18 Şubat 2008

Aşeka

*(Yazidaki ilişki kelimesi, her tür ilişki anlamında kullanılmış olup- sadece kadın-erkek ilişkisi olarak anlaşılmaması için bu not düşülmüştür)

------------------------------------------
Aşk kelimesinin aslı arapça da "Aşekâ" dan gelir . Aşekâ: bir ağacı saran ve besinini ağaçtan alan ve zaman içinde ağacı kurutan ve öldüren sarmaşığa denir.

Yüzyılın anahtar kelimesiydi “Seni çok seviyorum”... Çok seviyorduk biz, herkes, birbirini.... Her kapıyı açar gibi, içimizdeki her iyi duygunun eş değer anlamı gibi, seni çok seviyorumlara sığındık... Biz derken de, bize söylenirken de...

Seni çok seviyorum, sevgiye denk miydi..Sevilmeye..
Seni çok seviyorum bir ilişkiyi bir ömür götürür müydü?
Hani beni çok seviyordun’a cevap olur muydu? İçimizde hissettiğimizin tam karşılığımıydı? Ya da bir garanti mi?

Sevmek daha ulvi birşeydi belki de... Büyüklüğü sevgiden kaynaklı.. İnsanın içinden-özünden gelen hani... Cümlelerle ifade edilemeyenden... Birini sevmek için koşul - karşılık beklemeyeninden...

Dünyayı sevmek kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” diye geçer şarkı da.. Bu sözün anlamı insanların birbirlerine aşık olunca hayatın çok daha iyi olacağı değil elbette.. Bu sözde binbir anlam saklı...

Yanıp sönerken ne güzeldi.. Kayıp giderken, Ne güzeldi .. Ne güzeldi ...” diye devam ediyor başka bir şarkı da... Zamane aşkları anlatıyor.. Yanıp sönen... heyecanlandıran ve belki de duyguları yükseklere taşıyan, taşıran......

Aşkı hayatın içinden bu kadar ayıran ne oldu.. Hayatın içindeyken o aslında.. Herşeyin özünde varken.... Aşkı salt halinde isterken, körleşerek herşeyde ve her yerde olan o aşkı görmemizi engelleyen... Yoksa, dünyadaki sunilik aşkı da mı sardı..

Yaşanan aşk aslında bir bilinmez.. Bizi o aşkı bulma zamanını ayarlayabilsek, nedenlerini bilebilsek, söneceği noktayı görebilsek aşkın böyle bir büyüsü olabilir miydi... Kaçarken kovalamanın, görmekten çok özlemenin... Gitmekten çok beklemeyi, dokunmaktan çok, düşlemeyi sevdiren şey belki de aklı kandırmak için doğanın bir çabası.... Doğanın bir oyunu bize.. Belki de aşkı görmek için aynaya bakmak gerekli sadece... Çünkü kendinde görürsün aşkı önce...Onu görmeden başkasına da veremezsin... Elbet bütün Robinsonların bir Cuma’ya ihtiyacı vardır ama... Bu birazda bedensel bir ihtiyaçtır.. Yanlızlıktan belki, belki kendimizde sevgiyi bulamayıp – karşımızdakinin verdiğiyle var olabileceğimizi sanmaktan...Ve sırf hayatı kotarmak adına.. Adı ihtiyaç olan ilişkiler için söylüyorum bunları... Bir filmden bir söz geliyor aklıma... Aşktan karşılık alamayan bir adamın annesinin söylediği bir şeydi bu... Adama şunu diyordu Annesi“ Elbet seni de uzun boylu görecek bir kız çıkar karşına”.... Ne fenadır ki, asıl ayna içimizdedir oysa.... Görüntü sandığımızda yanılsama...

İlişkiler hakkında okuduğum bir kitap var çok sevdiğim. Seni seviyorumları tüketmekten bahsediyor kitap..Ve seni seviyorum yerine “ sen nasıl istersen” demeyi deneyin diyor kitap... İlişkilerde karşılıklı beklentiler için tanrınızı değiş tokuş etmeyin diyor ayrıca.. Değiş tokuş etmeyin... Yani varoluş nedeninizi, biçiminizi unutup başkası mutlu olacak diye değişip mutsuz olmayın ve böylece karşınızdakini de değiştirmeyin.. Onun özünü sevdiğinizde, ondan beklentileriniz olmadığında, olduğu gibi kabul edebildiğinizde zaten cümle tamamen değişiyor... ”Sen nasıl istersen kabulumdur” alıyor yerini seviyorum senilerin...Ve hatalara rağmen değil, hatalarından ötürü de sever oluyorsunuz karşınızdakini... Karşımızda hata diye gördüklerimizin aslında kendi korkularımız olduğunu anlaya anlaya.... “Kendimde görmek istediğim şeyi görüyorum sende, almak istediğim şeyi sana veriyorum” demekte “seni seviyorum” demeye başka bir alternatif... “Senden aldığım yada esirgediğim şeyi kendimden esirgiyorum.Senden esirgeyeceğim şeye kendim sahip olamam” da diyor.. Karşımızdan esirgediğimiz hiç birşey bizimde olamaz diye çünkü.... Evren böyle işlemiyor... Ektiğimizi topladığımızı gösteriyor defalarca... “Seni sen kendini en iyi nasıl görüyorsan, öyle görmek istiyorum” diyor sonra... Ne güzel anlatıyor aynalığı... “Seni sen kendini en iyi nasıl görüyorsan, öyle görmekle kalmıyor seni senin kendini göremediğin kadarıyla görüyorum.Seni senin kendini gördüğünden yüce görüyorum” diyor başka başka... İnsana, karşındaki aynada özündeki yüceliği görebildiğinde kendi yüceliğini de keşfedersin diyor aslında...

Sevmek ve aşk... Aynalık ve Sevgililik... Sevgililer gününe özel bir yazıydı çabam.... Ama aslında her günün sevgi günü olduğunu düşünerekten... Bu zamanda içi derin, dipsiz bir kuyu sevmek ve aşk.... Bazen depresyon nedeni, bazen katil eden cinsten 3.sayfa haberlerinde...Oysa o içimizde... Onu dışarda arayarak ve tüketim çılgınlığı haline getirerek, sunileştirerek yok ederek....İçimize bakmayarak... İçimizde bulup, dışımızda yansımasını görmeyerek.... Koşullara bağlayarak , dipsiz kuyular yapıyoruz.. Sunileşteştiriyoruz.. Bir minik hediyeye değiş tokuş etmeyelim bugünde... İlişkilerimizde içimizdeki sevgiyi esirgemeyelim.. Gördüğümüzün biz olduğunu bilelim... Sevdiğimizin de..

Aşk en salt –en güzel haliyle duruyor oracıkta...şuracıkta...bizde... bizden yansıyan da...
Ve bu şarkı da anlatıyor o şuracıkta olanı...... ve bize onu yaşatmak, paylaşmak ve çoğaltmak kalıyor..

önce kuş olduk uçtuk semaya-sonra vurulduk düştük sevdaya

yandık ateşten korlar misali-öyle derindi vardik mihraba

aşki ilahi saydik cihanda-özden buluştuk fani mekanda

--
Ve ben bu yazıyı, suni bulduğum sevgililer günü için ama en önemlisi içimden, içimin sevdiğim bir kadın için yazıyorum.. Benim için günün anlamı aşka aşık olan ona dair... Doğum gününüz kutlu olsun...Seveniniz ve sevdiğiniz bol olsun Nilambara..

....

Brajeshwari -14 Şubat 08 / Nilambara günü

Cüceler ve kapılar


Değişimden korkan alışkanlıklarım merhaba... Değişime direnen iç seslerim-minik adamlar susmadınız mı hala? İçimde bin bir ses ve koro... Hep bir ağızdan.... Başlayın söylenmeye... Uçlarda sesler çıkarmaya.... Bazen detone- bazen pes.... Bazen arya-bazen solo.. Bazen de ünlü bir tenor edasıyla... Hepiniz kabulümsünüz.. Sesiniz de -Sessizliğiniz de...

Siz ne derseniz diyin.. Sessiniz ne yükseklikte olursa olsun... Değişim kapılarına geldi yolum.....Yol, beni kapılara getirdi.. Bu kapıyı seçtim.. Bu kapının arkasındaki yolu... İçeri girmek için, kapının tokmağını tutmaktayım.

Bir kıvılcım gibi başlar değişimi istemek... Kalbe düşer önce için için...Yenilik ister vücut ve ruh ... Yanar,kavrulur.. Bazen sızı gibi yanar, bazen alev alev.... Yeniyi çağırır, başka bir güne doğmak, başka rüyalara savrulmak ister...Yollardan, başka patikalara sapmak hani... Ama sanki gidilen yol bildiktir, bizde yolcu ezbere gider gibiyizdir.... Aslında Tanrı o zamanlarda, sizin kaderinizin ağlarını örmekle meşguldür, siz oturup dilerken yenilikleri-yenileri/ durağan-monoton sandığınız zamanlarda... Tanrıya ve Evrene güvenmekte bu yüzden gereklidir. Mutlaka su yolunu bulur, zaman akar ve biz değişiriz.. Yollar değişir, banklar çıkar karşımıza soluklanmak için bazen, zorlu rampalar, keşfedilesi patikalar, soluksuz merdivenler, sert kayalıklar, sonu görünmez dehlizler, keyfi sürülecek manzaralar ya da...

“İstemek, 40 kez yinelenince olurmuş”.. Ben buna inanırım.. İçimizden istediğimiz, yüreğimizle istediğimiz herşeyi çağırırız hayatımıza.... Biz kurgularız hayatı, istediklerimizi yaşamadığımızı söylesekte, çağırdıklarımızı yaşarız öyle yada böyle.. Gerçek olur işte 40 kez istenenlerde... Evren duyar ve gerçekleştirir.. Tabi bu gerçekten bizim ve bütünün hayrınıysa...
Hayat şekillenir, çağırdıklarımız önümüze gelir..Değişim başlar..
Fakat, en önemlisi biz ne kadar hazırız buna?
Ah Bir de, içimizde değişime ayak uydurmaya "direnen", söylenen o küçük cüceler hortlamasa....
*
O cüceler ki, biz besleriz onları..Hepsi bizim bir parçamız... Mini korkularımız, endişelerimiz, sorularımız, cevapsızlarımız... Aslında küçük küçüktürler, ama kocaman kocaman da olurlar bazen.. Direnirler işte.... Siz onlardan kocaman, onlar fazla fazla -üstünüze üstünüze gelebilirler.Direnirler..

Direnmek, direnildiği zaman direnmek oluyor, hele bir de içeride zayıf kalmış fethedilecek bir nokta varsa... Ama siz tüm kaleleri güçlendirmiş, direndiğiniz cücelerin nesinden-neyi bildiklerinden korktuğunuzu bilirseniz, bu savaş bir anlaşmaya bile varabiliyor sonunda... Bir bakıyorsunuz, beraber oturmuş-aynı olduğunuzu anlamış ve sonrasında da neden savaştığınızın anlamını yitirdiği bir anlaşma... Ve bir birliktelik... hatalarıyla sevabıyla...Hata dediklerinizin aslında güzel öğretiler olduğunu anlayıp, onları kendinize katarak sevaba girebildiğiniz kendi adınıza....

Bu birliktelikle geriye baktığınızda, çoğalmış buluyorsunuz kendinizi yürüdüğünüz yolda...O direnen Cüceler – şimdi canla başla çalışmakta... Sesleri yine birbirine az –çok karışsa da, herşeyin yoluna gireceğini bildiğinizden, bu durum gülümsetmekte sizi bir yandan da..

Yol beni kapılara getirdi... Tokmağı tutmaktayım...Hazırım... Kapının arkasındaki yol beni çağırıyor biliyorum... Güneş mi açacak, yağmur mu ya da fırtına... Fark etmeyecek... O yolu da seveceğim..

Son kez şimdiye kadar yürüdüğüm yola bakıyorum arkamda kalan.... Şimdiye kadar adımlarımı atabildiğim için teşekkür ediyorum evrene... Ve karşıma çıkan iyi - kötü herşeye... öğrendiklerime, yolun öğrettiklerine, bana kattıklarına, yolda güzelce vedalaşıp, bıraktıklarıma... Teşekkürler...
Aslında biliyorum ki, o yolda benimle geliyor her adım.. Çünkü her adım benim içimden geçiyor, Aslında varmaya çalıştığım kendi özüm, yurdum, vatanım...

Ben ve Cücelerim nefesimizi tuttuk, kapının önünde sessizce bekliyoruz.. Heyecanlıyız... Hazırız..
Kapının tokmağını tutmaktayım..
Açtım-Açmaktayım...

Şimdi kapı usulca aralanmakta...
.... ,... aralanan kapıdan şu anda...
henüz sadece ... umut dolu...hoş bir ışık sızmakta...


Hazırım.. Kapıyı tamamen açtım.. Açmaktayım....

Ekmekten Ağaç


Brajabanita eğitimlerimizde “şükretme taşı” edinmemizi söylediğinde, evde bulunan yarı değerli taşlarımdan seçerim birini dedim içimden... Fakat hiçbirisini seçmedi içim... Aklıma her negatif düşünce geldiğinde, cebime elimi atıp şükretme taşıyla hayatımdaki güzelliklere teşekkür etmek adına seçeceğim bu taş, bana gelir diye beklemeye karar verdim..Yolda yürürken, taşlara bakındım..Güzel bir an yaşadığımda, o taşı aradı gözlerim - ama bulamadım.. Uzun süre şükretme taşına sahip olamadan, şükrettim elimi boş cebime ata ata...

Taa ki Taş beni bulana kadar...

Ev ekonomisini yeni evlenen biri olarak beceremediğimi düşündüğüm bir zamandı. Buzdolabında herşey artıyor.. Bozuluyordu.. Annem gibi, aldığımı değerlendirerek bu kayıbı önlemeyi becerebilecek bir öngörüye de sahip değildim henüz.. Kendimce yöntemler bulmaya karar verdiğim bir gün, evdeki kurumuş ekmeklerle işe başladım. Her gece kuruyan ekmekleri ıslatıp, balkona koydum.. Her sabahta kahvem eşliğinde, balkon kapısı açıkken, izledim misafirlerimin yemek yiyişini.... Evimin ilk yemekli misafirleri gibi bende bir mutluluk anlatamam... İçimden de birşeyde yapmıyorum yemek namına dediğimde oldu gülümseyerek.... Her sabah uyanmamı bekleyen kuşlar, ben ekmek kabını koyup-onları görebileceğim koltukta yerimi aldığım anda beliriveriyordu balkonda...

İşte yine öyle bir günün sabahı, balkona yemek koyduğum bir andı...Yerde duran siyah bir taşı gördüğümde gülümsedim. 14.katta oturuyordum. Bu büyüklükteki bir taşın imkansızdı gelmesi buraya.. Şükretme taşımı – yemeğe gelen misafirlerim hediye etmiş oldu sonunda... Belki de onların teşekkürüydü bu taş... Günler geçti,hediye ettikleri o siyah taştan sonra sanırım sıcak diyarlara göç ettiler ve gelmediler bir daha balkona...

3 ay önceydi... Havalar yine bu kadar soğuktu.Ama yağış yoktu böylesine.. Elimde sabah evde yiyemediğim kahvaltım ile alalacele arabaya binmek için otoparka indim. Bir yandan taşıdığım eşyalarıma sahip çıkıyor, bir yandan arabanın anahtarını bavul gibi çantamda ararken, otoparkın girişindeki ağacın üstüne tüneyen kuşları gördüm. Belli ki o ağaç çevrelediği beton kısımlarından dolayı daha az rüzgar alıyordu. Tünemek için iyi bir sığınaktı. Hemen kahvaltımın yarısını minik parçalara bölüp, onlara attım.. Biraz uzaklaştığımda hepsinin iki lokmalık ekmeğe üşüştüklerini gördüğümde –arabadan inip elimde kalan tüm yemeğin hepsini onlara verdim.. Teşekkür ettim, kahvaltımı paylaştıkları için .... Mutluluğumla doydum.. Her şükretme taşıma elimi değdiğimde, bana gelişini hatirlarken balkonda göz göze gelip selamladığım kuşlarda geliyor aklıma.... Benim selemladıklarımda, bunların akrabalarıydı mutlaka...

Gece olup, hava karardığında evin penceresinden bakarım.Geçenlerde elimde çay fincanım, yine pencere sefası yaparken, çöp kamyonlarının geldiğini gördüm. İstemsizce bakıyordum aşağıya.... Baktığım manzarada gözüme, birşeyler bulurum umuduyla kaçışan kediler takıldı. Mutfağa gittim.Hemen sabah için yeni bir eylem planı hazırladım. Her sabah ağaçta tüneyen kuşlara vermek üzere hazırladığım ekmek parçalarını plastik kaplara koyuyordum nasıl olsa. O gece kediler içinde yiyecek birşeyler hazırladım..Ve iki tarafa konmak içinde iki temiz su kabı...Çünkü temiz su, doğadaki hayvanların en zor bulduğu şeylerden biriydi.

Her sabah elimde iki büyük plastik kap ve sular, birini otoparkta bırakıyorum.Diğerini kilitli çöp dolaplarının önüne...Her gün bunu yaptığım zaman yediğim herşeyi paylaşmaktan içim hafifliyor.Ben gün içinde her ne yiyorsam,biliyorum ki o gördüğüm kediler de kuşlarda birşeyler yediler.. Yapabildiğim kadarıyla içim rahatlıyor... Onlara-onların yaşam hakkına saygı duyuyorum.. Hiçbir canlıyı öldürmemek iyi birşeydir...Ama yapabileceğiniz minicik şeyleri yapmamamız en kötüsüdür bence... Kuruyup atılacak bir ekmek parçası bile, onlar için ne kıymetli biliyorum.

Yine elimde kaplarımla bir sabah asansörde, 10.katta oturan hakim beye yakalandım. Bana her zamanki otoriter tavrıyla günaydın dedikten sonra, ellerimdekilerin ne olduğunu sordu.Bende birini kuşlara, diğerini de çöplerden medet uman kedilere verdiğimi söyledim gülümseyerek... Ardından da siz de yapın diye ekleyecekken, hakim amca somurtarak sözümü kesti..” iyi de, ya bunları yemeğe kurtlar gelirse buralara şimdi...kurtlarla uğraş sonra “ Hakim amcaya diyecek çok şey buluyordum ama benden büyük olduğu için kendimi zor tuttum..”o zaman, bu ekmekleri kurtlar yer” dedim net bir şekilde... Kurt, kedi,köpek, kuş ne farkederdi ki...Yesinler diye koyuyorum yemekleri... Aç kalmasın hiçbir canlı... Asansör aşağı inene kadar da devam edemedim konuşmaya.. Her türlü sabatoja karşı, yemek yerlerini değiştirdim..Kurtlarda yese helal olsun diye diye...

Her gün eve döndüğümde yada yemeklerin bir yenisini koyduğumda kapların boşalmış olduğunu görüyorum ve mutlu oluyorum. Paylaşmadıkça bereketin olmayacağını biliyorum.. Doğanın her parçası saygıyı hakediyor.. Yaşama saygısını... Onlar yoksa bizde yokuz.. Biz sadece kendimizi düşünürsek, onlar varlıklarını sürdüremezler. Çünkü insanız ve benciliz.. Ağaç keser, kedi kovalar, kuşlara taş atar yaşarız sanıyoruz... Çokta güzel yaşarız sanıyoruz..



Kar yağıyor...Yarın Hurriyet gazetesinde çıkacak bir haberi, bugün mail yoluyla bir arkadaşım yolladı.. İçim ürperdi... İsmail, biri engelli olmak üzere 3 çocuğu ile yönetimin verdiği asgari ücret ile geçinmeye çalışan bir apartman görevlisi...Kar yağdığı için, yemek bulmakta zorluk çeken ve olası yemekleri de karlar altında kalan kuşlara, ekmekten ağaç hazırlamış.. Kendi ekmeğinden bir fazla ekmek alarak.... Bir ekmek çok birşey değil belki gözümüzde.... Ama bunun için yapılan emeğe, düşünceye saygı duydum.. Sevindim.. Sevdim İsmail’i... Dedim ki iyi insanlar var hala.. Ne güzel dedim.. Aç kalmıyor İsmail’in evinin yakınlarında da kara rağmen, soğuğa rağmen yaşamaya çalışan kuşlarda...

Kar yağıyor hala... Biz sıcak evimizde otururken, sıcak yataklarımızda tatlı uykular uyurken kar yağmaya da devam edecek gibi.......

Sabah Hakim amcaya inat, bende ekmekten bir ağaç yapacağım yarın.... Keşke herşey çikolatan olsun diye düşler kuran bizler gibi, ekmekten ağacı gören kuşların mutluluğunu tüm gün içimde taşırım gülümseyerek.... Biliyorumki bu çetin kış mevsimi geçtiğinde onlarda şarkılarını getirirler bana..... Bende şükretmeye devam ederim, herşeye rağmen doğaya, hayata ve yaşama.... Elimde hediye edilmiş siyah taşım, kuşların cıvıltısıyla...