28 Nisan 2008

Güneşe Selam (Surya Namaskara*)


"Sanskritçe Surya ‘güneş’ Namaskara ise ’selamlama veya ‘bağlantı’ demektir. Böylece Surya Namaskara ‘güneşle bağlantı’ anlamına gelmektedir. Surya Namaskara bedende akan güneş enerjisinin canlandırma tekniğidir. Güneş ruhi bilinç simgesidir. Aynı zamanda kişiyi tinsel uyanışa ve bunun sonucunda gelen şuur açılmasına hazırlar. "

------
Bu dünya senin dünyan....Ve bu hayat senin hayatın...Önce çöz zincirlerini, bağladığın kendini...

Sonra koş özgürce çimlerde.... Ayakların yere değsin önce.... Çimen ve toprak kokusu çalınsın burnuna...Ve bir ağaç gibi kök sal bu hayata .. Kendini özgürce hayatın içine bırak....Ama kök saldığın toprağı da anla...

Bir ağaç gibi sabırlı olmayı öğren... Aynı noktada yıllarca sessizce kalır çünkü onlar... Toprağa saldıkları kökleri ve gökyüzüne uzanan dallarıyla dimdik dengededir her zaman ağaçlar... Dallarında kuşları misafir eder, mevsimler geçirir, direnmezler hiçbirşeye çünkü bilirler ki birgün elbet bahar gelir.

Dimdik duran sabırlı bir savaşcıdırlar ama aynı zamanda da her doğa koşuluna da teslim olur ağaçlar... O teslimiyette, sadece sürece odaklıdırlar.. Yoldan geçene, dallarındaki göçmen kuşlara, gövdelerini gıdıklayan karıncaya, kara kışlara, rüzgara, güneşe ve aya...

Ve sende ağaç gibi ol şimdi.... Dimdik... Köklerini sal hayata.. Gövdenden yukarılara uzanmaya çalışan kollarını hisset... Hayallerine ve güneşe doğru uzan hadi... Besle sende kendini, köklerinden aldığın güç ile gökyüzüne... Sonsuzluğa uzanırcasına gerin... Gökyüzü bak açmış kollarını, seni kucaklıyor... Güneşi selamlamayı da unutma.... O büyüten, yaşatan, ısıtan ve varedeni... Bak hem güneşte çok seviyor seni .......

Denizlere koş sonra, bir tek kıyısından anlayabildiğimiz denizlere... Ayağını korkmadan suya değdir... Önce soğuk gelir su titretir seni, sonra ısıtır ona teslim olduğunda savaş bitmiştir çünkü...

Haydi şimdi suya bırak kendini.... Suya uzan..Altında maviden bir çarşaf, bulutları yorgan, dalgaları da ninni say..... Anla suyu, dinle sana anlattığını.... Konuşma, sadece dinle... Bazen uysallığını anlatır o sana, bazen hayatındaki dalgalanışları, koyu karanlıklarını, fırtınaları, aşkı, kavuşmayı ve mavi umutları... Her damlasıyla hareket eder o, dalgalarıyla tutunmaz asla kumsala... Vursada bazen öfkeyle kıyılara, mutlaka okşar sularıyla kıyıların ruhunu da... Her taşın altından üstünden geçerek özrünü diler çekilir köşesine, her kum tanesini de sevgiyle okşar damla damla....

Bazen zordur deniz, bazen zorlar insanı ama mutlaka vardır her denizin sakin bir limanı ve bilirmisiniz ki gözyaşlarımıza benzer aynı tadı...

Keşfet denizi, kulaç at sonra....Her kulaç ile önünden geçen su, arkanda birleşir nasıl olsa.. Deniz bütündür hayat gibi asla bölünmez parçalara... Kulaçlar yol olur, ilerlemende rüzgar yardım eder sana...Korkma.. Bir deniz anası geçer altından, bir balık minik minik ısırır belki seni ve belki ileride çok daha büyükleri olsa da denizin altında... Sen yüzmeye devam et.... Deniz seni korur, gözetir ve hatırlatır sana, hayatının ilk evresini anne karnında ....

Sonra nefesini tut.... Biraz derine dal.. Her güzelliğin karşısında tuttuğun gibi hani nefesini... Balık ol, Yunus ol, dön kendi etrafında... Kum çıkar derinlerinden.... Derinlerini anla... Ve çocukluğumuzda yaptığımız gibi, her derine dalışımızda ayağımızı kuma değdirdiğimizde yukarıya çıkabileceğini hatırla... Su mutlaka kaldırır seni unutma...

Sonra dağlara tırman... Bacakların yorgun düşse de, her nefes nefese kalışta daha ilerilere gitmek için sadece nefesinden al gücünü... Dağlar zorludur.. Her düştüğünde canın acıyabilir.. Ama bu durdurmasın seni sakın... Ne kadar yükseğe tırmanmak için güç bulursan, bil ki o kadar kendine yaklaşmaktasın..

Dağ bilgedir.. Heybetlidir ve saklamaz hiçbirşeyi, paylaşır.. Ona küsen fare midir, tavşan mıdır bilmez, mağrurdur ikisini de yaşatır... Adımlarını büyük at, yorulma... Her adımının da farkında ol, hatırla... Varmak için değil, yol için yürü...Ve manzarayı da kaçırma... Daha yukarıdan manzara bir öncekinden daha güzel olsa da, yol ancak yolcu tadını çıkarabilirse güzeldir ve her zaman çıkılacak daha yüksek bir zirve vardır yanılma..

O dağ senin .... Zirveler de... Yol da senin .... Ben sadece şu taraftan kendi yoluma giderken sana rastlayan bir yolcuyum.. Tırmanışın çok mu zor geçiyor, manzaralar mı güzel yoksa.. Hangisini anlatırsın bana?

O Ağaçta sensin... Dallarında yuva kurmuş kuşlar... Farkında mısın? Yavrular yakında yumurtadan çıkar.. Anneleri yemek aramaya gittiğinde iyi bak minik yavrulara.... Sırtında dolaşan karıncalara da ses çıkarma..

O denizde sensin.. O kumsalda..... İster ayağını değdirmeye kork.. İster dalmaya... Derinlerinde ne var bilme veya.. Hayal kurabileceğin mavi bir ufkun olduktan sonra...

Hepimiz ormandaki ağaçlarız aslında, denizdeki birer damlayız ve kendi yolumuzda bazen yolları keşişen yolcularız....
İster ağaç ol, ister deniz, ister yol... Ama şimdi gülümse kocaman... Yüzüne yayılsın o tebessüm.. Güneşe selam ver böylece.... O hepimizin içini ısıtırken gülümsüyor, hayatımızı ve yolumuzu aydınlatıyor bügünde, yarında....

Brajeshwari Devi Dasi
28.04.2008
*
*

25 Nisan 2008

Bilmemek ayıp değilmiş...

Hiçbirşey bilmiyorum. Bildiğimi sandıklarımdan da emin değilim. Onlar hayatın döngüsünde her an genleşirler ve her tanım aslında kendi içinde minik parçalara bölünmüş olabilir.. Kaçını bilebilirim ki...
*
Bazen madalyonun bir yüzünü görmeye eğilimim var.. Hepimiz gibi.... Ben "bu böyle" dediğim herşeyin tam orta noktasına o kadar gömülmüşken, ancak karşımdaki biri bana diğer taraftan haber verince yada aynalık yapınca odağımı değiştirebiliyorum.. Bazen değiştiremiyorum da... O noktaya kilitli kalıyor gözlerim...Yok o madalyonun öbür yüzü...Odaklanmışım..
*
Bilmiyorum.. Biliyorum dediğim herşeyin bazen hayatımı güvene almak için koyduğum tanımlar dizisi olduğunu biliyorum ama... Ve onlara o kadar bağlanıyorum ki.. Bağlandığımın yanlış olduğunu düşündüren herşeye öfke duyabiliyor, direnç gösterebiliyor ve korkuyorum aslında.. Çünkü; tanımsız olmaktan korkuyorum.. Tanımsız olmak insanın güvendiği herşeyi elinden alır sanıyorum..
*
Her ortamda da rahat konuşamıyorum artık.. Konuştuğum şeylerin bildiklerim sandıklarım olduğunu bildiğimden.. Çünkü onlar değişiyor.. Onlar bana göre de değişebilir-karşımdakine göre de... Dinleyebiliyorum ama dinlerken de anlatılan madalyonların öbür yüzlerine bakıyor oluyorum... Karşımdakinin madalyonunda gördüğüm şeyi anlatmaya da hak bulmuyorum kendimde... Kendi baktığım perspektifte takılı kaldığım madalyonların da sadece bir yüzü var çünkü benim için de.. Ben kendi madalyonlarımın bir yüzüne takılmadan her yüzü ile değerlendiremezken daha, karşımdakinin madalyonunun bir yüzüne takılıp kalmasına ne diyebilirim ki...
*
En güzel öğretilerim –bana öğretilmeye çalışmadan aldıklarımdır.. Birşey öğretmek için, onu uyguluyor olmak gerekiyor... Onu uyguluyor olmak zaten iyi bir örnek olduğunuzu gösteriyor öğretmek çabası olmadan... Ben hiçbirşey öğretemem bunu biliyorum. Bilgisizliğimin iyi bir uygulayıcısı olup, ancak kendime öğrenebilirim en başta... Her öğrendiğimle bilmemeyi öğreniyorum artık.... Bilmek yanıltıcı.... Yanıltıcı olan “öğretirken öğrenende” de oluyor... “Kimse kimseden üstün değildir” ve “Kimsenin enerjisi senden düşük değil” gibi cümleler diyor aklım... Ne doğru... Peki bunun olduğu bir yerde öğretmenin olması ise saçma değil mi?...
*
Bir metal düşünce gücüyle eğilebiliyor, içtiğimiz su içinde bilgi taşıyabiliyor, dünyayı uzaylılar istila edecek diye korkarken insanlar, yaşadıkları uzay parçasında kendilerinin uzaylı olduğunu da bilmezken bir de... Ne biliyoruz ki biz... Hiçbirşey bilmiyoruz...
*
Bilmemek zor bir süreç... Ben bu süreçin eşiğinden geçiyorum. Çünkü ne çok şey varmış aslında... “Bildiğim”körü körüne... Sosyal hayatta-yaşamında hep bu bildiklerine göre çercevelermiş insan hayatı, her kendine karşıt bir halde, zihin hayretlere düşermiş.. Ben herşeye “olur”um artık.. Olabilir benim cevabım... Hayret edemeyerek başlatıyor kendini bu süreç.... Değişime –kendinden başka onaylamadığın her düşünceye dirençten değil mi ki hayretin nedeni.... Evet kabul ediyorum. Herşey olabilir.. Herşey...Çünkü bilmiyorum...
*
Bildiğim herşeyi çöpe atıyorum. İçsel temizlemem böyle vuku buluyor.. Kim neyi bildiğini savunuyorsa da, çekiyorum kendimi içerime.... Kim "ben buyum" diyorsa, uygulayabilse o olmazdı diye düşünüyor içim bir yandan....
*
En büyük cahillik biliyorum diyen de aslında... Bildiklerim bu kadar.. Boşalttıklarım yerine hava giriyor artık... Esiyor püfür püfür... Cereyandayım... Bilmemek gerçekten özgürlükmüş..... Bilmemek –yeni öğreneceklerin için yer açmak değilmiş kesinlikle.. Hep cereyanda kalmakmış..
*
Egolarımız bırakın bildiklerini sansınlar, egolarımız susmasını da bilecek elbet... Neye ahkam kesiyorsak, en büyük cahilliğimizle yüzyüzeyiz... Neye “hayır” diye karşı çıkıyorsak kendimize dair, “evet” vardır onun içinde... Neye biliyorum dersek, bilgisizliktir madalyonun öbür yüzü.. Ve nereyi boşaltırsanız, aslında orası doludur da...
*
Yine de bana bilmediğimi gösterdikleri için teşekkür edeceğim bir çok insan var hayatımda... Onlara da burada teşekkür ediyorum, farkına varmadan dokundukları için yüreğime ve kendi bilgisizliğimde bana iyi örnekler oldukları için...Teşekkürler..
*
Brajeshwari Devi Dasi
24.04.2008
*
"..ve şunu da eklemek istiyorum..Yazı yazmayı, düşüncelerimi yazarak doğru ifade etmeyi beceremiyor ve genelde imlaları da doğru kullanmayı da bilmiyorum..."
**
*

İçimizdeki kutup yıldızı

"hadi yazı yaz" dedi bana.. Belki de ben dedim “ bir yazı yazacağım " diye.. İkisi de olabilir.. Beynim oyun oynamış o an.. Hangisi doğru hatırlamıyorum şu anda..

Önümde bilgisayarım... Her gün yazıyorum... 24 yaşıma kadar 10 cilt günlük yazmışım.. Yazmamış bir de kenar süsleri –şiirler eklemişim.. Hepsini okumak bende kabus üstü narkoz etkisi yapıyor.. İçim kabarıyor, yüreğim şişiyor.. Bir yandan da yüzümde tebessüm oluşuyor... Atamıyorum da sayfalarca yazıyı... Belki bir gün yüreğim dayanırsa okur düzenlerim diye... Üzüntüler-kırgınlıklar kime olduğu bilinmez yazılar.. Eski aşklara sitemler... İsmini bile unuttuğum arkadaşlarımdan aldığım mektuplar.. Kendime verdiğim sözler... Bluğ çağının verdiği isyankar eğilimler... Komik aslında.. Ama bir o kadar da naif....

24 yaşımda son verdim günlük yazmaya... İyi de olmuş.. Onca yazıda gördüğüm tek ortak şey –herşeyi yaşadığım tek gün olarak değerlendirip, hayatı değişken - değiştirilebilir bir bütün olarak algılamayı beceremeyişimmiş.

Kırmızı ciltli defterim, çok sevdiğim bir adamın bu dünyadan ayrılışına dair siyah-beyaz gazete küpürü ve bana verdiği son notuyla noktalanmış..” Sen bana gelmedin.. Ama ben seni yine de buldum “ yazan...... İlk kez gerçekle karşılaşmış belki de gündelik hesaplarım.. Aylarca uzun acılar çekmişim kırmızı ciltli defterin arda kalan boş sayfalarında...Bilmiyorum...

O boş sayfaların bana çok şey öğrettiğini hatırlıyorum.Uçup gitmemiş aklımdan eski yazdıklarım gibi, hayatın aslında aktığını ve her sayfanın da birbirine bağlı olduğunu göstermiş... Ve hepsinden önemlisi boş sayfaya çok şey yapılabileceğini öğrenmişim.. Hayatın güzel bir yanını ya da içimdeki öfkeyi yazabilirmişim... Kendimi kurban yerine koymayı ya da affetmeyi.... Bu bir seçimmiş.....Ve ben uzun süre baktığım o beyaz boş sayfalarda, ya kendi boşluğumu ya da yüzüme yansıyan ışığımı görmüşüm..Bu da bir tercihmiş..

Meditasyon derslerinde imgelenen ışık, o sayfalardan yüzüme vuran ışık olarak gelir aklıma hep..Ve denir ki, ışığı düşünmek bile hücrelerin yenilenmesinde etkilidir.. Işık insanın en karanlık anılarına inince bile, aydınlıkla karanlıklar bile güzelleşebilir.. Karanlık olarak bırakmayı tercih etmediğimiz sürece.... O da bir tercihmiş işte..... Işığı oralara doldurmak ve o odacıklara sokma cesareti gerekiyormuş bir de..

Ve o odalarda hikayeleri yeniden yazmak ve her detayı görmek insana iyi geliyor.. Hafifletiyor.. Evinizi tekrar dekore etmeye karar verdiğinizde, anne ve babanızın evliliklerinin ilk yıllarında taksitlerle alıp, minik pikap ile eve taşıdığı gül ağacı kaplamalı şifonyeri, şimdi kendi dekorunuzda güzel bir anı olarak değerlendirmeye benziyor bu.. Şifonyerin daha taksitleri ödenmemişken, iki haylazın çay kaşıklarıyla üstüne çizdiği çizikler o zaman anneniz tarafından hayli tepkiyle karşılanıp, unutulmak istenen bir anı olarak kalmışsa da hafınızda... Şimdi aydınlık evinizde şık ve kendine has bir anı olarak gülümseyebiliyor size...

Geceleri seviyorum.. Çünkü karanlık bana daha çok ışığı anımsatıyor.. Önce kendimi sarıyor ışık sımsıcak ve serin... Sonra herkesi ve herşeyi o ışığa buluyorum... Ve özgür bırakıyorum......

Gündüzleri de güneş batımını seviyorum, güneşin aslında yaşadığımız sanal dünyadan- gerçekliğe, öbür dünyaya giden turuncu bir delik olduğunu düşünüyorum.. O delikten uçup gidenlerin, şimdi çok huzurlu olduğunu düşünmek mutlu ediyor beni...

Güneş ya da geceleri parlayan ay, hangisi olursa olsun, ışığı bulmak için insanın önce içine-özüne bakması gerekiyor.O ışık, ay ışığından da –güneşin turuncusunda parlak çünkü... İçinizdeki o minik kutup yıldızı bitmek tükenmek bilmeden parlıyor... Daha çok parlamak ve aydınlatmak için sadece onu tercih etmenizi bekliyor o kadar....
**

Perde

Evren bize ol dedi.. olduk.. Yaşıyoruz işte...
Her çimenin topraktan bittiği gibi umarsız,
çatlaktan fışkıran çicek gibi bazen asi...

Güneş açarsa sıcağız..Bulut çıkarsa bulutlu
ve yağmur yağar belki
içten içe boşalırız..


Fani dünyanın ipleri vardır
Çeker çekiştiririz, Olur oldururuz
Kurar kurgularız , sonra Koşar koşturur

Beynimizin kıvrımlarında kıvrılır hayat
Kalbin sonsuzluğunu unutarak...
Korkular duyarak
Sevgiden bir adım uzak
Yaşarız...Yaşadığımızı sanarak...

Bir parmak şıklatmak kadardır herşeye ulaşmak
Kör kuyulardan çıkmak,hayatı anlamak
Gittiğimiz yere ,başladığımız yere
Kendimize...
Varmak..

Bu Oyunun kuralı , oyunu kuralına göre oynamaktır..
Oyunun kuralı, oyun olduğunu bilmekten geçer
Ve herşeye rağmen gülümsemek

Perde yanınızda sallanır
Açmak için perdeyi farketmek gerekir..
Perdeden bu taraf
Gördüğünüz şeyin yanılsama olduğudur
öbür tarafta ise herşey gerçektir
Dokunamazsin, hissedersin sadece
Gerçek dokunulmadan farkedilir
Dokunulan şey
Sadece ve sadece
Maddedir.


Mümkün mü?
Rüzgara dokunmak
Nefesini ellerinde tutmak
Sevgiyi paketleyip yollamak
Ve aynalara bakmadan
Kendimizi tanımlamak..

Sırlı camlara ayna denir
İçindeki sır
Sana sadece seni gösterir
Aynalık Aynılıktır ..
Aynı’dan gelir..

Kendinin aynısına baktığında
Bazen gördüğün
Kendinde bulduğun dünyevi bir güçtür..
Aslında görmen gereken
Sırrın önünde duran
koca bir düştür..



Hayatın arkasındaki sır
Aynaların arkasındadır..
Ayna kırılır.
Perde yanımızda sallanır..


......

Ya bir adım uzak
ya da bir hayat boyu
aynalara kanarak

veya o perdeyi
aralayarak
.....
Yaşamak...

07 Nisan 2008

İçimdeki elma

Güneş doğuyor mu bugünde...Vardır bir bildiği...Ve vardır doğmaya nedeni... Nedeni olmasın varsın... Doğsun.. Aydınlık olsun gün.. Herşeye rağmen... Nedenlerinde üstünde..Veya olmayan nedenlerle....

Herşey bir neden ile örtüşür sanırız ya.. Varsın örtüşmesin.. Varoluşumuzda... Hayatımız... Engeller.. Mutluluk ve Mutsuzluklar.. Hakediş ve Yıkılışlarda..

Ya nedensizse bunlar.. Öyle olmalıydı.. Öyle de oldu diyebilmeli.. Sormadan olduğu gibi...

Sokaktaki aç evsizin, yiyecek bulamayan kedinin ve belki yarın donarak elinden hiçbirşey gelmeden ölecek güvercinin nedeni var mıdır? Yoktur heralde... Hatalarını sevaplarını koyar mı kefeye.. Koymazlar... Yaşamak için standartları da yoktur heralde... Öyledir.. Ve öyledir diyerek teslimdir yaşadıkları hayata ve nefes aldıkları an’a..

Biz, öyledir derken bile sınarız birçok şeyi...
Öyledir nokta.
öyle olmuştur,. virgüllü nokta....
ve hepte öyle olacaktır... üç nokta yan yana...

Bedenlenen her ruhun –egosuyla yaptığı savaş sanırım bu.. Ego varolmak için kesinlikler ister.. Kalın çizgiler, bedeniyle yaşamı arasında.. Çizgiler varolmak içindir.. Kesinliktir –maddi dünyada yaşamı belirleyen.... Diğerlerinden ayırt eden...

Çaresizlik öğrenilirmiş...Unutulabilir mi peki? Yok sayılabilir mi?
İçindeki yangını rüzgar ile söndürmeye çalışmak çaresizligin öbür adı... İçinde kor kor yanar yoklukta... Her çaresizlikle söndürmeye çalıştığın hani.... Alevlerinden alevler doğuran... Sönmeden yanan, yakan yüreği...

Var da yok-Yok ta yokken... Aslında Çaresizlikte yok.. Biz yarattık onu...Ve biz büyüdük çaresizlikleri öğrendik sonra...

En çok çocukken tanrıya yakın olurmuşuz.. Ve biz büyüdük, tanrıdan uzak düştük.. Tanımlamalarla- tanımlamalara sokarak onu... Ve tanrının çocukları olduğumuzu unuturak...Sevildiğimizi, korunduğumuzu yoklukta veya varlıkta..

Çocuklara sormuşlar..Tanrı nerede?...Gökyüzünde demiş hepsi...
Unuttuk çocukluğumuzu ve gökyüzünü... Çocukluğumu özlüyorum... ve farkettim ki; Tanrıyı anlatırken bir çocuğun yaptiği gibi, kaçırarak gözlerimi gökyüzüne çevirmiyorum yüzümü...

Çaresizlikleri sorguluyorum işte... Öyleymiş diyemeden..Varsın öyle olsun diyemeden, demek isterken.. Sabah esintisi katıyorum belki de kalbimde yanan kor aleve her kelimem ile...
*
İçimdeki elmayı dişliyorum bu sabah... Günün alacasında, balkonuma gelen kuşlar evde dünün kurumuş ekmeklerini yiyor oysa... Ölmezler bugün...

Saat sabah 6...Güneş doğmakta..
ve Tanrı bugünde gökyüzünde..
*
*

04 Nisan 2008

Bir ton pirinç, Sadece bir tondur..


“if you don't know zen, mountains are just mountains, when you start zen, mountains are no more mountains, when you become a zen master, mountains are just mountains for you”

Zen budistlerinden farkım, henüz Zen’e varamayışımdır.. Zen ise aslında hiçbirşey demek değildir ve hiçbir anlamı yoktur.Ve bu “hiçbirşey” aslında bu öğretinin gerçek koşuludur.

Hiçbirşey benim için tanımsız ve önemsiz bir kavramı ifade edemiyor.. Hiçbirşey, belirsizliğin ta kendisi.. Benim gibi birini bir ton pirinç ile tehdit edebilirsiniz. Ben bir ton pirincin ne kadar olduğunu tahmin edemediğim için, hiçbirşeyin tanımsızlığında boğulurum.. Halbuki bir ton pirinç, sadece bir tondur..

Hayat aslında bilinen sandıklarımızla belirsizliklerle ilerliyor. Ve bazen bir Zen içinizde hortluyor. Zen’in tanımı içinizdeki çok şeyin –hiçbirşey olmasını istemek oluyor bazen..Bazen sadeleşmek... Bazende inzivaya çekilmiş bir Zen budistine imrenmek...

Zen budistleri bu “hiçbirşey” ile meditasyon yaparlar... Hiçbirşey düşlemeyerek oturdukları yerde saatlerce.. Zen budisti olmaya karar vermiş biri için en zor dönem meditasyonun ilk zamanlarıdır... Otururken beli ağrır, kolu uyuşur, kemikleri üst üste biner ve ne düşüneceğini düşünür... Cevap şudur “ hiçbirşey”... ve acı da yoktur yada geçer.. Yıllar sürer meditasyonları... Hiçbirşeyi deneyimlemek için önce; “ kafalarındaki herşeyi” meditasyonda yaşarlar.. Ve bir sonraki meditasyonda “hiçbirşeyi” deneyimlemek üzere kalkarlar meditasyondan... Yıllarca dağlarda inzivaya çekilirler... Amaç dağda inzivaya çekilmek değildir.. Amaç dağa herşeyi taşımamaktır belki de... Ama malasef biz nereye gidersek gidelim, aklımızda başımızın içinde bizimle gelir... Onlar dağda inizvaya çekile dursun,biz 54 saniyelik kırmızı ışığı beklerken bile “hiçbirşey” düşünemeyiz.. En kötüsü hiçbirşey düşünmesek, trafik lambasının yanında duran tabeladan kırmızı ışığın bitişini saymaktayız..28- 29-30....

Zen budistleri, üzerlerine hiçbirşey giymezler. Çıplak değillerdir elbette.. Sadece örtünürler... Güne göre kıyafetleri yoktur.. Gardropları da... Takıları, Şapkaları, Atkıları....

Yemekleri en sadesindendir... Enerji almak için yerler, ihtiyaçları kadarını.. Doymak olmaksızın.. Biraz ekmek ve su bazen... Bazen sadece dağda buldukları meyve ve otlar... Nerdee iskender, zeytinyağlı yaprak sarmalar...

Ve sahip oldukları sadece nefesleridir, nefsleridir. Çoğu evini, yatağını, oyuncağını bırakıp gelmiştir küçük yaşta tapınağa... Annelerinin yemeğini, ninelerinin ördüğü sıcak tutan battaniyeyi, kardeşleriyle oyunlarını, babalarının kucağında otururken geride hatırlayacağı anıları yaşamadan ...

Yatakları yerdeki bez şiltedir... Bizim gibi yorganları da yoktur sarıp sarmalandıkları... Uykularıda yoktur aslında...Uyku yerine tutan meditasyon yapar çoğu..

plazma tvleri... Bilgisayarları.... Buzdolapları.. Elektrik faturaları.. Kredi kartları... Sigortası gelmiş arabaları... Aynaları... Yazlıkları... Titleları.... Cep telefonları... Maaş bordoları... Sigortaları... Anahtarları...Kimlik kartları... Cüzdanları...ve malasef yoktur Çorapları...

Zen’e ulaşmak için binbir disiplinden geçerler.. Önce bir odanın içinde bir kapı açmaları istenebilir. Sonra o kapıyı başka tuğla ile kapatmaları.... Başta saatlerce nasıl yapılacağını bilmeden meditasyon yaparlar.. Oturarak Buda olunmayacağını söylenebilir onlara, aynı zamanda mantraları doğru okumaları da.. Sonra yaptıkları hiçbirşey onure edilmeyebilir.. Tüm bunlar bedenlenmiş ruhun eğitimidir.. Hoca, sadece öğrencinin kendini algılayışını gösterir. Zen’e göre “nerde bir beden varsa, orada sıkıntı vardır”... Sıkıntı acı ve dertlerdir. Ama aynı zamanda zevk ve hazdır.Çünkü sıkıntı beden ve zihni kontrol eder.Çünkü beden, her zaman zevk ve rahatlığa uzanmaya hazırdır. Açık ve gizli sıkıntılar yaşamın değişmez olgularıdır.Çünkü insanliğin hepsi negatife doğru gitmeye odaklıdır. Zen Budistleri ise sıkıntıyı da –mutluluğu da bir tutarak nötr olmayı deneyimlemek için oradadırlar.Buna adarlar kendilerini..Ve en önemlisi an’da kalırlar ve farkında..... Soru şudur “ şu anda ne eksik”...

Zen’e göre herşey yaşadığın anda gizlidir.. Bu öğretilerin bize yansıyan kısmı ise şöyle “heryerde Zen”.... Yemek yaparken “Mutfakta Zen” yapabiliriz.. Araba kullanırken de... İş yaşamında da Zen’de mevcut .... Tüm bu öğretilerin nasıl olacağını merak edeceklere en güzel örnek sanırım şu hikayedir... Büyük hocalardan biri yanına gelen öğrencisine sormuş..
”Kahvaltını ettin mi”...
Ettim hocam” ..
“Terliğini içeri girerken çıkardın mı yağmur yağıyor dışarıda”..
evet çıkardım hocam”....
” Terliklerini Kapının sağına mı koydun yoksa soluna mı”....
? !? !”..

Neyin farkındayız.. Ben evde terliklerimi hatırlamıyorum neredeler şu anda... Hatta ikisininde farklı yerde olduğunu sanmaktayım.. Geçenlerde yoga yaparken Tadasana duruşunda ( Dağ duruşu - Her iki ayak tabanı üzerinde, ayakta durarak uygulanan başlangıç pozisyonudur) hocamın duruşu tarif ederken “ayak parmaklarımız yeri kavrıyor ve kafamızın üstü tavana paralel “ tanımı bile beni düşündürdü..Dik durmak için kafamın üstünün tavana paralel olması üzerine düşündüm hayli.. Sanırım farkına vardım.. Farkına vardım dik duruşun sırrının ve kafamın üstünün...

Benim Zen’im farkli bir Zen anlayışı... Bu taraflara gelene kadar bilgi eksikliğine uğramış..Bana geldiğinde de sadece benim algılayışım kadar kalmış... Ayrıca kafamın üstü tavana paralelmiş yıllardır..

Şu aralar Zen Budistlerini özeniyorum. Hiçbirşeyi deneyimlemek istiyorum..Dağlarda meditasyon yapmak... Düşünmemek.... Hayatta hocalar değişik değişik olabiliyor malasef.. Onlara hoca demesekte hepsi çevremizde... Yarın sabah erken kalkıp işe gideceğim. Patronum benden, bir duvardan kapı açmamı... Sonra çıkan tuğlalar ile saray yapmamı isteyebilir. Sonra ben bunu istememiştim ki diyebilir. Canı sagolsun.. Ben Kafamın üstü tavana paralel olarak günlük eğitimimi tamamlarım... 8 saatliğine Zen Budisti olurum.. Şiltede yatmıyorum.. Budistler gibi meditasyonu uykuya da tercih edemiyorum..


Dağa kaçmama az kaldı ama...
Şimdi izninizle yatağıma yatıp, yorganıma sarılacağım Zen Zen...