerim..

her yanılsama gibi
gördüğümün sadece kendi aksim olduğunu
düşündüğümde
içimdeki nehirler durur
dinler
kendi yansımamın
göremediğim gölgesini..

gölgeler korkutur ya insanı
korktuğum
görmeye alışkın olduğum suretimdir...
asıl görmeye çalıştığımda
kendi gölgelerim..

içimde nehirler akar
ben hayatın içinden geçerim

sen hayatin neresindesin diye sorarsan
hayat benden farkli birsey degil ki
tutundugum kosesinden
anlatayım sana
yanılsama da görünen süretimi
yada içimde ki yansıma da
sureti olmayan
gölgelerimi...

Burcu / Brajeshwari

ay carpmasi tuttu beni..

Sevgili Brajabanita’nın 28 Ağustos ay tutulması maili üzerine, kendimdeki ve hayatımdaki değişimleri düşünmeye başladım eve gelirken.. İnternetten bakarken bildiklerim dışında da çok şey öğrendim..Bilimsel yazılara da dayanarak, bu yazıyı yazmış oldum. Sizinle de paylaşmak istedim. Astrolojiyi seviyorum...

"Güneş ışınını düşünün. Yakında olduğunu söyleyebilirsiniz, ama bir dünyadan öbür dünyaya onun peşine düşerseniz, onu asla yakalayamazsınız. Uzak olduğunu söyleyebilirsiniz, ama tam gözünüzün önündedir. Onu kovalarsanız, o sizi atlatır. Ondan kaçarsanız, o her zaman oradadır. Bu örnekten, her şeyin asıl doğasının nasıl olduğunu anlayabilirsiniz. " Huang-Po
*
28 Ağustosta Tam ay tutulması gerçekleşiyor. Evren böyle bir olaya şahit olurken, bizlerde bu tutulmadan nasibini alacağız. Türkiye’de gündüz vakitlerinde gerçekleşen ay tutulmasını malasef izleyemeyeceğiz.. Gelecek 2011 Haziran ayında gerçekleşecek ay tutulmasına belki... Ama içimizde olanları izleme şansına sahibiz..İzliyor muyuz? Ya da hissettiklerinizi ay tutulmasına bağlıyor musunuz bilmiyorum..İnanır mısınız ya da..Ben yine de yazıyorum..
*
Geçmişe bakılırsa, atalarımız her şeyin değiştiği, hareket ettiği bu dünyada kendilerine değişmeyen, referans olarak alabilecekleri bir takım dayanak noktaları aramışlar. Çünkü varlıklarını sürdürebilmenin yegane şartının bulundukları yere uyum sağlamalarına bağlı olduğunu düşünmüşler. Bu noktada en rahat izleyebildikleri Güneş ve Ay onlar için bir kaynak olmuş. Güneş’in ve Ay’ın hareketlerine göre yaşamlarını düzenlemek isteyen toplumlar onların hareketlerinin düzenli kayıtlarını tutarak bu hareketlere göre düzenlenmiş takvimler hazırlamışlar. Buraya kadar her şey güzel, fakat gökyüzünde arada sırada gerçekleşen bir olay var ki, bu zaman zaman tarihin akışını değiştirecek olaylara bile sebep olmuş: Tutulmalar. Artık günümüzde ilkokulda öğrenmeye başladığımız tutulmaların eski çağlarda toplum üzerinde çok korkulan bir etkisi varmış. Yakın tarihimize kadar böyle zamanlarda kurbanlar kesilir ve dualar edilirmiş. Eski çağlarda ve tarihin değişik dönemlerinde tutulmaların bilgisine sahip olan rahiplerin, kralların veya kötü niyetli kişilerin bu bilgilerini halk üzerindeki güçlerini pekiştirmek veya kendilerine çıkar sağlamak amacıyla bir fırsat gibi kullandıkları da olmuş..
*
Ve gelelim tutulmaların bize etkilerine... Astrolojik olarak etkilerine... Güneş tutulmasına değil, yakın tarihte gerçekleşecek olan Ay tutulmasının bize etkilerine ve nedenlerine...
*
Tam ay tutulmaları Astrolojik olarak burçları ve bizi hayli etkiliyor aslında...Bu etki tutulmanın olduğu tarihin bir önü bir sonu da olabiliyor, 6 aylık evre halinde de hayatımıza yansıyabiliyor..Ne feci !!
*
Ay tutulması, dolunay halindeki ay’ın üzerine dünya’nın gölgesinin düşmesi ile Ay’ın kararması anlamına geliyor.. Ya da güneş tutması ve ayı gölgede bırakması da denebilir buna belki de... Güneş ve Ay, ( Gece ve gündüz) hayatımızı çok etkiliyor aslında.. Güneş hayatımızın eril yanlarını ( bireyliğimizi ) / Ay işe dişil yanlarını (kişiliğimizi) etkiliyor. Güneş’le ilişkilendirilen bireyliği tanımlamanın en iyi yolu onu ruhumuzun “özü” veya varlığımızın çekirdeği olarak düşünmek... O bir ömür boyunca insanlığımızı geliştirirken bütün aktif ifademizin arkasındaki dürtücü gücü temsil ediyor. Ay’ın “kişiliğimizi” temsil ettiği söylüyorlar. Ama bu aslında, çok belirsiz bir ifade. Okuduğum yazıların ışığında, Ay’ın en azından bu yaşamımızda yanımızda getirdiğimiz “geçmiş” duygusunu temsil ettiğini söylemeyi tercih ediyorum. Ay bu tür bir geçmişte (değişik geçmiş yaşamlarda) hassasiyetle geliştirdiğimiz karakter özelliklerini temsil ediyor demek daha uygun.. . Bunlar şimdi, bu yaşamda içgüdüsel biçimde bizim lehimize çalışan yaşam tecrübeleri.. . Bunlar bizim için koruyucu, hatta bazen savunucu, gibi davranan doğuştan gelen, kökleşmiş niteliklerimiz..
*
Diğer bir dişil enerji açıklaması ise, Ay tarafından en belirgin şekilde temsil edilen insan fonksiyonu "annelik"... “Annelik “ kavramını da içine katarak dişil enerji nedir peki...? Yaptığımız annelik ve bize yapılan annelik. Bu ikisinin birbirlerinden ayrılması çok zor aslında.. Bu fonksiyon için daha az cinsiyet ayrımcılığı yapan kelime ise "besleyici olmaktır" -neticede ilgiyi, bakımı ve sevgiyi annelerimiz kadar babalarımızdan ve başkalarından da görebiliriz. Ay bizim diğer insanları ne kadar kollayabildiğimizi, isteklerini ne kadar doyurabildiğimizi ve aynı ihtiyaçları kendimizde ne kadar kabul edebildiğimizi tasvir eder. Bizim "bağlılık" konusunda rahat olup olmadığımızı gösterir. Başkalarına ihtiyaç duyma duygumuza katlanabiliyor muyuz, aktif olarak ihtiyaçlarımızın peşine düşebiliyor muyuz? Ve benzer şekilde, başkalarının bizden talep ettikleri ihtiyaçlara yanıt verebiliyor muyuz?
*
Ay aynı zamanda güvenlik duygumuz üzerindeki, bebeklik döneminden kalma, bilinçsiz ancak çok önemli olan yetiştirilme etkilerini gösterir. Bu bilinçsizdir, çünkü etkileri konuşmaya başlamadan önce alırsınız. Bunlar; bebekken nasıl bakıldığımız, nasıl doyurulduğumuz ve ağladığımızda nasıl bir tavırla karşılaştığımızla ilgilidir. Tüm bunlar ister büyük bir sevgiyle, ister endişeyle, kayıtsızlıkla veya düşmanca davranışlarla karşılansın, çocuk bundan bir biçimde etkilenir. Hayatımızın bir döneminde yaşantımızı devam ettirebilmek için kaçınılmaz olarak ailemizin yardımına bağımlıydık. Bu durumda, bu konuşma öncesi dönemde nasıl bir ebeveynlik modeli gördüğümüz, içinde yaşadığımız dünyaya takınacağımız tavrı da şekillendirecektir. Yaşadığımız dünya güvenli bir yer mi, yoksa düşmanca mı? Kendinizi sevilebilir birisi olarak hissediyor musunuz? İstenilen birisi mi, yoksa zor katlanılacak birisi mi olduğunuzu düşünüyor musunuz? Konuşma öncesi dönemde temel güvenlik duygusunu ya geliştiririz ya da bu konuda başarısız oluruz. Temel güvenlik duygusu demek, dünyayı ve üzerindeki insanları iyi ve güvenilir bulmamız demektir. Yaşamın bu bölümünün diğer insanların bize yaklaşmalarına izin vermemizde ve hayatı rayına oturtmamızda büyük bir etkisi vardır. Bu dönem aynı zamanda yaşamı bir bütün olarak görüp nasıl kurguladığımız konusunda da büyük bir öneme sahiptir.
*
Tutulma esnasında birkaç dakika da olsa Güneşin ve ışığın enerjisi, Ay yani dişil enerji tarafından bloklanacak. Bu yaşamın veya enerjinin barajlanması-şalterlerin kapatılıp açılması anlamına da geldiği için, hayatlarımızda daha önce başlamış bir dönemin bitişi olarakta algılanabilir. Diyorum ya size, Eylül çok farklı olacak..
*
Eğer 28 Ağustosta Güneş tutulması olsaydı, bu daha negatif etkiler bırakabilirdi üzerimizde (nedenlerini güneş tutulmasında yazmayi tercih ediyorum şimdilik) ... Ay tutulması Astrolojide duyguları ve bitişleri sembolize ediyor.. Bu dişil enerjinin tutulma esnasında dünya tarafından engellenmesi, maddi kaygılarımızın manevi ışığı arama çabamızı engellediği anlamına geliyor. Bu tutulma, işte bu yüzden karanlıkta yolumuzu bulmamızda, sahip olduğumuz bakış açısının ne kadar önemli bir rolü olduğunu anlamamız gerektiğini bize hatırlatacak.. Duygular, bu dönemde toplumsal etkilere göre daha etkili olacak.
*
Yolumuzu kaybetmiş gibi hissedebiliriz, şiddet ve derin üzüntü hissedebiliriz, bütünlük, kendini dışa vurma, iletişim kurma, kendini başkalarına sunma, gizli kalmış şeyleri açığa çıkarma, kararlar verme, harekete geçme, meydan okuma, çaba gösterme, değişiklik yapma, yeni bir bakış açısı kazanma, başkalarıyla ortaklık kurma, daha büyük riskler alma, daha hızlı adımlar atma, yerinde duramama, işleri yetiştirmeye çalışma, duyguların şiddetlenmesi, heyecan ve paniğe kapılma gibi hisler yaşayabiliriz, belki de yaşıyoruz..Fakat tüm bu duygular ve hareket sonunda bize farkındalık ve aydınlanma getirecek.
*
Astrolojide tutulmalar evrenin dramatik değişimler yaratmak için kullandığı en güçlü araçlar.... Bizi razı olduğumuz rahat koşullardan sarsarak çıkarır, bize yeni maceralar ve ayrıca bazı gizemleri çözmek için gerçekleri de peşi sıra getirirler. Bu arada bizi ileriye doğru ittirir, zannettiğimizden daha güçlü olduğumuzu görmemizi ve daha da güçlenmemizi yardımcı olurlar. Tutulmalar ısrarcı ve zorlayıcıdırlar ama bizi harekete geçirmekte etkilidirler. Normalde ertelenen bazı kararlar tutulma sırasında bir anda verilir.Tüm bu etkilerde tutulmanın 5 gün önü- 6 gün sonu gibi belirli bir sürece değil, uzun bir döneme de yayılabilir.
*
Gezegenler kısmına hiç girmeyeceğim.Yaptıkları transit geçiş, açıların hepsi bize evimizde- kariyerimizde- aşk ilişkimizde- para ile ilgili konularda oynak durumlara sokabiliyor.
*
Tüm bunları ister yaşadığınızı hissedin, ister bunun sadece bir doğa olayı olduğunu düşünün yine de size tavsiye olarak ani öfke patlamalarınıza, duygu yoğunluğunuza, değişimlere kulak verin.Çünkü denildiği gibi o gün şalterler açılıp kapandıktan sonra yeni bir dönem başlayacak..Suni çıkışlar, kontrol edilemez his ve davranışlarınızın iç nedenlerini sorgulayıp temize çıkabilirsek, bize farkındalık ve aydınlanma getirecek çok güzel ve temiz bir döneme başlayacağız..
*
Tüm bu bilgiler üstüne, astrolog Rezzan Kiraz gibi oldum ama...Aslında yazıma biraz sonra okuyacağınız efsaneyi hikayeleştirerek başlayacaktım.. Ama yazı efsaneleşmek değil, bilimselleşmek istedi....
*
İyi tutulmalar diliyorum hepinize kazasız-belasız...
Eylül ayı hepimiz adına güzel olacak...Biliyorum..
*
“Efsaneye göre Ay tutulması”

“efsaneye göre ay bir gün, güneşin ışığını habersizce alıp kullanır ve ışık yaymaya başlar, bunun üstüne yıldızlar mahkemesi kurulur ve aya sonsuza dek gündüzleri yasaklar. o günden sonra ay yalnızların sırdaşı kimsesizlerin dostu olur. Sadece ay tutulmalarında açık görüşe izin verilir ve ay o gün yeryüzüne inip arkadaşlarıyla görüşür.”


Brajeshwari

Doganin zeka dedigi..


Benjaminin toprağında mantarlarla uğraşıyorum günlerdir..Evimin en büyük ve gösterişli ağacı... Cinsinin “benjamin” olduğundan da emin değilim ama ben onu öyle çağırıyorum. Neyse ne önemi var ki...Benjamin evimize şimdi ablamın eşi olan –ama o zaman “eş” pozisyonunda olmayan eniştemin hediyesi.. Onun evimde sağlıklı büyümesini ve bir ömür boyu canlı kalmasını isteyişimde biraz hediye edenin değerinden... Benjamin nedenini bilmediğim bir durumdan dolayı mantarlandı... Önce önemsemedim.. Fakat sonra 1 haftalık Bodrum tatilinden döndüğümüzde, Fatih’in saksıyı torbalayarak önerdiği seralama yöntemi sonrasında işin ciddiyetini anladım.. Topraktan çıkan mantarlar torbayı aşmış bir haldeydi.. Güneş alsın diye, sevdiği mutfağın köşesinde duran Benjamin, mantar mantar kokuyordu ayrıca... Bunların yanında mantarlarda o kadar sevimliydiler ki... Bu durum, Yaradanın yarattığı herşeyi sevmem mi gerekir diye düşündürdü beni... Mantarları yine toprağı eşeleme yöntemiyle yok ettim ister istemez... Bir kuş görsem Fatih’e soracak durumda olan ben, çiçekler konusunda seralama yöntemiyle parlak fikirlerine güvendiğim Fatih’in “havalandır toprağı” dediği öneriye uydum... Havalandırdım.... Mutsuz muydu Benjamin mantarları gitti diye düşünmeden de edemedim... Yaprakları parlıyordu çünkü... Ya yararlıysa bu mantarlar ona, peki ya zararlıysa......

Mantarlar yine hortladı.. Minicikken zararsız, büyüdükçe yenecek kıvama gelir ebatlarıyla... Karışmıyorum artık...
Benjamin’e “ mantarlar seni rahatsız ediyorsa sinyal ver. Anlamıyorum dilinden” dedim. Bekliyorum.. Sinyalini...

Mantarlar yenen cinsleri, zehirli cinsleriyle bu doğada yer alıyorlar.. Bende karışmıyorum bu düzeneğe.. Evimde neyin nerde doğru olabileceğine karar verebilirim. Ama çiçeklerimin sırf ben istiyorum yada doğru buluyorum diye doğalarına karışmama kararı veren de yine benim...

Kafamın içindeki mantarlar var bir de... Bunları da eşeleyen benim bazı bazı... Havalandırınca beynimin içini yok oluyor bunlarda.... Bazen yararları olduğunu düşünüyorum... Bazen zararları... Ama yine de bunları biz kendi bildiğimizden yola çıkarak biliyor sanıyoruz doğruluğunu yanlışlığını -faydasını yararını... İçimdeki verimli topraklarda yeşeren ne ise-o yeni yetmenin yanında bazen mantar gibi biten düşüncelerden bahsediyorum.. Aniden bastıran hani... Kuşku da oluyor o, hüzün, geçmişe ait bir şey- Bazen mutlulukla çoşku... neşe..heyecan....Bitiyor... Mantar gibi.. Plöf....

Toprakların verimsizliğine veriyoruz bazen... Bazen seviyoruz onları... Bazen de kurtulmak için eşeliyoruz bir hınçla görmeden yeşerenin köküne verebileceğimiz zararı... Mantar topraktaki bir eksik mineralden dolayı çıkıyor bazen, bazen de fazla sulamaktan/ bazen yararlı-bazen de zararlı olur cinsten..Yeşerttiğiniz topraklarda minerallerden neyin eksik olduğunu bilebilir miyiz ki? Fazla sularsak büyürler de tabi... Su, mantarların sevdiği bir şey çünkü... Aynı içimizde yeşerttiğimiz şeylerin yanında biten minik mantarları suladığımız gibi dikkatimizle, ilgimizle... Kuşku da böyle büyüyor...Çoşku da.... ikisi de ne garip ki ilgi ve dikkatli büyüyor.. Toprağımızda minerallerin eksikliğini de ancak, yeşerttiğimiz topraktaki inancımızla açıklayabiliyorum... Eğer inancımız sağlamsa, biten mantar bile olsa onu iyiye yoruyoruz..

İnsan doğasının en büyük düşmanının zeka olduğunu düşünüyorum son zamanlarda... Doğada ego da yok.. Kaktüsün aşağılandığını gördünüz mü? Bu bir genelleme değildir.. Zeka oyun oynuyor çünkü... Egoyla, hırs ile, suni varsayımlarla, ön yargıyla oyun oynuyor insana... Zeka var olmayanı, var gibi gösterebiliyor bize bazen.... Halbuki insan doğası da bir bitki gibi zamanın akışında –müdahalesiz /ya da/ zamanında müdahaleye ihtiyaç duyuyor.. Hayatımızda bazen yaşananlara müdahale etmemek- izlemek ve görmekte ondan geliyor belki de...Belki de eşelediğimiz mantarların bir süre sonra tekrar bitivermesi o yüzden... Biz eşeleyip beynimizi –ruhumuzu havalandırsak bile “hala burdayım” demesi tekrar tekrar... Bitkinin en sevdiği şeyin su olduğunu düşünmek gibi, aslında yeşerttiğimiz topraklarda fazla ilgi ve dikkatle sulanan düşüncelerimiz mantar üretiyor işte böyle... Halbuki sulanmadan büyüyen bitkilerin sevgisizlik kaygıları var mı ki...?

Benjamin sayesinde mantarların sadece mantar diyip geçilmeyecek şeyler olduğunu düşündüren ne bu saatte bilmiyorum...Öğrenmek taklitten geliyormuş..Doğanın taklit edile bileni çok zor olmalı... Aralarında ayrımlar yaparken bir de...Kaktüs sevmez, cam güzellerine baka baka doyamazken... O bir ayı iken kaba, ama aslan iken kuvvetli ve çevik görünürken- zeka oyun oynarken...

Zeka böylesine oyun oynarken, insanda bu anlayışta “mantar işte “ diyip geçiyor.. Halbuki o mantar belki de yararlı Benjamin’e... Belki de değil... İzleyip göreceğiz.. Müdahale etmeden, zamanı gelene kadar... Tek bildiğim doğanın ona verdiği ile bunun üstesinden geleceği...Çünkü topraklarına sarılmış ve varolmaya inançlı çok sağlam kökleri var.. Zekası mı? Akıllı bir bitki olduğumdan hiç süphem yok... Doğasını asla inkar etmeyen...
...
Brajeshwari /04.09.07

tatiller biter mi?

Her dönüş aslında, yeni bir başlangıç olur hayatımda...Yeni kararlar alır, yeni tohumlar ekerim içime..Yeni umutlar büyütür,yollarda hayaller kurarım...

Benim tatilim Bodrumaydı. Oraya ait hiçbirşey anlatamam açıkçası... Hepimiz biraz bildiğimiz için Bodrum’u... Benim tatilim denize, doğaya ve kendi içimeydi daha çok... Yolculuk başladığı andan itibaren, bavuluma koyduğum her şeyin ne kadar çok ve ne kadar ihtiyacım olabilirlerle dolu olduğunu gördüm önce... Çanta sürükleniyor ama kalmak istiyordu adeta direnen eşşek gibi.. ”Tamam” dedim, “napalım gelin sizde... Belli ki kullanmayacağım bir sürü mini mini tshirt, elbise, etek koydum bavula ama güvende hissedeceğim kendimi..e gelin bari”... Aynı kafamda taşıdıklarım gibiydi bavulumda...Bazen ben sürükledim.. Bazen Güçlü... Bazen o taşısın istedim, bazen ben aldım yükümü.... Bodrum’a vardığımızda çıkacağımız yokuş ve evin yüksek tepesindeki merdivenlerinde ben yüklendim bavulumu ve kafamdakileri...O zaman dank etti..Ne çok şey taşıyormuşum gerekli gereksiz....

Ve manzara...Eve vardığımızda taş terastan görünen deniz manzarası ve yüzüme esen ılık rüzgar biraz sakinleştirdi beni... Bir süre dinlenmem gerekti...Yolun bir yerinde kalmıştım belkide... Belki de henüz varamamıştım hala... Yavaş geliyordu ruhum geriden geriden.. Yoldaki yalnız ağaca takıldım bazen, bazen meyve tezgahında oturan yaşlı amcanın dinginliğine, hızlı gecen manzaradan daha hızlıydı bazen de.. Ruhumu, bedenimi uyutarak bekleyebilirdim.. Ayrıca uyku bu yeni enerjiye adapte olmam için iyi bir yoldu...

Ve deniz...O kadar çok özlemişim ki denizi... Balık gibiydim..Gir çık, doya doya yüz..Balıklama atla... Kulaç at... takla at... Sırt üstü uzan, suyu dinle.. En çok sahilde oturup, denize ve uzaklara dalmayı sevdim bu tatilde.. Kitabımdan cümleler geçti, onlar kalbimde yer etti ve ben gülümseyerek baktım uzaklara, yelkenlilere, çocuk seslerine karıştı düşüncelerim... 5 kitap bitirdim.. Hepsi birbirinden geçerek, koca bir kitap okumuş gibiyim aslında...Kitapların seçimi o kadar yerindeydi ki, cümleler içimde bir sürü şeyi sardı sarmaladı, cevapladı, sakinleştirdi. Tatile çıkmadan önce gittiğim kitapçıda onlar mı beni seçti, ben mi onları diye düşündürdü sıkça..

Sonra öğle uykularım tam bir seromoni gibiydi.. Uykuyu özlemişim..Tembel uykularını.... Ama öyle güzel bedenim uyku sinyali verdi ki her öğlen....İçim uçuşarak yatakta buldum kendimi... O zor uyuyan ben, baktım her gün teslim oluyorum beyaz çarsaflara ve uykuya bir anda... Cırcır böcekleri eşlik etti bana.... Uyuuu uyuuu,teslim ol, cırrr cırrr diye bağıra bağıra...

Kemiklerim güneş ile ısınmış, dinlenmiş –aklından hiç birşey geçmeden uyanan ben, akşam çayımı içmek üzere Yalıkavak koyunun manzarasını seyrettim taş sedirde her akşam üstü... Doğa harikaydı.. Onu unutmak insanı fazlaca mutsuz ediyormuş.. Sincapları kovalayan kedileri seyrettim uzun uzun, kertenkelenin tırmanışının inceliklerini, cırcır böceklerinin akepellasını dinledim.. Bir çiçeğin kökünün taş verandada çatlaklar yaratabilecek kadar güçlü olduğuna şahit oldum... Doğanın cam güzeli ile – kaktüsün birbirinden farklı kılmadan yaşattığına.. Yargılamadan- olduğu gibi...Ve aslında o kaktüsün de, cam güzellerinin de olması gerektiğine ve o dengenin böyle sağlandığına ..Sesler renkler hepsi olması gerektiği gibiydi.. Hiçbirisi birbirini susturmadan, birbirine müdahale etmeden....İntikam yoktu içlerinde, hırs yoktu, rekabet hiç yoktu.. Ego yoktu.. Sadece varlardı.. Sokak köpekleri gördüm mutlu sonra...Kediler vardı bir de... Daha hızlı koşabilmek için hepsinin bacakları uzun, daha net tehlikeyi duyabilmek için kulakları büyüktü belki de.. Benim şişko kedim gibi değillerdi hiçbiri...Balıklar vardı denizde, gelip dizinizi omzunuzu ısıran... Kızmadım onlara...Onlar öyle seviyor olmalılar diye düşündüm içimden...

Sonra yediğim herşeyin tadı başkaydı.. Üzümler bu kadar mı büyük ve lezzetli olabilir..Ya da biliyor musunuz domates kokuyormuş hala... Pazarda bin bir meyve kokusunun içinde aradığınızı bulabilirsiniz..Öyle bir aroma vardı ki havada... Üzüm tezgahında bunlar gerçek gibi durmuyor diyerek yediğim birkaç üzümü gören satıcı “ helal olsun ablaa” diyince, özür diledim.. Öyle kaptırmışım kendimi.. Bir, iki üç “ hmm şahane”... Bunun üstüne o üzümleri almak zorunda kaldık tabi torba torba..

Bir de Gümüşlük var tabi anlatılması gereken... Bodrum’un en sevdiğim minik koyu Gümüşlük...Hiç bozulmayan, hep minik ve naif kalan, büyüyen beldeye inat... Orayı seviyorum.. Kayıkların yanı başınızda durduğu çay bahçesini, tepede duran mutevazi kilisesini, tavşan adasının esrarengizliğini ve tabi yüksek tavanlı taş evlerini... Huzurlu geliyor bana..Ömrümü o taş evlerin birinde resim yapıp, kitap okuyarak geçirebilirim gibi geliyor bana... Sırf bu dileğim yüzünden, batıl inançlarımı geliştiriyorum evrene dilek tohumu ekmenin ve istemenin yanı sıra... Tamam itiraf ediyorum, o güzel taş evin duvarına minicik sakızımı yapıştırdım.. Orda yaşama isteğimi dilek taşı gibi yapıştırdım duvarına işte... İçimden öyle geldim ve yaptım.. Fatih’e rica ettiğim sesli dileğim gibi, yakında uzak diyarlara gidenlerden 3 kere kendi etrafınızda dönün benim için sonrada bunu bunu diyin-üç kez zıplayın dersem, durdurun beni olur mu?...

Ve tatilin hüzün ve neşeyle karışık zamanı... Dönmek... Bu ikilemi çözmüş değilim..Hem gitmek istemek bildiğin yaşadığın yere –hem de kalmak istemek o güzelliklerin içinde...İki mekanın bir arada olamaması ne kadar zorluyor gidiş günü insanı...Yönünü geldiğin tarafa doğru çevirip, yol almaya başlayınca mekan kavramı ortadan kayboluyor...Gitmek veya kalmak arasında sadece kendinizin farkına varıyorsunuz.. Gitmek ve Kalmak sadece bir eylem olarak var oluyor..Aslında dönüş denen şeyi de biz yaratıyoruz... Doğamız gereği biz yaşattığımız herşeyi taşıyoruz her yere aslında... Özlediğim evimin konforunu, yatağımı, gördüğüm deniz manzarasındaki kendimi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi, anılarımı, ailemi.... Hepsini içimde taşıyorum aslında...Bıraktığım sadece gitmesi gerekenler oluyor.. Zaman hep doğru işliyor yer ve mekan tanımaksızın.. .Doğa gibi insan ruhu da kendini kandırmaya, direnmeye, hissettiklerine, olmasını istediklerine karşı hiçbir sınır tanımıyor.. Zaman hep doğru işliyor içimizde de... İnsan içine yaptığı yolculuklarda çokça bunu fark ediyor bir daha bir daha...
...
..
Brajeshwari

Gökyüzüne dalıyorum deniz diye...

"Birşeyi hatırlamak isteyen biri yavaş yürür, Birşeyi unutmak isteyen biri ise elinde olmadan hızlı yürür"… Milan Kundera /Yavaşlık

Hızlı mı yürüdüm ki bütün yıl, unutmak değil hatırlamak ve öğrenmekti kaygım oysa.. Hızlı yürürken ve yürürken ben geçtiğim yollarda, düşündüklerimi toplayamam da şimdi.. Neler düştü düşüncelerimden o yollara acaba.. Ne düşünce baloncukları havada asılı kaldı.. Sonra bağırdı arkamdan “heyyy şaşkın !! beni unuttun

Hızlı mı yürüdüm tüm yıl… Bu üstümdeki yorgunlukta ondan mı acaba… Gecem ile gündüzüm, uykumla sabahın arasında hiçbir çizgi yok, birinden diğerine geçiyorum.. Sonra işe gidiyorum, yapılacaklar, aranacaklar, tasarlanacaklar, ödenecekler, bilgisayarda koşarcasına bitirilecekler, tüm bunların arasına iki yudumda içilen kahve molalı sosyalleşmeler, yemeği sipariş ederken aynı hızla hesabı da istediğimiz bir saatlik yemek buluşmaları… Sonra gece vakti trafikte eve varma yarışı, evde bitmeyen işler, izlemek istediğim kapağını açmaya zaman bulamadığım dvdlerim - biriken başucu kitaplarım ve yorgun uykularım… Yurtdışında yaşayan bir arkadaşımla konuştum geçen gün…”Görüşmeyeli neler yaptın” diye sorduğunda hızlıya alınmış şekilde kendimi gördüm bu döngünün içinde…”iyiyim” diyebildim sadece…

İyimiydim….Sanırım evet… Tüm bu süreçlerde hayatımdaki herşey yerli yerindeydi.. İşlerimi bitirmiş.. Bir karınca misali çalışmıştım.. Ters giden bir şey yoktu gözümde … İyiydim.. İyi olmak için herşeyin düzenli olması gerektiği düşüncemden di belki de iyi oluşum…

Ve sonra tüm bu koşuşturmada bilinçsizce unuttuğum şeyi algıladım birden… Ben, şahsen Kendimi… Kendimi unutmak için hızlıca yürümüştüm işte.. Sonbahar olmuş yaprakları eze eze, kar yağmış kaya kaya , rüzgar esmiş uça uça yürümüştüm.. Sonra sıcaklar başlamış.. Yürümek o hızla becerebilecek birşey olmamaya başlamıştı.. Bu sıcaklarda aynı tempoyu bünyem kaldıramadığından “güneş geçti başıma” diye diye baygın, mide bulantılarıyla bile koşmaya devam etmiştim.. Sonra hava koşullarının yürümemi yavaşlattığı bir an kafama dank edip, kendimi hatırlamış oldum..

Öyle hızlıca geçmişim ki günleri, şaşkın bir şekilde “Kendim, ben, et ve kemik, ruh ve beden .. burdayım.. Şu an dayım… Dur “ diyebilmiştim kendime …Ve durdum..

Hava çok sıcak, ben içimdeki gölge ve serinlikte durdum şimdi… Başım hala dönmekte…Unuttuğum kendim yürümek dahi istemiyor.. Durup dinlenmek, dinlemek istiyor kendini sadece.. Deniz istiyor.. Serin ve iyot kokulu…Manzara istiyor gönlüm, uçsuz ve mavi.. Taşların arasından kayan köpüklerin ve denize giren çocukların mutlu seslerini duymak istiyor kulaklarım, gözlerim kapalı tebessüm ederken ben… Ayaklarım, göme göme basacağı sıcak kumları özlüyor.. Yüzüm, cildim tuzlu sularda yenilenmek…. Gözlerim ögle uykuları… Ruhum dinlenmek istiyor… Okuduklarımı düşünüp, gülümseyeceğim zamanları hatırlamak istiyor aklım… Sırt üstü suda yatıp, yer çekimini unutmak istiyor bedenim…Güneşin gözü kör eden ışıltısında, gözlerimi kapatıp içime dönmek istiyor içim… Arınmak için, yenilenmek için deniz istiyor ben…

Deniz, güneş ışıklarını koynuna alır ve o ışıklardan hayaller yaratır... Aslında melekler danseder yakamozlarında…. İçi hayat dolu, dışı huzurlu, neler saklar bilinmez.. Nehirler içine akar, hayatlar verir o ama o hiçbirine ait değildir aslında…Balıkçıların gerçek aşkıdır o, sır tutar, sever, besler.. Limanları vardır sessiz ve güvenli, …Bazen hırçın ve dalgalıdır… Sonsuzdur baktığınızda kendinize daldığınız... Deniz hayat gibidir mutluğun mavi olduğunu hatırlatan ama içine girdiğinizde mavinin yanılsamasına düştüğünüz…Ve yeniden doğuş gibidir deniz.. İçinde olmanızın yeterli olduğu, biriktirdiğiniz herşeyi içine alıp sizi ve ruhunuzu hafifleten - hatırlamak ve öğrenmek için tekrar adımlar atmayı öğreten…. Yıkayan, arındıran, temizleyen...

Deniz istiyorum… Tüm kış unuttuğum ben, şahsen kendim sayıklaya sayıklaya deniz istiyorum…Yenilenmek, yeniden başlamak için, kendimi hatırlamanın hediyesi ve asla bir daha bu kadar unutmamanın sözüyle deniz istiyorum mavi gökyüzüne ve bulutlara dala dala...
<')))><

18 Haziran 2007

Çoçukça Ama...

Aşk ne zaman gelip buluyor insanı... Hiç hesabı yok.. Küçükken çocuklar sık sık aşık olur ya.. İşte onlardan biri de karşınızda duruyor.. Anaokulunda çok sevgili eskittim..

Babam beni anaokuluna bırakırdı. Evde beni giydirir, geniş sokağın ağaçlı kaldırımından sohbet ede ede okula giderdik. Bana ingilizce –almanca şarkılar söylerdi. Bende onları ezberlemeyi beceremez yuvarlayıp, uydurarak ona eşlik ederdim. Anaokulu sokağın sonundaydı. Babam ile okula doğru yaklaştığımızda ben şarkıyı bırakıp, heyecanlanmaya başlardım. Bir çok arkadaşımı giriş kapısında görürdüm ve her hafta babamın elini bırakıp, topuklarım popoma değerek koşararak, bağırırdım... ”Kereeeemmm”..... her hafta yeni bir favorim olurdu.

Babam sınıfa girene kadar arka planda beni izlerdi.. Ben ise artık Kerem’in yanındaydım ya, gözüm hiçbirşey görmez olurdu.. Bu uzun süre devam etti. Babam, kızlarını pek paylaşamayan bir adamdır. O zamandan işinin zor olacağını düşünmüşmüdür acaba..

“Çocukluk aşkı işte” deniyor ama.. Aslında bence o naiflik, büyüdükçe yok oluyor.. Güçlü’nün çocukluk resimlerinden bir hikayesi geliyor aklıma... Sınıfça fotoğraf çektirmişler. Fotoğraf gayet normal... Fakat anneannesine sınıf fotoğrafını gösterirken, parmağıyla yanındaki kızı işaret edip “ bak dizimi değdirdim ben ona” demiş.. Bir nevi diz temasıyla flört ettiklerini düşünerek utanmış sonra...

Ben çocukluğumu çok özlüyorum.. Bazen Annem ve babamın bize hatırlattıkları şeyler oluyor.. Tüm detaylarını merak ederek dinliyorum onları..

Geçen babam anlattı.. Ablam ve beni Anadolu medeniyetleri muzesine götürmüş. Ablam müze gezebilecek kadar büyükmüş.Ama ben babamın elinden tutup, camekan içindeki şeylere bakma sabrımı kaybetmişim. Babamda gördüğümüz herşeyi teker teker hikayelendirmiş, beni dahil edebilmek için..”Bak bununla o zaman çocuklar oyun oynarmış, Bu tokaymış.. bununla saçlarını toplarmış anneleri”... Ben tabi ,hayal gücümü çalıştırdığı için bundan hoşlanmışım. Sorular sorarak ilgilenmişim. Müzenin etkisinden olsa gerek, birkaç gün sonra gözden çıkardığım bir kaç oyuncağımı toplayıp, babamın yanına gitmişim bir beyaz kağıt ile... Ondan dediklerimi yazmasını istemişim “ benim ismim Burcu, bunlar benim oyuncaklarım.. Sizde benim oyuncaklarımı bulursanız lütfen müzeye götürün “... Sonrada gidip, evimizin bahçesine gömmüşüm oyuncakları ve mektubumu.... Birilerinin yıllar sonra bulacağını düşünerek mutlu olmuşum işte...

Böyle çok anım var.. Annem ve babamın o zamanlar keşke daha fazla zamanları olsaydı da, yazsaydı tüm bunları diye düşünüyorum. Sanırım bir çocuğa verilecek en güzel şey, anıları...

Aşkı da- flörtü de ve hayatın herşeyini de aslında dümdüz algılıyor çocuklar.. Hesapları yok beyinlerinde.. Doğru olan düşündükleri sadece... Ve biz “küçük şey diye” onları sevimli bulurken, aslında onların hiçte sandığımız kadar küçük olduklarını düşünmüyorum...

Geçen gün asansörde alt komşumuzun 4 yaşındaki konuşkan kızıyla tanıştım. Kocaman gözlerini bana dikerek uzun uzun inceledi..Sonra bana “ Sen nereye gidiyorsun” dedi... “ İşe gidiyorum” dedim gülümseyerek..Fakat cevabımın arkasından hiç düşünmeden “ bu saatte işe mi gidilir” diye sordu.Ne olduğumu şaşırdım..Nasıl anlatabilirdim ki, kendi işimi yapıyordum,saat 10.30 da bir görüşmem vardı ve o yüzden evden geç çıkmıştım.. Bakıcısı “annesi ve babası o uyurken işe gidiyor, ondan sormuştur.” demesi bile şaşkınlığımı dindirmedi..

Eminim hepinizin böyle komik anıları vardır.Bu yazı, yaz yaz bitmez aslında...Belki de kendimize dair bunları daha çok hatırlamak, hepimizi mutlu eden birşey olur diye, ben ilk önce kendi anılarımdan başladım..

Ve yazımı en sevdiğim anılardan biriyle bitiriyorum..

Yakın arkadasım Özge ile bluğ çağımızın en güzel zamanlarından birinde oturmuş, erkek arkadaşlarımızdan bahsedip, kıkırdıyorduk. Odada Özge’nin minik kuzeni Emre oturmuş arabalarıyla oynuyordu. Bizi dinlediğinin farkında değildik..

Sonra gülüşmelerimiz susturarak...Bize döndü..
“Özge apla, siz hiç sevgileştiniz mi” diye sormuştu..

Hala bu cümle aklıma geldikçe gülümsüyorum... Ne güzel bir tamlama yapmıştı diye..
Şimdilerde kimse sevgileşmediğinden belki de... ya da sevgileşmeyi başka şeylerle karıştırdıklarından..... Hala beni çok gülümsetiyor...


Bol sevgileşmeli günler diliyorum hepinize...
BuRCu

Eşyanın Doğası Gereği


Aslında yanliş bir başlık oldu bu.. Ama yazıma bu başlığa uygun gördüm.. Ayşe Arman gibiyim.. Böyle yazarım, yazdığım gibi olanı da uygun görürüm stili..

“Eşyanın doğası (tabiatı) gereği” lafını her yerde duyarım ama niyeyse bunu açıklayacak bir paragraf bulamadım. Hani öyle şeyler vardır ya ne olduğunu bilmezsiniz ama anladığınızı sanırsınız.. Bu tabir genellikle evrendeki herşeyin değişken olduğunu anlatmak için kullanılır, aslında son derece bilimsel bir yaklaşımla söylenmiş bir sözdür. Zira eşya kıpırtısız dursa da, barındırdığı maddenin en küçük yapı taşları ha bire kıpırdar durur içinde için için..

Benim yazmak istedigimse “eşyanın ruhu” varmıdır.. Doğaya çıktığımızda ağaçların bir ruhu olduğunu, çiçeklerin bize selam verdiğini düşünürüz de, niye bir eşyanın ruhunun olması, delilik olarak görülür.. Bu evrende olan herşeyin bir ruhu vardır bence.. Düşük enerjili yada değil..

Universite yıllarımda çok sevdiğim bir arkadaşım vardı.Kendisi o kadar sevgi kelebeğiydi ki, çayına koyduğu şekeri bile sevgiyle üfleyerek ikiye ayırdığını söylerdi. Bu kadar hassas bir yüreğin, böylesi bir dünyada çok üzüleceğini düşünürdüm hep.. onunla beraberken,yüzümde tebessümüm hiç eksik olmazdı.. Üzerine çay döktüğü sandalyeden özür diler, çizim çantasına isim takardı.. Sınıfta ne arıyorsun diye soranlara, kalemimi dediğini hiç duymamıştım.. Mutlaka o kaleminde bir ismi- bir ruhu vardı .. Tabi herkes onun bu haline uyum sağlayamasa da, tatlı bir insan diye düşünürlerdi kendi hayal dünyası içinde yaşayan..

Bende son zamanlarda eşyaların gerçekten ruhunun olduğunu düşünüyorum.. Evinizdeki koltuğun size o ferahlığı vermesi de, giydiğiniz ayakkabının rahat oluşu da o ruhun size yaşattığı bir konfor diye düşünüyorum.. Yoga hocam, enerjiniz değiştikçe kullandığınız elektronik eşyalar sizinle uyumlanamayıp bozulabilirler demişti. Bunun üstüne bize “bu eşyalara tekrar kendinizi tanıtın” demişti. Pek anlayamamıştık belki de bunu ilk duyduğumuzda.. Ama düşününce doğru olduğunu görüyorum. Güçlü’nün bilgisayarındaki sorunu ben halledemiyorum, o da benim bilgisayarımdakini.. bunu en kolay böyle örneklendirebilirim. Bununla ilgili İrem ile konuştuğumuzda, o da evindeki her eşyaya kendini tekrar tanıttığını anlatmıştı. Bizde Güçlü ile aynı şeyi yaptık. ”Merhaba tost makinesi, biz senin aileniz”.. ”Merhaba Buzdolabı, Naber”... Tabi bunu yaparken hayli eglendik. Onlar selamımızı alırken, sırf bozulup bizi zora sokmasın diye konuşmaktayız biliyorlarmıydı pek emin değilim. Genelde bozulunca konuşulur çünkü “ hadi be bozulacak zamanı mı buldun “ diye.. Bunu hiç söylememiş ve “ eşyadır bozulur” diyebilmişseniz, sizin için eşyaların bir ruhu yok. Ama ben biliyorum, arabası bozulunca tekerleği tekmeleyen adamlar çok gördüm .. Halbuki arabasını dinlese diyor işte " içimin yağları kirlenmiş, balatalarım haşat, ne vuruyorsun tekerleğime tekerleğime"..

Bu ruhu biz katıyoruz onlara diye de düşündüğüm çok oldu.. Mesala annemlerin evindeki deri koltuğu sevmeye çalışsamda benimle hiç iyi anlaşamadı. Koltukta otururken yatar pozisyona geçiş yaparken, deri yüzeyin verdiği matlıktan ses çıkıyor, ayrıca yaz aylarında teniniz koltuğa değince rahatsız ediyor ve hiç rahat bir koltuk değil kendisi. Ama babam ile iyi anlaşıyorlar. Babam onu çok seviyor, o da babama yakışıyor.. Bunlara birçok örnek verilebilir tabi ki.. Kıyafetleriniz, atamadığınız eski ayakkabılarınız, arabanız...

Anneannemi gormeyeli 5 yıl oldu. Anneannem eşyanın ruhunu abartanlardan biridir gözümde.. Yaşının gereği duvarlara tutunarak evin içinde yürür. Birgün ikimizinde mutfağa gideceği tuttu..O minik minik-duvarlara tutuna tutuna yürürken, ben arkada onu takip ediyordum.Tam köşeyi dönmeden “ çekil duvar” dediğine şahit oldum. Artık o duvar biz yokken hareketlenip, ona yol mu veriyordu bilemiyorum. Kuzenimle bunun üstüne çeşit çeşit geyik döndürdüğümüzü bilirim." hey sen yine iyisin, kaderde tuvalette duvarda olmakta vardı. Şimdi bir zahmet yol ver"- " yine mi sen, hep önüme çıkıyorsun be duvar" gibi.. Şaka bir yana yine de, biz yokken o duvarların anneanneme arkadaş olduğunu bildiğimden gülümseyebilmiştim tum bunlara sadece..

Peki sizin hiç alışverişte başınıza gelmedi mi?. Benim sık sık geliyor da. Ofisimin Tunalıda olması nedeniyle sık sık vitrin görme şansına sahibim. Bankaya giderken, yol üstünde göz ucuyla gördüğüm vitrinden “ heyy beni al, ben sana ne güzel yakışırım, bi denesen ” diyen ayakkabıyı, kazağı veya eteği aldığımı hatırlarım.. “Bankaya gidiyordum ya, ben bunu ne ara aldım” diye düşünürken, torbanın içinde “ yarın beni giyecekkk-yarın benii giyeceekkkkk ” diye sevinen yeni bir eşya edindiğim çok olmuştur.Gardroba yeni alınanı koyarken diğerlerinin “ aaa Burcu daha bizi bir kere giydin, ne bu şimdi” diyenleri de duyuyorum genelde.. Kadının doğası gereği, bende yapıyorum bu alışverişleri..:) Biz kadınlar haksız yere “alışveriş sever” diye markalaniyoruz bence, halbuki yufka yüreğimizden, bizi çağıran eşyaya kıyamadığımızdan oluyor bunların hepsi..

Onlara eşya demekte kötü birşey sanırım. Alınıyor olabilirler mi..? Emin değilim.. Sizinde eşyanın ruhunun var olduğu ile ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum açıkcası. Mesala siz de televizyonunuzu kapatırken ona iyi geceler diliyor olabilirsiniz değil mi? Kitapçıda karşınızda duran kitap, size hiç içinde yazanları fısıldamaz mı yoksa.. Yani küçükken bez bebeklerinizin canlı olduğunu düşünürken, şimdi bunu çocukça mı buluyorsunuz yada... Bunların hiçbirine katılmıyorsanız, olmadı delirmek üzere olduğumu söylemekten çekinmeyin lütfen.

Yazımı burada sonlarken, eşyalarım içinde en çok sevdiğim arabama ( Aslında arabamın bir ismi var, ama onu sizinle paylaşamayacak kadar kıskanıyorum...) benzin alıp evimin yolunu tutacağım şimdi... Benzinciye giderken de sevgili arabama” seni biraz şımartalım mı, yıkamaya girermisin” diye de sormayı düşünüyorum. Eğer gönlü isterse yıkanabilir..İstemezse zorla birşey yaptıramam ona.. E naparsınız, Eşyanın doğası işte... İstemeyince zorla olmuyor..Kendisi benim kadar titiz değil malasef:)

24 Mayıs 2007

Hoşgeldin Efla


15 Mart 2007 günü sabah saat 6 da uyandım.. Güçlü dayın bile beni son zamanlarda uyanma konusunda bu kadar istikrarlı görmemişti..Hazırlanıp, evinize vardığımda saat 6.30 du.Baban takım elbiselerini kuşanmış, kapıyı açtı..Annen güzel elbiselerini giyinmiş saçını fönlüyordu. Sanki bayram günüydü ve evde hazırlıklar saatler öncesinden başlamıştı..

Araba ısıtıldı.. Anneannen ve Annen kapının önünde belirdi..Ben Cevat Kelle pozisyonuna çoktan girmiştim.Bir elimde kamera-diğer elimde fotograf makinesi..
Sakin bir araba yolculuğuydu..Gülüştük-havadan sudan sohbet ettik..

Hastaneye vardığımızda Dayın ve deden gelmişlerdi..Anneni saat 7’de Acil kapısından duygulana duygulana yolladık..Ve belirsiz bekleyişimiz başladı.

Hangi kattaydı ameliyathane? Buradan mı çıkacaklar acaba ? Kaç saat sürer ki? Yatağını hazırlayalım mı?

Odanın olduğu koridor ve Annenle sizi karşılayacağınız koridor arasında bekleşmeye başladık.. Beklemek mi daha zor acaba diye çok düşündüm.. Koridorun bir ucunda yeni doğum yapmış annelerin odasi olduğu için, biz devamli kalabalık yaptığımızdan boş koridorda beklemeye başladık. Bekle bekle..bitmiyor ki.. En sonunda ameliyathanelerin olduğu bölümdeki bekleme odasında bekleyelim dedik.Ve doktor amcalar dogumun gerçekleştiğini ve 3.260 kg dogdugunu söyledi. Bu önemli bilgiyi Dayın ilk alma şansına nail oldu..Sonra bekleme devam etti. Kimbilir o arada Annen ve sen neler yapıyordun..Biz sadece tahmin ederek sabrettik. Saat 10.30 olduğunda bekleştiğimiz koridorda annen sedyenin üstünde- sen onun bacaklarının arasında mavi bir battaniyeye sarılmış olarak göründün.. Anneannen, ben ve Baban ısrarlı bekleyişimiz sonunda sizi ilk görmenin mutluluğunu duyuyorduk.. İkinizde iyiydiniz..Ve herşey yolunda geçmişti çok şükür..

Pembecik-minnicik birşeydin..Kime benziyordun? Niye agliyordun? Uzerine giydirdigimiz pembe kıyafetleri mi begenmemistin acaba? Yoksa annenin sana guven veren kokusunu mu özlüyordun?

Annen’den ilk sütünü binbir beceri ile aldıktan sonra sakinleştin.. Senin dünyaya gelişinle ziyarete gelenler- kutlamalar-telefon konuşmaları- sevinç belirtileri odanın içini dolduruyordu.. Sonra teyzen-enişten ve Kayra abin geldi.. Herkes hem çok mutlu –hem de çok duygusaldı.

Annen seninle ilk merhaba konuşmasını yaptı.. Hoşgeldin dedi sana..Merhaba..elini tuttu.. Kokladı bir sürü.. Sen ise gözlerini annene dikip, onu hayal ettiğinden çok güzel olduğunu mu söylüyordun miniğim?...belki de teşekkür ediyordun ona kimbilir...Uzun süre sessiz sessiz baktın ona... Anlamaya çalıştın belkide çıkardığı sesleri...

Çok güzel bir andı.. Harika bir gündü...Unutulmaz dakikalardı.. Duygu yüklü...Mutluluk dolu... Şimdi kocaman kız oldun diye devam etmek isterdim cümlelerime...Ama henüz daha süt ve uyku arasında seçim yapıyorsun.. Seni gördüğüm dakikalarda gözlerini dike dike bakıyorsun bana.. Bebek bebek mis gibi kokuyorsun sonra... Annen herşeye harika adapte oldu.. Artık benim gözümde tam bir sensei durumunda...

Daha yaşayacağımız çok şey var Tanrı izin verirse... o günleri sabirsizlikla bekliyorum cicim...
Ne şanssızlık ki 2 gündür gribim, o yüzden seni görmeye gelemiyorum..Burnum da tütüyorsun..Resimlerine bakıp bakıp özlüyorum seni... Annen onu gormeye gelmedigimi sanacak diye de korkuyorum bir yandan da...

Çok yakında yine görüşeceğiz...Daha doğrusu bundan sonra ömrümüz yettiğince hep görüşeceğiz...

İyi ki doğdun mintro Efla... Hayatımıza mutluluk getirdin pespembe...
Ne mutluyum ki ilk kez teyze oldum sayende...

İşe yaramaz öğütler

Efloş’um



Ne kadar az kaldı gelişine…Annenin gözleri kocaman kocaman oluyor bu konuyu konuştukça biz..Hem doğumu ilk kez yaşayacagi için düşünceli, hem seninle tanışma heyecanı sarıyor onu, hem de hayatın senin gelişinle nasıl olacağının hayalini kuruyor belki de..

Onu anlamaya çalışıyorum. Ama ne kadar anlayabilirim bilmiyorum..Kendi annelerimizin yaşadığı– bizi doğurdukları gibi bizde tahmin yürütmüyor, sorgulamıyor ve gelişinle içimize dolacak mutluğa odaklanıyoruz..

Biz hiç büyümeyeceğiz sandık…Hep küçük kızlar olarak kalacağız sandık belki de.. Ama şimdi senin 7 ay önceki geliş haberinle büyüdüğümüzü mü düşünüyoruz acaba…ya da Annelerimize hak verişimiz,… aslinda onların yaşadıklarını ne büyük yücelikte karşıladıkları, bizim için nasıl özveride bulunup, bizi; herşeye rağmen nasıl sevgiyle kuşattıklarını anladığımız için mi onlara hak verir olduk bilinmez…

Sende bu dünyaya kadın olarak geldiğin için bir gün bizi anlayacaksın demek düşüyor bize de…Annelerimiz bunu söylediğinde ne anlamsız ve sinir bozucu bir cümle olduğunu biliyoruz.…Şimdi o cümle bizim için anlam kazandı. Hayat bize o cümlenin içini doldurttu…Ve şimdi biz seni bekliyoruz…Seninle öğrenmeye ve yaşamaya, paylaşmaya can atarak bekliyoruz cicim..

Burada öğütler vermem için çok erken biliyorum… Ama, bir yaşa geldiğinde seninde duyduğun cümleler anlam kazanmaya başlayacak.. Verilen öğütlerin aslinda anlamsiz olmadığını öğretecek hayat sana…O öğütler aklına gelip onları anlamaya başladığın zaman yüzüne tatlı bir tebessüm yayılırsa , en mutlu anneye sahip olursun işte o zaman.. Çünkü o senin bu yazıyı okuyup, anlayabildiğin zamana ve sonrasına kadar seni kendinden bile sakınacak..Güzel bir hayatın olması için çırpınacak…Seninle öğrenmeye ve büyümeye başlayacak…ve tüm bunları sen ondan bir parça olduğun için, beklentisiz büyük bir mutlulukla yapacak.Babanı da unuttum sanma sakın, o da ayni şekilde seni koruyup, çok sevecek…Yaptikları herşeyi ilk kez öğrenecekleri için belki hatalar yapacaklar zaman zaman, belki sen onları anlamakta zorluk çekeceksin ama onlar tüm bunlara sırf senin bir gülüşün için yaşayacaklar..

Güçlü dayın ve Ben hep onlarla ve seninle beraber olacagiz ömrümüz yettiğince.. Kimbilir neler yaşayacağız bizde seninle, ve anneciğin babaciginla....

Şimdi sana hayati öğütlerimi veriyorum Cicim..Bunları yapmasanda olur..Ben sadece yazıyorum..

- Büyümek için çaba harcama çok..Yaşının güzelliğini yaşa…Biz sana ve senin yaşının naifliğine imrenirken, sen sakın büyümek için çok acele etme..
- çignemeden yutma :)

- buzdolabından soğuk soğuk kolalar iç..
- şemsiye çikolata ve arap kızlı sakızlardan bulursan, gelecek yuzyıl içinde biriktir.kolay bulunmuyor..
- sokakta oyna, dizlerin kanasın…
- hayvanları çok sev..onlarla arkadaşlık kur.. Toprakta solucan bulursan onu eline alip sevmekten çekinme..
- Abini ve Kayra'yı cok sev..Onların sevgileri sana ömür boyu lazım olacaktır.
- Adile Naşit ve Barış Manço'nun kim olduğunu öğren..
- sonra daha erken kalk sabahları ki cocuklugunda uyku dısında gecirdigin vakıt iyice artsın, cogalsın cocuklugun.
- Bagirip cagirarak şarkı soyle bol bol…
-İnsanları tanımak için sezgilerine güven
- Kim sana ne derse desin, bu hayatın senin olduğunu unutma..
- Sevgini herkese ver, insanlara dokunmaktan çekinme.Unutma ki sevgi herşeyin ilacı …
- Iyi biri olmak için kötü şeyler yapma..Sabretmeyi öğren..
- Sadece Masallarda da olsa- gerçek hayatta da kahramanlara inan..
- Teşekkür etmeyi unutma..
- Gülümsediğin zaman işlerin daha kolaylaşağını bil..
- Mutlu insanların önlerinde hiçbir engel olmadığını tecrübe et..
- İnsanın zenginliğinin, cebinde değil ruhunda olduğunu keşfet..
- Hedeflerin varsa ve onlara doğru yürüyorsan,yolun yarısına geldiğini bil..
- Ideallerin ve kendini görmek istedigin seyler için savaş..
- İnsanlara kızmadan once kendi hataların olup olmadığını sorgula..
- Sevgi dilenme, once kendini sev…
- Hayatın varılacak bir yol değil, gidilen yolda gördüğün manzaralar olduğunu unutma..
- Bunaldığında gökyüzüne bakmayı ihmal etme, gökyüzü senindir.gökyüzü herkesindir..
- Nasıl olsa büyüyeceğim diye, sana 2 beden büyük kıyafetler begenip içinde kaybolma..
- İnsanları kadın erkek değil…Sadece insan olarak değerlendir.
- İyi dostlar biriktir..
- Birşey kötü de gitmişte olsa, onu ailenle paylaşmaktan korkma…Onlar seninle olduğu sürece hep güçlü olursun.
-Yaşadıklarından kötü tecrübeler edinirsen, pişmanlık duyma..O hatalardan neyi öğrenmen gerektiğini çıkar ve aynı hatayı tekrar etmemek üzere hayatında uygula
- Meleklerin olduğunu ve onların seni koruduğunu bil..
- Dünü, yarini değil bugunu ve bulundugun anın tadını çıkar.. Hayat an’lardan ibarettir..
- Öğütlerimizden sadece istediklerini al..ama digerlerini de duy…Digerleri sonradan işine yarayabilir..


son ve en önemli öğüt.. unutma ki,
Sen anneciginin ve babaciginin minik prensesisin…Onlara zamanı geldiğinde Kral ve Kraliçe gibi davranmayı bil..

Ve Cicim..
JU JUU' yu çok sev.. Çünkü o seni çok seviyor olacak…

gel hadi, beraber oyun oynayalım..bisiklete binelim..dondurma yiyelim üzerimize döke döke ...



Oyuncak


*
Anneciğin iki uykun arasında gidip, bicili bicili-renkli oyuncaklar almış sana. Aklına takılmış, Efla’sı belkide oyuncak istermiş diye... Sen oyuncagina kurulduğunda, bacakların vurman gereken yerlere daha varmazmış ama.. Olsun o almış sırf seni mutlu etmek adına.. Ayak kısmındaki yere vurdugunda bir inek möölermiş, bir diğerine vurduğunda bir kedi miaoww dermiş.. Sonra Mozart’ın bebek senfonilerini çalarmış bir yandan.. Üzerine renkli bir kafesten, minik zürafalar sarkar ve sesli tavşanlar çıngırmıngır sesler çıkarırmış.. Henüz renkli kelebekler görmemişsin ama.. Rengarenk kelebekler “ merhaba-merhaba” dermiş yattığın yerden sana...

Koca gözlerini açıp, büyükleri bile kıskandıracak renkli oyuncağının keyfini sürdüğünü sanırken.. Aslında ne zürafalardan anlarmışsın, ne de miyavlayan kedinin sesinden, kırmızı kolları buyuk gelen yeleginin içinde henüz sen 30 günlükken daha..... tek baktığın tüm renklerin ve seslerin arasında sana sımsıcak bakan Annenin tanıdık yüzü olurmuş..... ve onun “Bak Eflaa bu da neymiş “ diyen kelimelerinden hiçbirşey anlamadığın halde, sadece vurgularda keşfettiğin sevgisi olurmuş dikkatini çeken... Seni tüm bu renkli oyun parkının içinde, en çok Annen ilgilendirirmiş.. Ve onda gördüğün tüm renkler ve hisettirdiği tüm duygular da bir yana..

23 Mayıs 2007

Hastalık mı-Sağlık mı bunun adı?

23 Nisan haftasonu, çocuklar gibi şendim. Pazartesinin de tatil olduğu bilinciyle, hızlı bir haftasonu geçirdim. Her şeye yetiştim.. Gidilmesi gereken her yere gittim. Annemlere, İnci annelere, Anneanne ile Pazar bruncha... Kedim Shiraz’ın tüylerini taramaya... Bunlar bir yana, Selma’nın kızı Efla hanım’ın 40.gün banyosuna... En genç halimle Cumartesi Mirkelam’in geçtiğimiz yazımda yazdığım konserinden ve kulisinden sabahın 6’ sında evime bile vardım.

Fakat gelin görün ki, Salı gününden haftasonunun hızı boğazlarıma vurmaya başladı. Hani derler ya bazıları “ midelerim ağrıyo” - “başlarım tuttu”.. tekil ağrıları çoğul çoğul olur, ağrının tanımlamasını güçlendirsin diye... Benimkisi de farklı değil...”boğazlarım bi ağrıyor ki” sormayın..

Salı günü, kalbimin boğazımda attığını hissettim... Oyle ki yutkunamıyorum. Boğazımın üstü ve boğazımın altı diye ikiye ayrılmış vücudum adeta.. .Zonk zonk...Nefes alıyorum ama sadece kafamın içinde dolaşıyor nefes...Vucudum artık lime lime olmuş.. Kemiklerim ağrıyor. Uzun uykulardan uyanıyorum ama sanki uykumda maratona katılmışım.. Koşmuşum koşmuşum, varamamışım...

Salı günü gribal hastalık diye ilaçlara başladim fakat hiç önemsemedim doğrusu... Çarşamba uyanıp, ofise geldiğimde bunun bu kadar basit olmadığını anladım. Ofiste koltukta uyuya kalmışım sızarak... Kalktığımda bi ton daha yorgun uyanarak, paniğe kapıldım.. Eve sanırım gidemeyeceğim paniği.. Demgem şaşmış, yürüyemiyor, yutkunamıyor, birileri etlerimi uykum sırasında iyice çimdiklemişcesine ağrılar duyuyorum.

Perşembe dinlenmeye karar verdim. Size kaç saat uyuduğumu söyleyemem. Uyku, ilaç, atıştırma ve uyku arasında bir gün geçirdim.. Hastaydım.. Dünyadan kopma noktasında hastaydım.. Dışarda havanın güzel oluşu, çevrede olup bitenler, insanların anlattıkları, yaptıkları o kadar uzak geliyordu ki bana.. Sadece bedenimin içinde- yıllardır bu durumda ve çok yorgun hissediyordum kendimi... Hareketin ismi bile yoruyordu..

Herşeye rağmen hastalığım devam ediyor.Uykulardan uykulara geçiyorum.. Bazen herşey durmuş gibi geliyor.. Aslında çok önceleri yapmam gerekeni yapıyorum belkide.. Bu sayede içime döndüm. Hiçbirşey için endişe etmiyor, hiçbirşey için can hıraç efor sarfedemiyorum kendimden geçip... Boğazım neye elverirse o kadarını yapıyorum.. O kadarı da yapabildiğim oluyor zaten... Mazaretim bu gibi görünsede, aslında bu dönem bana iyi geldi.. Bunun adı hastalık olsa bile, ruh sağlığı açısından çok yararlı geçiriyorum günlerimi.. Kendimi hiçbirşeye üzmeden, koşturmadan, acele etmeden, birşeyin üstüne bi milyon kere düşünmeden sakince geçirdiğim, uykuyu kendime lüks değil ihtiyaç olarak gördüğüm, sakinliğimi hiçbirşeyin bozmadığı bir dönem..

Bazı dönemler vardır insanın hayatında, bu bir yaz tatili olabilir, tanıştığı yeni bir insan olabilir bilmiyorum.. Hani hayata bakışı değişir ya insanın bir anda.. Benim de yaşadığım böyle birşey diye düşünüyorum..

Kısacası, hastayım... Çevreye rahatsızlık vermemek için karantina günlerim devam ediyor.. Kimseden ilgi beklemeden, ilgiyi kendi içimde buldum. Mukozamdan yenilenmiş olarak çıkacağım çok yakında.. Hastalığınız sırasında -sağlıklıyken yaptıklarınızı özlersiniz ya.. bende hiç öyle birşey de yok.. Ne yaptığımı hatırlamıyorum inanın..

Hiç acelem yok, kendimi zamana yaydım.. Herkes mi hızlı- ben mi yavaşladım bilmiyorum...

Tek bildiğim Boğazlarımın ağrıdığı çok fena..

Neyin olmasını iple çekiyorsun?



Neyin olmasını iple çekmiyorum ki... Herşey olsun da.... İyi birşeyler olsun.. Hayırlı olsun..Yüzümü güldürsün.. Mutlu etsin...”Ohh bee” dedirtsin..

Aslında herşey yolunda... Hayat kendi rutininde güzelce akıyor.. Bende ne akıntıya ters kulaç atıp direniyorum.Ne de kulaçlarımı daha hızlı atıp, yoruyorum kendimi varmak istediğim yere... Akıyorum hayatla.. Bazen döne döne.. Bazen sırt üstü yata yata akışa bırakıp kendimi.. bazen dalgalarla oynayarak... Bazen önüme çıkan engellerden kendimi sıyıra sıyıra....Geçerken çevreye de bakınıyorum. Önümden geçen manzaralara, akışa kapılırken çevremde gördüğüm insanlara....”Merhaba herşey harika” dediğimde oluyor...”Bırak o dalı” dediğimde...

Kendime de diyorum bunları... Bazen zaman duruyor, ben içinden geçiyorum..

Neyin olmasını iple çekiyorsun? diye sordu bugün evren bana bir gazete köşesinden... Yazılanı okumadım alt başlıklarda... Ama soru aklımda kaldı.. Neyin olmasını istiyordum sahi? Neyi iple çekiyordum olsun diye?

Annemin arkadaşı, aylar önce bir yahudi yortusu vermiş anneme.. Bu yortu ilginç bir adetmiş. Annem arkadaşından yortunun 4 eşit parçasından birini alıyor, süt ve şekerle kariştirip, malzemeyi çoğaltıyor, sonra malzemeyi 4’e bölüp, 3’nü dağıtıyor. Kendinde kalanıda pişirip, dileğini söyleyerek yiyorsun. Adet böyleymiş. Şans bu ya, dörtte birlik kısmınıda bana verdi annem.. Bende usulu yerine getirdim.. Yortuyu şekerle, sütle büyüttüm, dileği olabilecek yakınlarıma kendi payımdan dağıttım.. Fakat bana kalan kısmını pişirip, yemeğe geldiğinde durakladım. Güçlü ile yortu kekimiz önünde aile meclisini toplayıp, dileğimiz ne olsun diye oturup düşündük uzunca... Ne dileyelim?.. O birşey dedi,vazgeçti.. Ben birşey diledim kararsız kaldım.. Ne zor birşeydi insanın dileklerini kesinleştirmesi.. Ola ki karşımıza sihirli bir peri çıksa, dileyin benden ne dilerseniz dese kalakalacagiz.. Yortumuzu “ailemize ve bize sağlık versin” diye yedik bir güzel.. Sağlıklı olmak en önemlisiydi çünkü belki de.. Sonra diğer dilekzadelere sordum benim onlara dağıttığım yortularını yapıp yemiş olan... Onlarda aynı durumda kalmışlar. Ne dileyeceklerini kestiremeden, sağlık mutluluk dilemişler güzelce...

Neyin olmasını iple çekiyoruz bilmiyoruz.. Ama bir sürü güzel şey hayatımızda olsun da istiyoruz işte... Birisi sorduğunda haybeden dilenecek bir sürü şey geçiyor aklımızdan da, gerçekten bu soruyu ciddi ciddi olur gözüyle cevap vermemiz gerektiğinde kalakalıyoruz böyle..

Siz benim konumumda değilseniz, şanslı insanlardansınız gözümde.. En yakın zamanda sihirli perinin karşınıza çıkmasını diliyorum sizin adınıza..

Şu günlerde dilemek- neyi istemek ile düşünceler içindeyim. Kendime mini bir defter aldım. Sihirli peri karşıma çıkmadan yada iç sesim “ neyin olmasını iple çekiyorsun” diye tekrar sormadan kocaman bir listem olacak gibi..Yolda, arabada, yemek yaparken, uykuda gördüğüm rüyadan kalkıp defterime minik notlar alıyorum.. Bu beni rahatlatıyor artık. İstemeyi öğreniyorum.. Meğer aslında ne çok şeyi istemediğimi ama kesin kararlar vermediğim için hayatima soktuğumu görüyorum şimdi..

Dilek defterime yazdıkça kendimi kısa süreli bir hazırlanma uykusunda hissediyorum.. Bu sürede diledikçe mutlu oluyorum.. Rüya gibi huzur veriyor,dinlendiriyor.. Kararsız değilim, kesin ve netim artık... Uyandığımda dilek perisi karşısında kararlı bir şekilde “evet bunu istiyorum” diyebileceğim ..


Hepinizin bunun için hazırlıklı olmasını dilerim... Melekler şu sıra hoş suprizler yapıyor. Evren tesadüfleri peşpeşe çıkarıyor karşımıza...


siz de sorun kendinize " hayatınızda neyin olmasını iple çekiyorsunuz?"..