24 Mayıs 2007

Hoşgeldin Efla


15 Mart 2007 günü sabah saat 6 da uyandım.. Güçlü dayın bile beni son zamanlarda uyanma konusunda bu kadar istikrarlı görmemişti..Hazırlanıp, evinize vardığımda saat 6.30 du.Baban takım elbiselerini kuşanmış, kapıyı açtı..Annen güzel elbiselerini giyinmiş saçını fönlüyordu. Sanki bayram günüydü ve evde hazırlıklar saatler öncesinden başlamıştı..

Araba ısıtıldı.. Anneannen ve Annen kapının önünde belirdi..Ben Cevat Kelle pozisyonuna çoktan girmiştim.Bir elimde kamera-diğer elimde fotograf makinesi..
Sakin bir araba yolculuğuydu..Gülüştük-havadan sudan sohbet ettik..

Hastaneye vardığımızda Dayın ve deden gelmişlerdi..Anneni saat 7’de Acil kapısından duygulana duygulana yolladık..Ve belirsiz bekleyişimiz başladı.

Hangi kattaydı ameliyathane? Buradan mı çıkacaklar acaba ? Kaç saat sürer ki? Yatağını hazırlayalım mı?

Odanın olduğu koridor ve Annenle sizi karşılayacağınız koridor arasında bekleşmeye başladık.. Beklemek mi daha zor acaba diye çok düşündüm.. Koridorun bir ucunda yeni doğum yapmış annelerin odasi olduğu için, biz devamli kalabalık yaptığımızdan boş koridorda beklemeye başladık. Bekle bekle..bitmiyor ki.. En sonunda ameliyathanelerin olduğu bölümdeki bekleme odasında bekleyelim dedik.Ve doktor amcalar dogumun gerçekleştiğini ve 3.260 kg dogdugunu söyledi. Bu önemli bilgiyi Dayın ilk alma şansına nail oldu..Sonra bekleme devam etti. Kimbilir o arada Annen ve sen neler yapıyordun..Biz sadece tahmin ederek sabrettik. Saat 10.30 olduğunda bekleştiğimiz koridorda annen sedyenin üstünde- sen onun bacaklarının arasında mavi bir battaniyeye sarılmış olarak göründün.. Anneannen, ben ve Baban ısrarlı bekleyişimiz sonunda sizi ilk görmenin mutluluğunu duyuyorduk.. İkinizde iyiydiniz..Ve herşey yolunda geçmişti çok şükür..

Pembecik-minnicik birşeydin..Kime benziyordun? Niye agliyordun? Uzerine giydirdigimiz pembe kıyafetleri mi begenmemistin acaba? Yoksa annenin sana guven veren kokusunu mu özlüyordun?

Annen’den ilk sütünü binbir beceri ile aldıktan sonra sakinleştin.. Senin dünyaya gelişinle ziyarete gelenler- kutlamalar-telefon konuşmaları- sevinç belirtileri odanın içini dolduruyordu.. Sonra teyzen-enişten ve Kayra abin geldi.. Herkes hem çok mutlu –hem de çok duygusaldı.

Annen seninle ilk merhaba konuşmasını yaptı.. Hoşgeldin dedi sana..Merhaba..elini tuttu.. Kokladı bir sürü.. Sen ise gözlerini annene dikip, onu hayal ettiğinden çok güzel olduğunu mu söylüyordun miniğim?...belki de teşekkür ediyordun ona kimbilir...Uzun süre sessiz sessiz baktın ona... Anlamaya çalıştın belkide çıkardığı sesleri...

Çok güzel bir andı.. Harika bir gündü...Unutulmaz dakikalardı.. Duygu yüklü...Mutluluk dolu... Şimdi kocaman kız oldun diye devam etmek isterdim cümlelerime...Ama henüz daha süt ve uyku arasında seçim yapıyorsun.. Seni gördüğüm dakikalarda gözlerini dike dike bakıyorsun bana.. Bebek bebek mis gibi kokuyorsun sonra... Annen herşeye harika adapte oldu.. Artık benim gözümde tam bir sensei durumunda...

Daha yaşayacağımız çok şey var Tanrı izin verirse... o günleri sabirsizlikla bekliyorum cicim...
Ne şanssızlık ki 2 gündür gribim, o yüzden seni görmeye gelemiyorum..Burnum da tütüyorsun..Resimlerine bakıp bakıp özlüyorum seni... Annen onu gormeye gelmedigimi sanacak diye de korkuyorum bir yandan da...

Çok yakında yine görüşeceğiz...Daha doğrusu bundan sonra ömrümüz yettiğince hep görüşeceğiz...

İyi ki doğdun mintro Efla... Hayatımıza mutluluk getirdin pespembe...
Ne mutluyum ki ilk kez teyze oldum sayende...

İşe yaramaz öğütler

Efloş’um



Ne kadar az kaldı gelişine…Annenin gözleri kocaman kocaman oluyor bu konuyu konuştukça biz..Hem doğumu ilk kez yaşayacagi için düşünceli, hem seninle tanışma heyecanı sarıyor onu, hem de hayatın senin gelişinle nasıl olacağının hayalini kuruyor belki de..

Onu anlamaya çalışıyorum. Ama ne kadar anlayabilirim bilmiyorum..Kendi annelerimizin yaşadığı– bizi doğurdukları gibi bizde tahmin yürütmüyor, sorgulamıyor ve gelişinle içimize dolacak mutluğa odaklanıyoruz..

Biz hiç büyümeyeceğiz sandık…Hep küçük kızlar olarak kalacağız sandık belki de.. Ama şimdi senin 7 ay önceki geliş haberinle büyüdüğümüzü mü düşünüyoruz acaba…ya da Annelerimize hak verişimiz,… aslinda onların yaşadıklarını ne büyük yücelikte karşıladıkları, bizim için nasıl özveride bulunup, bizi; herşeye rağmen nasıl sevgiyle kuşattıklarını anladığımız için mi onlara hak verir olduk bilinmez…

Sende bu dünyaya kadın olarak geldiğin için bir gün bizi anlayacaksın demek düşüyor bize de…Annelerimiz bunu söylediğinde ne anlamsız ve sinir bozucu bir cümle olduğunu biliyoruz.…Şimdi o cümle bizim için anlam kazandı. Hayat bize o cümlenin içini doldurttu…Ve şimdi biz seni bekliyoruz…Seninle öğrenmeye ve yaşamaya, paylaşmaya can atarak bekliyoruz cicim..

Burada öğütler vermem için çok erken biliyorum… Ama, bir yaşa geldiğinde seninde duyduğun cümleler anlam kazanmaya başlayacak.. Verilen öğütlerin aslinda anlamsiz olmadığını öğretecek hayat sana…O öğütler aklına gelip onları anlamaya başladığın zaman yüzüne tatlı bir tebessüm yayılırsa , en mutlu anneye sahip olursun işte o zaman.. Çünkü o senin bu yazıyı okuyup, anlayabildiğin zamana ve sonrasına kadar seni kendinden bile sakınacak..Güzel bir hayatın olması için çırpınacak…Seninle öğrenmeye ve büyümeye başlayacak…ve tüm bunları sen ondan bir parça olduğun için, beklentisiz büyük bir mutlulukla yapacak.Babanı da unuttum sanma sakın, o da ayni şekilde seni koruyup, çok sevecek…Yaptikları herşeyi ilk kez öğrenecekleri için belki hatalar yapacaklar zaman zaman, belki sen onları anlamakta zorluk çekeceksin ama onlar tüm bunlara sırf senin bir gülüşün için yaşayacaklar..

Güçlü dayın ve Ben hep onlarla ve seninle beraber olacagiz ömrümüz yettiğince.. Kimbilir neler yaşayacağız bizde seninle, ve anneciğin babaciginla....

Şimdi sana hayati öğütlerimi veriyorum Cicim..Bunları yapmasanda olur..Ben sadece yazıyorum..

- Büyümek için çaba harcama çok..Yaşının güzelliğini yaşa…Biz sana ve senin yaşının naifliğine imrenirken, sen sakın büyümek için çok acele etme..
- çignemeden yutma :)

- buzdolabından soğuk soğuk kolalar iç..
- şemsiye çikolata ve arap kızlı sakızlardan bulursan, gelecek yuzyıl içinde biriktir.kolay bulunmuyor..
- sokakta oyna, dizlerin kanasın…
- hayvanları çok sev..onlarla arkadaşlık kur.. Toprakta solucan bulursan onu eline alip sevmekten çekinme..
- Abini ve Kayra'yı cok sev..Onların sevgileri sana ömür boyu lazım olacaktır.
- Adile Naşit ve Barış Manço'nun kim olduğunu öğren..
- sonra daha erken kalk sabahları ki cocuklugunda uyku dısında gecirdigin vakıt iyice artsın, cogalsın cocuklugun.
- Bagirip cagirarak şarkı soyle bol bol…
-İnsanları tanımak için sezgilerine güven
- Kim sana ne derse desin, bu hayatın senin olduğunu unutma..
- Sevgini herkese ver, insanlara dokunmaktan çekinme.Unutma ki sevgi herşeyin ilacı …
- Iyi biri olmak için kötü şeyler yapma..Sabretmeyi öğren..
- Sadece Masallarda da olsa- gerçek hayatta da kahramanlara inan..
- Teşekkür etmeyi unutma..
- Gülümsediğin zaman işlerin daha kolaylaşağını bil..
- Mutlu insanların önlerinde hiçbir engel olmadığını tecrübe et..
- İnsanın zenginliğinin, cebinde değil ruhunda olduğunu keşfet..
- Hedeflerin varsa ve onlara doğru yürüyorsan,yolun yarısına geldiğini bil..
- Ideallerin ve kendini görmek istedigin seyler için savaş..
- İnsanlara kızmadan once kendi hataların olup olmadığını sorgula..
- Sevgi dilenme, once kendini sev…
- Hayatın varılacak bir yol değil, gidilen yolda gördüğün manzaralar olduğunu unutma..
- Bunaldığında gökyüzüne bakmayı ihmal etme, gökyüzü senindir.gökyüzü herkesindir..
- Nasıl olsa büyüyeceğim diye, sana 2 beden büyük kıyafetler begenip içinde kaybolma..
- İnsanları kadın erkek değil…Sadece insan olarak değerlendir.
- İyi dostlar biriktir..
- Birşey kötü de gitmişte olsa, onu ailenle paylaşmaktan korkma…Onlar seninle olduğu sürece hep güçlü olursun.
-Yaşadıklarından kötü tecrübeler edinirsen, pişmanlık duyma..O hatalardan neyi öğrenmen gerektiğini çıkar ve aynı hatayı tekrar etmemek üzere hayatında uygula
- Meleklerin olduğunu ve onların seni koruduğunu bil..
- Dünü, yarini değil bugunu ve bulundugun anın tadını çıkar.. Hayat an’lardan ibarettir..
- Öğütlerimizden sadece istediklerini al..ama digerlerini de duy…Digerleri sonradan işine yarayabilir..


son ve en önemli öğüt.. unutma ki,
Sen anneciginin ve babaciginin minik prensesisin…Onlara zamanı geldiğinde Kral ve Kraliçe gibi davranmayı bil..

Ve Cicim..
JU JUU' yu çok sev.. Çünkü o seni çok seviyor olacak…

gel hadi, beraber oyun oynayalım..bisiklete binelim..dondurma yiyelim üzerimize döke döke ...



Oyuncak


*
Anneciğin iki uykun arasında gidip, bicili bicili-renkli oyuncaklar almış sana. Aklına takılmış, Efla’sı belkide oyuncak istermiş diye... Sen oyuncagina kurulduğunda, bacakların vurman gereken yerlere daha varmazmış ama.. Olsun o almış sırf seni mutlu etmek adına.. Ayak kısmındaki yere vurdugunda bir inek möölermiş, bir diğerine vurduğunda bir kedi miaoww dermiş.. Sonra Mozart’ın bebek senfonilerini çalarmış bir yandan.. Üzerine renkli bir kafesten, minik zürafalar sarkar ve sesli tavşanlar çıngırmıngır sesler çıkarırmış.. Henüz renkli kelebekler görmemişsin ama.. Rengarenk kelebekler “ merhaba-merhaba” dermiş yattığın yerden sana...

Koca gözlerini açıp, büyükleri bile kıskandıracak renkli oyuncağının keyfini sürdüğünü sanırken.. Aslında ne zürafalardan anlarmışsın, ne de miyavlayan kedinin sesinden, kırmızı kolları buyuk gelen yeleginin içinde henüz sen 30 günlükken daha..... tek baktığın tüm renklerin ve seslerin arasında sana sımsıcak bakan Annenin tanıdık yüzü olurmuş..... ve onun “Bak Eflaa bu da neymiş “ diyen kelimelerinden hiçbirşey anlamadığın halde, sadece vurgularda keşfettiğin sevgisi olurmuş dikkatini çeken... Seni tüm bu renkli oyun parkının içinde, en çok Annen ilgilendirirmiş.. Ve onda gördüğün tüm renkler ve hisettirdiği tüm duygular da bir yana..

23 Mayıs 2007

Hastalık mı-Sağlık mı bunun adı?

23 Nisan haftasonu, çocuklar gibi şendim. Pazartesinin de tatil olduğu bilinciyle, hızlı bir haftasonu geçirdim. Her şeye yetiştim.. Gidilmesi gereken her yere gittim. Annemlere, İnci annelere, Anneanne ile Pazar bruncha... Kedim Shiraz’ın tüylerini taramaya... Bunlar bir yana, Selma’nın kızı Efla hanım’ın 40.gün banyosuna... En genç halimle Cumartesi Mirkelam’in geçtiğimiz yazımda yazdığım konserinden ve kulisinden sabahın 6’ sında evime bile vardım.

Fakat gelin görün ki, Salı gününden haftasonunun hızı boğazlarıma vurmaya başladı. Hani derler ya bazıları “ midelerim ağrıyo” - “başlarım tuttu”.. tekil ağrıları çoğul çoğul olur, ağrının tanımlamasını güçlendirsin diye... Benimkisi de farklı değil...”boğazlarım bi ağrıyor ki” sormayın..

Salı günü, kalbimin boğazımda attığını hissettim... Oyle ki yutkunamıyorum. Boğazımın üstü ve boğazımın altı diye ikiye ayrılmış vücudum adeta.. .Zonk zonk...Nefes alıyorum ama sadece kafamın içinde dolaşıyor nefes...Vucudum artık lime lime olmuş.. Kemiklerim ağrıyor. Uzun uykulardan uyanıyorum ama sanki uykumda maratona katılmışım.. Koşmuşum koşmuşum, varamamışım...

Salı günü gribal hastalık diye ilaçlara başladim fakat hiç önemsemedim doğrusu... Çarşamba uyanıp, ofise geldiğimde bunun bu kadar basit olmadığını anladım. Ofiste koltukta uyuya kalmışım sızarak... Kalktığımda bi ton daha yorgun uyanarak, paniğe kapıldım.. Eve sanırım gidemeyeceğim paniği.. Demgem şaşmış, yürüyemiyor, yutkunamıyor, birileri etlerimi uykum sırasında iyice çimdiklemişcesine ağrılar duyuyorum.

Perşembe dinlenmeye karar verdim. Size kaç saat uyuduğumu söyleyemem. Uyku, ilaç, atıştırma ve uyku arasında bir gün geçirdim.. Hastaydım.. Dünyadan kopma noktasında hastaydım.. Dışarda havanın güzel oluşu, çevrede olup bitenler, insanların anlattıkları, yaptıkları o kadar uzak geliyordu ki bana.. Sadece bedenimin içinde- yıllardır bu durumda ve çok yorgun hissediyordum kendimi... Hareketin ismi bile yoruyordu..

Herşeye rağmen hastalığım devam ediyor.Uykulardan uykulara geçiyorum.. Bazen herşey durmuş gibi geliyor.. Aslında çok önceleri yapmam gerekeni yapıyorum belkide.. Bu sayede içime döndüm. Hiçbirşey için endişe etmiyor, hiçbirşey için can hıraç efor sarfedemiyorum kendimden geçip... Boğazım neye elverirse o kadarını yapıyorum.. O kadarı da yapabildiğim oluyor zaten... Mazaretim bu gibi görünsede, aslında bu dönem bana iyi geldi.. Bunun adı hastalık olsa bile, ruh sağlığı açısından çok yararlı geçiriyorum günlerimi.. Kendimi hiçbirşeye üzmeden, koşturmadan, acele etmeden, birşeyin üstüne bi milyon kere düşünmeden sakince geçirdiğim, uykuyu kendime lüks değil ihtiyaç olarak gördüğüm, sakinliğimi hiçbirşeyin bozmadığı bir dönem..

Bazı dönemler vardır insanın hayatında, bu bir yaz tatili olabilir, tanıştığı yeni bir insan olabilir bilmiyorum.. Hani hayata bakışı değişir ya insanın bir anda.. Benim de yaşadığım böyle birşey diye düşünüyorum..

Kısacası, hastayım... Çevreye rahatsızlık vermemek için karantina günlerim devam ediyor.. Kimseden ilgi beklemeden, ilgiyi kendi içimde buldum. Mukozamdan yenilenmiş olarak çıkacağım çok yakında.. Hastalığınız sırasında -sağlıklıyken yaptıklarınızı özlersiniz ya.. bende hiç öyle birşey de yok.. Ne yaptığımı hatırlamıyorum inanın..

Hiç acelem yok, kendimi zamana yaydım.. Herkes mi hızlı- ben mi yavaşladım bilmiyorum...

Tek bildiğim Boğazlarımın ağrıdığı çok fena..

Neyin olmasını iple çekiyorsun?



Neyin olmasını iple çekmiyorum ki... Herşey olsun da.... İyi birşeyler olsun.. Hayırlı olsun..Yüzümü güldürsün.. Mutlu etsin...”Ohh bee” dedirtsin..

Aslında herşey yolunda... Hayat kendi rutininde güzelce akıyor.. Bende ne akıntıya ters kulaç atıp direniyorum.Ne de kulaçlarımı daha hızlı atıp, yoruyorum kendimi varmak istediğim yere... Akıyorum hayatla.. Bazen döne döne.. Bazen sırt üstü yata yata akışa bırakıp kendimi.. bazen dalgalarla oynayarak... Bazen önüme çıkan engellerden kendimi sıyıra sıyıra....Geçerken çevreye de bakınıyorum. Önümden geçen manzaralara, akışa kapılırken çevremde gördüğüm insanlara....”Merhaba herşey harika” dediğimde oluyor...”Bırak o dalı” dediğimde...

Kendime de diyorum bunları... Bazen zaman duruyor, ben içinden geçiyorum..

Neyin olmasını iple çekiyorsun? diye sordu bugün evren bana bir gazete köşesinden... Yazılanı okumadım alt başlıklarda... Ama soru aklımda kaldı.. Neyin olmasını istiyordum sahi? Neyi iple çekiyordum olsun diye?

Annemin arkadaşı, aylar önce bir yahudi yortusu vermiş anneme.. Bu yortu ilginç bir adetmiş. Annem arkadaşından yortunun 4 eşit parçasından birini alıyor, süt ve şekerle kariştirip, malzemeyi çoğaltıyor, sonra malzemeyi 4’e bölüp, 3’nü dağıtıyor. Kendinde kalanıda pişirip, dileğini söyleyerek yiyorsun. Adet böyleymiş. Şans bu ya, dörtte birlik kısmınıda bana verdi annem.. Bende usulu yerine getirdim.. Yortuyu şekerle, sütle büyüttüm, dileği olabilecek yakınlarıma kendi payımdan dağıttım.. Fakat bana kalan kısmını pişirip, yemeğe geldiğinde durakladım. Güçlü ile yortu kekimiz önünde aile meclisini toplayıp, dileğimiz ne olsun diye oturup düşündük uzunca... Ne dileyelim?.. O birşey dedi,vazgeçti.. Ben birşey diledim kararsız kaldım.. Ne zor birşeydi insanın dileklerini kesinleştirmesi.. Ola ki karşımıza sihirli bir peri çıksa, dileyin benden ne dilerseniz dese kalakalacagiz.. Yortumuzu “ailemize ve bize sağlık versin” diye yedik bir güzel.. Sağlıklı olmak en önemlisiydi çünkü belki de.. Sonra diğer dilekzadelere sordum benim onlara dağıttığım yortularını yapıp yemiş olan... Onlarda aynı durumda kalmışlar. Ne dileyeceklerini kestiremeden, sağlık mutluluk dilemişler güzelce...

Neyin olmasını iple çekiyoruz bilmiyoruz.. Ama bir sürü güzel şey hayatımızda olsun da istiyoruz işte... Birisi sorduğunda haybeden dilenecek bir sürü şey geçiyor aklımızdan da, gerçekten bu soruyu ciddi ciddi olur gözüyle cevap vermemiz gerektiğinde kalakalıyoruz böyle..

Siz benim konumumda değilseniz, şanslı insanlardansınız gözümde.. En yakın zamanda sihirli perinin karşınıza çıkmasını diliyorum sizin adınıza..

Şu günlerde dilemek- neyi istemek ile düşünceler içindeyim. Kendime mini bir defter aldım. Sihirli peri karşıma çıkmadan yada iç sesim “ neyin olmasını iple çekiyorsun” diye tekrar sormadan kocaman bir listem olacak gibi..Yolda, arabada, yemek yaparken, uykuda gördüğüm rüyadan kalkıp defterime minik notlar alıyorum.. Bu beni rahatlatıyor artık. İstemeyi öğreniyorum.. Meğer aslında ne çok şeyi istemediğimi ama kesin kararlar vermediğim için hayatima soktuğumu görüyorum şimdi..

Dilek defterime yazdıkça kendimi kısa süreli bir hazırlanma uykusunda hissediyorum.. Bu sürede diledikçe mutlu oluyorum.. Rüya gibi huzur veriyor,dinlendiriyor.. Kararsız değilim, kesin ve netim artık... Uyandığımda dilek perisi karşısında kararlı bir şekilde “evet bunu istiyorum” diyebileceğim ..


Hepinizin bunun için hazırlıklı olmasını dilerim... Melekler şu sıra hoş suprizler yapıyor. Evren tesadüfleri peşpeşe çıkarıyor karşımıza...


siz de sorun kendinize " hayatınızda neyin olmasını iple çekiyorsunuz?"..

Kavak Ağacı

Bir kavak ağacı vardı sokağın bir ucunda... Yokuş aşağıya inen dar sokağın sol yakasında.. Yaşı 50 lerin çok üstündeydi.Yanındaki cılız kavak ağacıyla dostlukları da bir o kadardı sanırım.. Dikildiği zamanlar, yokuşun iki yanında, kendi boyuna eş büyük apartmanlar yoktu henüz..2 katlı –geniş balkonlu, yüksek tavanlı Ankara evlerinin yanı başına, sokağı ağaçlandırma çalışmaları sırasında dikilmişti yıllar yıllar önce... Ankara’nın en güzel sokaklarından biriydi sokağı.. Ne şanslıydı ki o sokağın çocukları, kollarını ona kavuşturup saklambaçlar oynamış, yanında ki duvara oturup çekirdekler çitlemiş, sokakta tek kale maç molalarında onlara gölgelik etmişti..Şimdi o çocuklar büyümüş, evlenmiş barklanmıştı... Evler değişmiş, yollar değişmiş, komşular göçmüş, bir tek o kalmıştı aynı yerinde... Şansına, o da yerinden edilmemişti..Tüm yol boyunca en derinden kök salmış, dallarını evlerin çatılarını görebileceği kadar yukarılara büyütmüştü... Ankara’nın en güzel manzarasının tadını çıkarıyordu şimdi...Çocuklar gövdesine sarılıp saklambaç oynamıyordu artık..Artık arabalar vardı çünkü hızla geçen ve yolun iki yanını kaplayan ... Yokuş aşağıya hızla kendini kaptıran yada dip dibe park etmiş arabalar, gün içinde biri çıkan diğeri arka arka parkeden... O, artık gökyüzüne doğru yaşamının ve manzaraya bakan dallarının keyfini sürüyordu ..Güneş’in batışı vardı bir de anlatılmaz olan.. Hani güneş mi doğmuş, gece mi olmuş, gün mü ağarmış koşturmaca da çoğu insanın unuttuğu....Ama o ve arkadaşı cılız kavak ağacı her gün aynı saatte doya doya tadını çıkarırlardı bu anların ....İki bina arasına sıkışmamış, önlerindeki açıklıktan her akşam güneşi uğurlama şansına erişen şanslı ağaçlardı ..Biliyorlardı..

Tüm gün, arabalar geçer, insanlar yokuştan aşağıya salınır, bir diğeri yokuştan yukarı çıkarken gölgelerinde soluklanırmış, ışıklar yanar, sesler çoğalır, sesler azalırmış.. ve koşuşturma devam etse de, güneş gündüzü yanına alıp,geceye sırasını verme zamanı gelmiş. ...

Bir rüzgar esmiş.Dallarındaki yapraklar, bir yana savrulmuş rüzgar ile aynı ritimle..Yanındaki cılız arkadaşına seslenmiş “ heyy güneş batıyor izliyor musun”....Arkadaşı da rüzgarla beraber ona sesini ulaştırmış..” evet dostum, harika bir manzara yine”....Haylaz güvercin, yüksek dallardan birine konmuş..Selamlamış onu ve soluklanmak için durmuş... Rüzgar esmiş en edalısından bir o yana, bir bu yana...Yapraklar mırıldanmış... Kavak ağacı, batan güneşe bakıp gülümseyerek teşekkür etmiş.. Aydınlattığı gün için, gövdesini ısıttığı, yapraklarını parlattığı için.... Rüzgar esmiş mırıl mırıl bir diğer yana... Yapraklar da mırıldanmış onunla... Güvercin, kanatlarını açmış, kavak ağacının dalından, batan güneşe doğru kaybolmuş manzarada sonra...Bir araba geçmiş sokakta, bir kadın çıkmış balkona, bir ışık yanmış mutfakta... Kavak ağacı, toprağın altındaki kökleriyle gerinmiş önce – sonra sarılmış tutunduğu ve beslendiği toprağa sıkıca...Sağlıklı gövdesi ve parlak yapraklarıyla son kez selam vermiş biten güne ve giden güneşine....Sonra, gökyüzüne uzayan dalları ve heybetiyle umutlarına ve hayallerine doğru uzanmış uzanmış iyice.. Geceyi ve yıldızları karşılamadan bir-kaç saat uyumaya karar vermiş.

Rüzgar ninni olmuş, yaprakları eşlik etmiş ona, gökyüzünün hüzünlü mavisi üstünü örttmüş ılıkça.... Kutup yıldızı parıldamış, yolculamış onu karınca dolu tatlı rüyasına... Sonra bir rüzgar esmiş. Dallarındaki yapraklar savrulmuş..bir o yana...bir bu yana...

TEK AMACI SEVINDIRMEK



Küçükken, dolmuş muavini olmak isterdim ben...Hani şimdi çocuklara soruyorlar, “ne olmak istiyorsun büyüyünce” diye.. Kimisi Kurtlar vadisinden etkilenip Polis olmak istiyor, kimisi öğretmenine aşık olmuş-öğretmen olmak diyor, kimisi televizyonda buz pateni yarışmasını görmüş buz patencisi olmak istiyor..Bir şekilde etkilenerek hayallerini söylüyorlar..Ben ise küçükken cidden muavin olmak isterdim.. Artık dolmuş muavinleri kalmadı...Caanımm iş, bekleyemedi benim büyümemi yok oldu gitti:)

Dolmuş muavini olmak isterdim işte..Annemle sanırım her yere dolmuşla giderdik aklımın erdiği zamanlarda...O zaman ( -biliyorsunuz dinozor oldum ben şimdi- ) dolmuşlarda şöförün para toplamasına yardım eden, muavinler vardı.Adam paraları toplar, üstlerini verirdi. Dolmuş muavinliği mesleği tarih olunca, dolmuş şöförleri sanki daha bir dikkatsiz kullanmaya başladı dolmuşları...”Arkadan vermeyen var mı” diye arkasına dönerek sorup, hoppala şerit değiştiren bir sürü sinirli dolmuş şöförü var yollarda..Muavine gerek yok, ben hem sürer hem elli milyon üstü verebilirim diyen..

Neyse, o küçük halimde, etkisinde kaldığım dolmuş muavinini hala hatırlıyorum.. Ben Annemin kucağında, ablam bir yanımızda –tıklım tepiş dolmuşun içinde elinde tomarla para olan o adamı... Ne zengindi gözümde tahmin edemezsiniz.Çocuk aklımla bir de “ohh bu adam bedava seyahatte ediyor böylece“ diye de düşünmüşümdür heralde...Bu nedenlerden dolayı aklıma yatmıştı bu meslek...

Şimdi çocukluk hayallerimin mesleğinden çok uzaktayım... Düşünüyorum da, aslında herkesin hayali para kazanacakları iyi işlerde çalışmak...Kim ne derse desin iş yerinde huzur, kariyer, çalışanlar benim önceliğimdir dese de- konunun gittiği yer kazançlı bir iş aslında..Hayatı kolaylaştıracak- standartları düşürtmeyecek...
Sonra aklıma, gün koşuşturmasında yetişmeyen işler-zamana ayak uydurmadan saatleri katlayarak çalışan mutsuz ve yorgun insanlar geldi.. Hepsi sonuçta para kazanıyordu ve iyi kötü bir işleri vardı.. İnsan Kaynakları gazetesindeki ilanları düşündüm.. Şu şu üniversitelerden mezun, şu şu bilgisayar bilgisine sahip, şu işi layıkıyle becerebilecek, mumkunse 5 yıl boyunca boyle bir işte bunala bunala çalışmış ama yeni bir bunalacak ekmek kapısı arayan eleman arıyoruz...Yönetici sekreter, Yuksek muhendis, Art direktör,Bankacı vs vs...Neden peki hiçbir ilanda işini sevgiyle yapabilecek birini aramıyorlar.. Neden bu gözdağı...Bunları arıyoruz biz, yersen gel hali... İşini sevgiyle yapacak insan aranmıyor...İşini sevgiyle yapacak adam aramadıkları için sanırım, banka memurları somurtuk, telefon açan sekreter bilmiyor ki gülümsemediğinin farkındayım ben...

Hangi ülkede olduğunu bilmediğim bir yerde “ Good News” diye bir gazete çıkıyormuş artık.. Savaş yok, kan yok,vahşet yok manşetlerde, ya da 2.sayfada tecavüz yok, bıçaklama, gasp haberi yok...Tüm sayfalarda sadece ve sadece iyi haberler veriliyormuş..”Başbakan sevgiyle ABD başkanının elini sıktı ve gözlerinin içine sevgiyle bakarak gülümsedi” gibi belki de manşetleri kimbilir..Henüz bizim ülkemize gelmedi bu anlayış..

Peki ya iş ilanları, onlarda ayrı bir borsa oldu..Geçen ay “ kiralık beyin” ilanı veren bir mühendis, sadece telefon numarasını koyduğu ilan ile Sabancı holdingten bile iş teklifi aldı..Mühendis genç, tüm bilinenleri yıktı..Kiraliyorum beynimi-bildiklerimi ve siz beni değil, ben sizi seçeceğim dedi.. En afilli üniversite mezununun bile işe alınmak için, 5 saltolu takla atabileceği bir çok firma bu ilanı yaratıcı ve etkili buldu iş bu ya...

Benim anlatmak istediğimse, tamamen bunlardan farklı aslında...Niye hiçbir ülkede “insan sevindirmeye-mutlu etmeye “ dair meslekler yok.Diyeceksiniz ki dolu.. Aslında hepsi insana hizmet ediyor tamam, ama neden işveren kendisini kalkındıracak –çok çalışacak-daha da çalışıp-fazla talepkar olmayacak eleman arıyor sadece..

Deseler ki, insanları mutlu etmek için yeni meslek dalları ortaya çıkıyor.. Sırf onları mutlu edin istiyoruz...Mutlu edin ve mutlu olun yaptiginiz işten..”Üff ben bu bebeğe bebek bakıcılığı yapıyorum ama lanet olsun zır zır ağlıyor” demeyin.. Para kazanmak için –içine sevgi koymadığınız işler yapmayın.. Mesala yaşlılara kitap okumak isteyen ve yaptığı işe sevgisini koyacak “kitap okuyucuları aranıyor- maaş tatminkardır” diye bir ilan niye yok.. Mesala canı sıkılıp, kendini yalnız hissedene “ dostluk” verecek insanlar neden kariyer yapamıyor. Yaşlıların elinden tutup, karşıdan karşıya geçirecek- iyi terbiyeli gençler aranıyor ya da... Düşünsenize o gencin ne mutlulukla para kazanacağını...Kolay olduğu için değil, bir yaşlıya kendini karşıdan karşıya geçmekte yetersiz olmadığını hissettirdiği ve ona yardım ettiği için duyacağı mutluluğu ve bundan alacağı maddi manevi kazancı... Mesala benim Babam, yıllardır çalışıyor.. Halbuki adama bir bahçe ver eksin biçsin, sevsin, matematik hesaplı çit diksin, gübrelesin nasıl mutlu olur, nasıl eğlenerek yapar...Ama kariyerini de sıfırlar bahçıvanlık yapsa şimdiki koşullarda...Tam tersine kariyerini değil, mutluluğu tercih edip mutlu olan insanlar da var tabi yok değil...Hem mutlu –hem işine aşık..Onları takdir ediyorum kesinlikle...Bir yanımda sahip oldukları şanslarını haset edercesine sorguluyor ama...

Universite yıllarımda kurduğum bir hayalim vardı.”hediye tasarım dükkanı”.. Siz dükkana girip, kimin için hediye istiyorsanız oturup konuşup size hayalinizdeki- dükkandan alınmayıp- tasarlanan hediyeyi sevdiğinize sunacak bir hizmet...Gençlik hayallerimle kurduğum bu düşü babam “ hiç olur mu öyle şey” diye destekleyememişti..Haklıydı belki ama ben insanları sevindirerek para kazanmayı istemiştim sadece... Çünkü hediye yapmayı seviyordum. Daha çok hayalleri olan ama kendini 9-6 işe gitmek zorunda hisseden insanlar görüyorum çevremde bol bol... Herkes şükrediyor ama kimse her iş çıkışı “ o kadar mutluyum ki” demiyor işsel nedenlerden dolayı.. Manevi tatminsiz, maddi gerekliliklerden şükretmeyi öğreniyoruz..

Toplumsal eylem başlatsam, ne kadar katılımcı olur diyor isyankar tarafım...
Dünyayı ne kurtaracak diyor diğer bir yanım..
Ömrümüz bu sevgisiz yaptıklarımızla geçiyor diyor gerçekliğim...
Neden peki? Hiçbir iş ilanında işini sevgiyle yapabilecek birini aramıyorlar ?
Her ne şekilde olursa olsun, para kazanmanın mutluluğa denk olduğunu kim söyledi

Dünyada en çok eksik olanın para değil, sevgisizlik olduğunu bilmiyorlar mi peki...

bi fotograf çekinebilir miyiz?


Düğünümüze 2 hafta kalmıştı. Düğün öncesindeki o karmaşa ve stresli günlerimizden birinde Güçlü bana geldi, elinde iki bilet ile.... Ne bu biletler dedim. Konsere gidiyoruz dedi.. Düğün–ev hazırlığı-misafirler hepsi uçtu kafamdan...The Cure konserine gidiyorduk.. Çocukluk arkadaşım Özge, eşi, ben ve Güçlü... Özge ile gençlik çağımızda The Cure dinleyerek serpildik. Her yaşanana ve her hissedilene bir Cure şarkısı vardı her zaman.. Albümlerinin çikacağı tarihi bilir ve o tarihleri bayram gibi bekler, koşarak gider kasetlerini edinirdik. Özge de-ben de odalarımızı teenage çocukluk çağımızın verdiği heyecan ile The Cure posterleriyle süslemiştik. Grup 5 kişiden oluşurdu ve biz hep bu grubu 7 kişi diye bilirdik.. Diğer 2 elemanda bizdik..Yurtdisina giden herkesten Cure t-shirtleri ister ve bu t-shirtleri giyip- yeni Cure fanatiklerinin sempatilerini kazanarak tanışırdık. Bu sayede çok arkadaşımız olmuştu o dönemde.. Cure dinliyor olmak tanışmanın birçok prosedürünü atlamamıza nedendi..

Cure dinlemeye başladığımızda yaşımız 13-14 tü... Ve Sonunda İstanbul Parkormanda konser vereceklerdi. Yaşımız 30 olmuştu ama heyecanımız ve sevgimiz hep diriydi..Konser günü çok heyecanlıydık.. Bir sürü Cure hayranıyla bir arada bu özel günde orada olmanın heyecanını anlatamam.. Cure sahneye çıkana kadar birçok alt grubu sabırla dinledik.. O kadar sanşlıydık ki en önde yerimizi almış- sahneye 2 adım uzaktaydık. Yerimizi korumak adına hiçbirimiz hareket etmiyor ve sabırla bekliyorduk yağan yağmura ve soğuğa rağmen... The Cure’ün sahne alma zamanı geldiğinde bodyguardlar ön sıradaki herkesi yerinden çıkardı ve özel biletlileri sokmak için bilet kontrolüne başladi.. Ben ve Özge, arkamızda sevgililerimiz, koca bodyguardların arkasından dilenerek yalvariyorduk.. ”Ne olur–bu saate kadar burdaydık.. Lütfen abi”.... artık ağzımıza nasıl ricalar geliyorsa hepsini tükettik.. Fakat işlerini yaptıkları için, ne kadar anlayış gösterseler de yapacakları buydu..Robert Smith çoşkuyla sahneye çıktığında- normalde durduğumuz yerden çok uzaktaydık. Ve bodyguard abinin boyundan hiçbirşey göremiyordum.Tüm gençliğimi –bu adama hayran olup- şarkı sözlerini ezberleyerek geçirmiş ben, şimdi onu görmemem için engelleniyordum adeta... O kadar direnmemize ve hayallerimize rağmen- öyle moralimiz bozulmuştu ki sinirden ağlamaya başladık. Ama kimse insafa gelmedi.. Güçlü benim bu kadar üzülmemden olacak ki önümdeki kodaman bodyguarda “düğün hediyesi olarak beni bu konsere getirdiğinden bile bahsetti..” Ama nafile... Bodyguardlardan en kodamanı önümdeydi ve ben onun omuz hizasından görebildiğim kadar konserdeydim.. Sonra dua etmeye başladım...Arkamızdaki konseri en önden izlemeye istekli grubun da dayanmasıyla bodyguard engelini yıktık ve zorlu uğraşlar sonucu koşarak en öne varabildik..Tüm konser boyunca, gözümü Robert Smith’ten ayırmayarak –bir hayalin nasıl gerçek olduğunu düşünüp-duygulanıp çoşarak geçirdim o geceyi.. Robert bana çok yakındı- onca zaman onların şarkılarıyla yaşadığımız tüm anılar da...Gençlikten-olgunluk çağına geçişimizin kutlamasıydı adeta konser...Her dakikasını hafızama kazıyarak –harika zaman geçirdim..

Cumartesi gecesi ise, hayatımdaki başka bir fenomenin konserindeydim.. Mirkelam...Tam fanatik genç kız gibiyim...Konsere şans eseri girebildik. Güçlü yine beni mutlu etmek için elinden geleni yaptı.. Mirkelam ilk ünlü olmaya başladığında onu hiçbir zaman bir şarkıcı olarak değil, sanki yıllardır tanıdığım biri olarak görürdüm.. Her şarkısı- hayatımdaki birşeye denk gelirdi çünkü...Hep çok ciciydi ve ben hep onu çok severdim. Neyse, konser yerinde ayakta durulan kokteyl masalarından birine yerleştik.. Mirkelam içeri girerken masamızın yanından geçti- bana bakıp gülümseyerek selam verdi.. Biliyordum ki, ona olan onca sevgiye dayanarak ona iyi enerji yolluyordum ve onu aldığı için gülümsedi bana.. Konser harikaydı... Gecenin sonunda pistte iki adım uzağımızdaydı ve beraber dansediyorduk.. Konser yine harika geçti.. Ben gözümü kırpmadan onu izledim.. Konser bitiminde merdivenlerden kaçarken, fotoğraf çektirmek istiyorum dediğimde –durdu ve elini uzatıp -beni yanıbaşına çekip ellerimi avucuna aldı- kafasını kafama yaslayıp fotograf çektirdik ve bu bana yetmemişti.. Daha fazla görmek istiyordum onu.. Fotograf çektirdikten sonra- ona dönüp en cici halimle teşekkür etmiştim.O da güzel gözleriyle bana bakıp –çok içten ricasını etti.

Gecenin sonunda grubunda gitar çalan arkadaşımız Kaan yardımıyla, dinlendiği kulisine kadar çıktık.. Kulise çıktığımızda ona yine yakındım.. Elimizi sıktı, isimlerimizi öğrendi.. Bir sürü şeyden bahsettik.. Düğünümüzde şarkılarını çaldığımızdan- bu gece çok eğlendiğimizden...o kadar ciciydi ki anlatamam... Bu ay yine Ankara’da bir konseri olacağını söyledi, gelin mutlaka dedi eli omzumda... Bir kaç kez yine “ fotograf cekinebildik” beraber.. Hiç beni hayal kırıklığına uğratmadı.. Hep bildiğim gibi mütevazi ve yıllardır tanıdığım adam gibiydi.. Tüm bunlar yaşanırken,ben ise bize gelsin.. bizde kalsın...beraber dvd izleyelim... bizim arkadaşımız olsun...ona şarkılarında yardım edeyim falan demek istiyordum o anda içimden..

Gece bitti... ben biraz buruk ama çokça mutluydum...
Unutulmaz bir geceydi...unutamiyorum hala..
Fanatik olmak böyle birşey sanırım... Şimdi hayatımda Mirkelamdan önce ve Mirkelamdan sonra olur mu bilemiyorum..

Düşünün ki, Sting karşınızda.. Elini omzunuza atmış, bir nefes uzakta size..
Bono elinizi tutup –gözlerinizin içine bakıyor ya da ...

Öyle birşey işte...

Gülüyor musunuz bu yazıyı okurken- masum tebessüm mü ediyorsunuz bilmiyorum ama ben üstesinden gelemediğim duygularla başediyorum şu anda...
Mirkelam’ın yeni konserine sadece 19 gün kaldı..

BAHARA EŞLİK


not: Bu yazıyı; ofisten çıktığımda yetişememiş- ama yazını bekliyorum diye bir mail atmaya üşenmemiş, hayatıma sadece feng shui'yi değil, bir sürü de"anlamlı renk" katan Nilambara'ya ithaf etmek istedim.

Nilambara'ya "çok uyukluyorum gün içinde” dediğimde, bana baharı anlattı.. Doğa tekrar uyanışa geçerken, bedenimizde aynı ihtiyacı duyarmış. Tam detoks zamanıymış bu zaman...Tabi ben anladığım gibi yazıyorum şimdi... Baharla beraber bizde yenilenirmişiz, soğuk ve ayaz geceler-sıcak ve güzel esintilere dönerken, bizde bedenimizin bu değişimine şahit olurmuşuz... Ruhumuza sıcak esintiler vururmuş püfür püfür, ılık ılık... Kış aylarında erken kararan havalara benzer, ruhumuza da ağır gelenler sıcak esintilerle geride kalırmış...Kemiklerimiz ısınırmış sonra.. Boğazlı ve yün kazakların yerine, hafif giyecekler giymek istermişiz.. Bir sonraki soğuk havalar için dolaplara düzenli koyduğumuz kazaklar gibi, kışın ağır düşüncelerini düzenleyip –ayrıştırıp –temizleyip / gerekenleri –gerekmeyenleri ayırmaya gidermiş belki de ruhumuz... Sonra ayaklar, parmak arası terlikleri özlermiş çizmelerden bunalıp...

Yeni keten gömlekler almayı planlamak gibi, ruhumuzda yeniye yer açarmış gardrobunda.. Bu kazak bana olmuyor, çok güzel günler geçirdik ama artık benim için hizmetini bitirdi diye düşünüp, aynı sevgiyle onu ihtiyacı olana vermek gibi, geçen mevsimde deneyimlerimizi, öğretilerimizi, hayat sınavlarımızı, derslerimizi sonuçlandırıp, geride bırakmanın ve yenilere yer açmanın zamanıymış bu bahar... Baharın gelişi, doğanın rengarenk kutlamasıymış adeta.. Biz de kışın soğuk günlerinde giydiğimiz kahverengileri- gri ve siyahları bir kenara koyup, bahar gibi yeşillere-eflatunlara-pembe kırmızılara merhaba dermişiz gardrobumuzda .. O yeşiller gelen sıcak günlere dair umudu, kırmızılar aşkı -heyecanı, maviler uçup gidilebilecek özgürlüğü temsil edermiş içimizde belki de.. Yağmurdan –çamurdan ve en önemlisi soğuktan bizi koruyan bot ve çizmelerimiz, bastığımız ve adım attığımız yerde/ kararlarımızda/duruşlarımızda bizi koruyan kalkanlar gibiymiş ve gelecek soğuk günler için bir mevsimlik mola alırmış artık dolaplarda. Terlikler- şıpıdık ayakkabılar ile parmaklar özgürlüğüne kavuşmak istermiş sonra. Soğuklardan sonra, saklandıkları yerden çıkıp- uyanan toprak anaya daha yakın ve temasta olmak isterlermiş o parmaklar belki de ..Siz hiç kar yağdığında “ elektriğin gider biraz çıplak ayak karda yürü” diyen birini gördünüz mü? Ama çimlerin üzerinde çıplak ayaklarınızla dolaşırken, elektriğinizin aktığını çok iyi bilirsiniz eminim.. Spor ayakkabılar peki... Yağmurda-karda yüzey biraz kaygan olabilir onları giymek için, ama havalar ısınmaya başladı, spor ayakkabılarınızın bağcıklarını iyice bağlayıp özgürce koşup zıplayabilirsiniz artık..

Mevsimler gelip geçmiyor işte öyle öğrendiğimiz gibi..Sonbahar-Kış-İlkbahar –Yaz diye..

Bizde bu değişim ile değişiyoruz...Son baharda dökülen yapraklar gibi, kış sabahlarının çiğ damlaları - yazın parlayan güneşi-ışıldayan yıldızları gibi, baharla yeniden uyanan doğa gibi....Bedenimizde- ruhumuzda onunla beraber bir değişim geçiriyor.. Doğaya ayak uydurmaya çalışmıyoruz.Aksine biz, doğayla beraber değişiyoruz.. Hiçbir ağaç havaların ısınmasıyla bilinçlice çiçeklenmez ki...Biz doğanın bir parçasıyız aynı ağaç gibi..çiçeklenen toprak-ılık esen rüzgar...şakıyan kuşlar gibi....

Şimdi geçirdiğimiz soğuk günlerden –sıcacık günlere doğru bir geçiş yaşıyoruz. Bedenimiz gibi- ruhumuzda havalanıyor... Bildiklerimiz –öğrendiklerimiz-öğrenemediklerimiz / sevdiklerimiz- affetmek istediklerimiz/ özlediklerimiz...Havalanıyor...

Gelecek sıcak günler için, herşeyi havalandırmalı şimdi... Kaldırılacakları ayırmalı... verilecekleri sevgiyle uğurlamalı... sıcak günlere dair özlenenler tekrar hayatımıza girmeli... bize göz kırpan yenileri buyur etmeli..

Ve en önemlisi, parçası olduğunuz doğaya daha çok gülümsemeli...Onun uyanışına eşlik etmeli böylece....

Bende havalandırıyorum içimi –dışımı-ruhumu şimdi...Hava harika-öğle molası verdim kendime bugün ...Ofisimin karşısında Ceviz diye cici bir cafe açıldı.. Ceviz’in Kuğulu parka bakan, yeşil yaprak görünümlü komik gölgeliğinin altındaki minik masasında oturuyorum elimde kalem ve minik defterim ile ..Detoks karışımı diye ikram edilen “zencefil, salatalık, portakal ve maydonoz” karışımını içerken ve üzerime giydiğim kazağın artık bu mevsimin son günlerine geldiğimizi hissettirirken bana, ben bu yazıyı yazıyorum..

Rüzgar, güneşin sıcaklığını ılık ılık yüzüme vuruyor- içim-ruhum havalanıyor...
Gözlerim kapalı, dışarıda ne oluyor umrumda değil....Bir çocuk gülüyor sesi bana benzeyen, bir kahkaha geliyor kulağıma, çiçekler açıyor,kuşlar cıvıldıyor içimde sonra...ruhum havalanıyor...
Güneş içime doluyor sımsıcak ve ben bahara gülümsüyorum..

İnsanlar büyüdükçe,hayalleri küçülür mü?



Küçükken minik ayak tırnaklarıma kırmızı oje sürdürmeyi severdim. O minik tırnaklara oje sürmenin ne zor olduğunu tahmin edin.. Annem bunu sık sık yapmazdı sanırım henüz küçük olduğumu söyleyerek.. Hatırlamıyorum.. Tek hatırladığım çoraplarımın içinde de olsa, o minik kırmızı ojeli tırnaklar beni çok mutlu ederdi.. Küçücüktüm, kimbilir neye özeniyordum.. Neyse ki o zaman bolca bu isteğim karşılanmış olmalı ki, şimdi her yeri boyalı koket bir kadın olmadım..

Büyümek istemek sanırım o zamanlarda insanın en özlem duyduğu şey... Şu aralar tanıştığım üniversite öğrencilerine bakıyorum da.. O kadar bunalıyorlar ki vizelerden sınavlardan...Tek dertleri vizelerden kurtulup, okulu bitirip iyi bir iş bulmak ve para kazanmak... Babamın yada Annemin bana sarfettiği sözleri onlara söyler olmamak için, cümlelerimi özenli seçmeye çalışırken buluyorum kendimi karşılarında.. Sonra, dediklerimi anlamak için bu devreyi atlatmaları ve bunu kendi başlarına görmeleri gerek diye düşünüyorum.. Güzel universite yıllarını geride bıraktiktan ve hayallerine kavuştuktan sonra, keşke daha tadını çıkarsaydım o yılların gibi bir pişmanlık duymamaları için iyi temennilerde bulunuyorum içten içe sadece.. Sonra soruyorum kendime, üniversite yıllarımı mı özlüyorum?.. Büyümek için bende böyle mi acele ettim acaba?..

Ablam benden üç yaş büyük... Onun bana verdiği tavsiyelerin aslında benim üç yıl sonra yaşayabileceğim “ keşke” lerim için ön uyarı olduğunu daha yeni yeni idrak ediyorum.. Şimdiye kadar söylediği o tavsiyelerin birçoğunu sıkıntıyla dinlemiş ben, bugün o keşkeleri kendime mal ederken, aslında içten içe hak veriyorum o zaman ablamın dediklerine..

Büyümek sanırım, insanın kendi tecrübeleriyle yoğrulmak istemesi birazda... Siz ne derseniz deyin, karşınızdaki bile bile o kuyuya düşmek, o yola sapmak ve o kararı almak istiyor..Ve bu deneyimler sonunda da hiç kimselerden “ ben sana demiştim” cümlesini asla ve asla duymamak...

İnsan büyüdükçe neler oluyor... Geçen gün yeni doğum yapan arkadaşım Selma’nın annesi Neriman anneyle sohbet ediyorduk.. Ben onun kızı gibiyimdir.. Dolayısıyla saçma konuşma özgürlüğüm vardır.. Çünkü Neriman anne benim dediğimi çekip çevirirebilir kendi engin bilgi ve tecrübesiyle.. dedim ki “ zor birşeymiş doğum –annelik.. Büyüdükçe daha da zorlaşıyormuş yaşananlar.. ” Neriman anne yine anneliğine sığan harika bir cevap verdi bana “ Biz bunları yaşayacağız ki, daha büyükleri için güç kazanalım.. Hiç birşey kolay değil ki”... Karşısında oturan ben, bu büyük lafın nerelerden gelip- nereye gidebileceğini düşündüm epey duraklayarak..

Büyümek boya göre mi yoksa düşünce şekline göre mi değerlendirilmeli peki.... Büyüyünce daha mı az hata yapıyoruz... Küçükken neye gücümüz yeter.. Büyüyen insan hep dogru yollara mı sapıyor..

Freud’a göre en dogru resimleri çocukluk çağında yapıyormuşuz. Perspektif denen şeyi öğrenmediğimizden.. Çünkü perspektif sonradan öğrenilen birşeymiş.. İçimizden geleni unutup, resmimizi bile kurallara göre yapmaya başlayınca, anlayın ki büyüdük.. Büyüdük ve o büyüme faslında, kendimizce açıklamalara dayandırdık resimlerimizi bile... Küçükken anlamadığımız veya reddettiğimiz kurallara – şimdi sıkı sıkıya bağlıydık... Aynı perspektif gibi... Geride olan imaj küçük olur.. İnsan bedeni, bilmem kaç kafa uzunluğundadir.. Yüz yüksekliği -Yüz genişliği ile eşit orantıdadir.. Ve buna aslında altın oran denir. Michelangelo, Albrecht Dürer, Da Vinci ve digerlerinin sanat eserlerinde, Altın Orana bilinçli ve dikkatli bir bağlılık sözkonusudur...Ve bu altın oran- binbir hesap içinde bir sayı orantısına dönüşür. Beethoven in Beşinci Senfonisinde, Bartok'un, Debussy'nin ve Shubert'in eserlerinde de gozükür. Stradivarius'un bile ünlü kemanlarındaki F deliklerinin yerlerini belirlemekte altın oranı kullandıgı bilinmektedir.. Altın oran mukemmelliğe giden bir oran olmaya başlar.. Mukemmeliğe varırken, aslında birçok hesap yapılır.. Ve bu oranlara varmak için hesaplara bağlı kalmaya başlanır.. Çünkü mükemmele götüren mutlak doğrular onlardır..Ve biz; o mutlak doğrular ve bunlara ulaşmak için hesapların içinde büyüdüğümüzü sanırken, ellerimize boya bulaşa bulaşa yaptığımız çocukluk resimlerimizdeki nedenlerden de uzak düşeriz..

Peki büyümek nedir...Boydan büyüyor.. Kafamızda binlerce büyük laf taşıyor ve büyümek denen olgunluğu bazen yaşımız kadar, bazen olgunluğu taklit ederek başarıyoruz da, ya içimizde büyümek ne anlama geliyor...

Küçükken cesurduk belki de.. Korkularımızın karşında çekebileceğimiz ışın kılıçlarımız vardı... ve yalnız kalmaktan asla korkmayacagımız hayali arkadaşlarımız.... Saatler, uykuda olunan ve oyunda geçen saatler diye ikiye bölünürdü.. Plastik bardak ve tabaklara hayali yemekler koyup yerdik. Evcilik oyunlarında, koca karakterini oynayan arkadaşımızın kırmızı chevrolet arabası vardı kredi çekerek almadığı... Oyuncak bebeklerimiz ancak istediğimizde ağlardı.. Silahlardan hava bile çıkmazdı karşımızdakini güle güle öldürdüğümüzü sanırken... Hepimiz streteskop ile doktor olurduk.. Sınavı kazandık mı? Tus’u geçtik mi derdimiz olmadan...

O zaman kocaman hayallerimiz vardı korkusuz, hesapsız... Şimdi ise hayallerimizi nereye saklayacağımızı bilmeden, altın kuralı dogru öğrendik mi –doğru uyguladık mı –mükemmele yaklaştık mı diye sorup duruyoruz kendimize... Perspektifi bilmediğimiz çocukluk çağımızdaki resim yapma heyecanını kaybederek...hesaplara boğularak...

Annem minik ayak tırnaklarımı oje sürerken, hep ona parmaklarımın arkasındaki kaşınmadan ve deri değişiminden bahsederdim... Ve o hep bana “ büyüyorsun, ondan “ derdi...

Büyüdüm .. Vücudum altın orana sadık kalarak büyüdü..

Ama gelin görün ki içim,
küçüklüğümde yaptığım gibi evin duvarlarına
boydan boya rengarenk çöp adamlar çizmek istiyor hala...

Kadınlar birliği


Bugün dünya kadınlar günü ya.. Belki ondan bu yazıyı yazdığımı düşüneceksiniz.. Ben kadınların eşitliğini ya da üstünlüğünü hiç savunmuyorum.. Onlar varlar.. Onlar içlerindeki tüm güzellikleri ile hayatımızdalar... Bugün güzel bir gün.. Bugün kadınlar günü olabilir ama yarında bizim günümüz..Sonraki günler de..


Bizler çok şanslı kadınlarız belki de.. Çok zor şartlarda ve sırf kadın olduğu için daha da zor koşullarda yaşayan-yaşatılmayan kadınlar için adledilmiş bir gün olabilir bugün.. Buna asla duyarsız kalamam.. Ama buna “kadın” olduğu için değil, önce konu insan olduğu için duyarsız kalamıyorum.. O yüzden kadınlar günü denen şeyi sevmiyorum.. Bu günün özellikle vurgulanmasının Kadın’a bir yarar değil, insan olarak ayrımcılığa neden olduğunu düşünüyorum... Kadın hakkı diye bir şey yoktur, insan hakkı vardır.. Ve biz bu hakları ikiye böldükçe ayrımcılık artar.. Yine de, Tofucanlar Dünya Kadınlar gününüz kutlu olsun diyorum..
-

KADINLAR BİRLİĞİ

"İki kadının rahatlıkla birbirlerinin omuzlarında ağlayabildiğini, ama iki erkeğin asla bunu yapamadığını" ilk kez bir erkek gözüyle Güçlü’den duydum.. Hiç farkına varamamıştım o zamana kadar. Oysa ben erkek dünyasında her kadının ne kadar zorluk çektiğine dair söylenir dururdum.. Ama olayın bir de bambaşka bir yanı varmış.. Kadınlar Birliği..

Kadınlar girdiği her ortamı farklılaştırdığını–sırf erkeklerin olduğu bir ortama erkek olarak girmediğimden anlamamışım.. Onu nasıl öğrendiğimi hiç sormayın.

Kadınların aslında potansiyellerinin çok üstüne çıkabileceğini ve gerçek anlamda beceri sahibi olduğunu –denemeden öğrenmemişim.. İşe gitmek, erkek dünyasında var olmaya çalışmak, para kazanmak, çekip çevirmek,düzen kurmak, sevgi ve anlayış dağıtmak, estetik katmak-yaratmak, doğurmak, büyütmek, büyümek, üretmek,.. ve tüm bunlara rağmen bir de bakımlı kalabilmek...

Bir annenin ne kutsal olduğunu – doğumuna şurada 10 gün kalan en yakın arkadaşımın gelecek bebeği için kurduğumuz hayallerin ardından , annelerimize daha çok hak vermeye başladığımızda anladım. Gözlerimiz doldu tüm o yılları düşündükçe... Gözlerim doldu, 20 yıllık arkadaşımın yaklaşan doğumunu düşününce sonra... Annelerimiz bizi, hatasıyla, sevabıyla ama tüm sevgileri ve özverileriyle pamuklara sarıp sarmaladığı ve bu yaşa getirdiklerinde anca anlayabildik belki de biz bunu.. 10 gün sonra bebeğini seveceğim, 11 yaşında beraber okul sırası paylaştığım arkadaşımdı şimdi anne olan..

Bir yemeğin bir tarifi olup, o tarifi ancak Annen yapınca gerçekten lezzetli olduğunu öğrendim mesela ben.. Yıllarca, bıkmadan, usanmadan her sabah ve her akşam içine sevgi katmış o yemeklerin.. Ben hiç farkına varmamışım.. Kendi evime geldiğimde yemek olmadığını görünce anladım bunu.. Onun tarifine göre pilav yaptığım halde onunki gibi olmadığını ve bana söylemediği başka bir sırrı olduğunu sorup duruyorum hep,.. kahkahalarla gülüyor bana... Niye ki?

Kendimi sıkıntının ve karmaşanın ortasında hissettiğimde, bana ayna tutan ve yol gösterici arkadaşlarım olduğunu gördüm sonra.. Bunların hepsi harika kadınlardı..Ve biliyordum ki, yürekleriyle konuştular hep.. Erkek dünyasındaki giyindiğin savunma mekanizmasını üstünden çıkartabilirdin onlarla.. Çünkü onlar kadındı ve aynı dili konuşurlardı..

İş dünyası var sonra... Zor olan.. Ama kadın olduğum için bunu avantaja çevirmeyi öğrendim yeni yeni... Şimdiye kadar kimseyle bilek güreşine girişmedim, ama dakika da 1000 kelime sarfettiğim görüldü.. Sistemi bozdum işte..Güreşe tutulacak bir bilek gücüm olmadığı için, kelimelerin gücünü kullandım.. Kıvırmadan, kıvırtmadan “adam” gibi konuşarak.. Erkek dünyasında iyi “ işadamı” olmak için iyi konuşmak gerekiyordu...Güç, sözcüklerdeydi. Şimdi “iş kadını” oldu o kelime bu dünyada ki diğer gücün yarısı...

Bir kadının, çok zor şeylerin üstesinden gelebildiğini şimdi şimdi görebiliyorum daha.. Babam yurtdışında okurken, ablam ve bana tek başına bakan annemin ne kadar güçlü olabildiğini.. Şimdi anlayabiliyorum, ayakta kaldığım saatler boyunca günü kaç parçaya böldüğümde ancak... ve daha henüz annemin yaşında ve iki çocuğum yokken bunu deme cesaretini gösteriyorum affınıza sığınarak...

Başka kadınlar da var hayatımda.. Mesela kendi annemden ayırt etmediğim, yeni Annem..İnci Annem.. Bana gelini ya da kızı olduğu için değil, kendinden biri olduğu için hep özel davrandı..Gözlerindeki samimiyetinde hep bunu gördüm.... Bende onda hep o güçlü kadını.. Gücü sevgisinden gelen...

Bana yardıma gelen ve evimizi temizleyen Türkan abla var sonra..Geldiği her sabah kahvaltı yapıyoruz beraber... Her seferinde “çok konuştuk hadi iş zamanı” diyip kalkıyor masadan.. İki kadın; yaşı, yaşamı, hayatı ne kadar farklı olsa da buluyor konuşacak, birbirinden öğrenecek bir şey işte.. Kahvaltıdan kalkıp, ben işe gitmek için hazırlanmaya başlarken , Türkan abla Kral tv’i açıyor, koltukları kaldırırken çığırarak İbrahim Tatlıses’ten bir türkü söylemeye başlıyor sonra..

Daha sonra Annemin arkadaşları var... Teyzeler... Evlendim ya.. Günlerine beni de çağırıyorlar:) Komik olan ben onlara hala teyze derken, artık benimle benimde bildiğim dilden konuşuyor olmaları.. Düşünüyorum da , çok yakın zaman öncesinde bizim evde yapılan teyzeler gününde - "merhaba nasılsınız (yalancı tebessüm)–ben de iyiyim haha (Yalancı kahkaha) – çok teşekkürler" dememek için merdiven arasından odama kaçan ben –şimdi bu teyzelerin arasında onları dinliyor, üstüne keyif alıyor onlarla kahkahalar atıyorum.. Geçen gün yolda gördüğüm birine “ bize de beklerim ” dediğim de oldu.. Bekliyorum da gerçekten...

Sonra Tofu kadınları var hayatımda .. Bunlar hepsi birbirinden güzeller.. Hepsi yeniden keşfedilecek bir gezegen gibi benim için.. Onlarda, bir yandan kendi hayatlarında varlıklarını sürdürmeye çalışırken, Tofu ile hayatı benimle-bizimle paylaşarak, üretiyor, yazıyor, katılımcı oluyorlar.. Hayata katıyor, katlıyor, çoğaltıyor, üretiyor ve büyüyorlar.. Kadınlar birliği buna deniyor sanırım.. Hepimiz hayatlarına devam ederken, burada birşeyler yazmak –paylaşmak için hevesli olmasında yatıyor bu birliğin gerçek sırrı.. Buna Kadın birliği deniyor..
-
Hayatımda ki tüm kadınları çok seviyorum.. Sanmayın ki erkekler için bu kadar yazmam.. Babalar günü gibi bir günde Tofu'yu kapatabilirim oysa.. Güçlü'yü anlatsam yer kalmaz... Onları da çok seviyorum. Çünkü bana sevmeyi bir kadın ögretti..

Biz kadınlar...Varız işte.... Biz tofudayız.. biz hayatın içindeyiz.... katıyor, katlanıyor, çoğaltıyoruz....

İki kadın birbirinin omzuna dayanıp, çok güçlü olabilir ...
10 kadın ise kocaman bir sevgi çemberi kurabilir..
Kadınlar günümüz pek kutlu olsun ...

Direncimi kırdım

Haftalardır, nelere direndiğimi takip ediyorum... Ediyorum etmesine de hiç de kolay değilmiş.. Zekam hep bana oyun oynuyormuş.. Bu oyun ki bazen dilime vuruyor –duyduklarıma inanamayan” direncimi kırma isteğim” ortada kalakaliyormuş öyle.. Standart bu ya.. Şimdiye kadar nasıl devam ettiyse-öyle gider diye elimi taşin altına sokmuyor-sistemi olduğu gibi koruyormuşum.. Korkumdan değil tabiki.. Nasıl yapacağımı nasıl başlayacağımı bilememekten.. Bu; çikolatayı azaltıp, meyveye ağırlık vermeye benzemiyor.. Sanırım insan, en zor düşünce ve sonrasında davranış olarak yaptığı alışkanlıklardan vazgeçmeyi beceremiyor.. Bilse de-denemeye çalışsa da zorluyor insanı... İnsanlar, bu yetkinliğe ulaşabilse belki daha az boşanma olur- belki daha çok insan içinde huzuru yakalar-çocuklar ailelerinin kabuslarıyla büyümez – Ne bileyim daha mutlu olur hayat...

Kafamda bir sürü söz –anı yer etmiş. Kimden –hangi kitaptan öğrenmiş olduğumu hatırlamıyorum ama insan hep kendinden başlamalı değişmeye- değiştirmek istiyorsa hayatı..Ve hep suçluyu ararken- aslında suç ve suçlu olmadığını –herşeyin hayatta ortak olduğunu anlamakla başlıyor herşey... Ben sana kızıyorsam, senin yaptığın şeylere neden olan benim davranışımı görmekten kaçtığım için sana kızdığımı anlamam gerek önce... Sonra başkaları bize birşeyler dediğinde, aslında direnen yönlerimize parmaklarını soktukları için kızdığımızı farketmek gerekiyor... Çünkü biz onu sarıp-sarmalamış/ savunma mekanizmaları geliştirmişken bu parmakta ne oluyor diyoruz...Ve babamın çok güzel sözü geliyor aklıma “başlamak yolun yarısıdır”...

Ben bu adımları atmak için günlerdir ayağımın agirligini hesaplıyorum.. Baldırlarımdan tutup-kaldırıp atabilirmiyim acabaya bakıyorum.. Çünkü bir adımım değil bir sürü adımım varmış atılması gereken...O yerimde duruşlarım aslında direnişlerimmiş.. Neye direnirmişim? bir sürü şeye.. Kendime çıkıp, yukardan baktım.. Kızmadım kendime-insani buldum direnişlerimi... Aslında dilime pelesenk olan şeylerin savunma mekanizmam olduğunu farkettim.. Dert yanmanın aslında bir konuşma tarzı - ortak konu bulma yolu değil, bir yardım çığlığı olduğunu farkettim... Bu çığlık; aslında karşımda beni anladığı kadarıyla dinleyene değil kendimeymiş onu duydum.. İlk kez duydum onu... Önce o düşüncemi yakaladım... Aslında nasıl savunma mekanizmasıyla sardıp sarmaladığımı - pişirip öyle sunduğumu - sonra hiç o sunduklarımda kendi hatalarımı görmeyişimi – işime gelen ve ezberlediğim sitemkar cümleleri - en önemlisi tüm bunları farkedip içimdeki bunu değiştirme isteğini hissettim... O koca adım için kararlı olmaya karar verdim sonra..

Gandhi’nin güzel sözleri geliyor aklıma şimdi... "Düşünceleriniz olumlu olsun, çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur .Sözleriniz olumlu olsun, çünkü sözleriniz davranışlarınız olur… Davranışlarınız olumlu olsun, çünkü davranışlarınız alışkanlığınız olur.. Alışkanlıklarınız olumlu olsun, çünkü alışkanlıklarınız degerleriniz olur .Ve degerleriniz açık olsun ,çünkü degerleriniz kaderiniz olur."

Mesala neydi bunlar diyeceksiniz..ve o koca adımı merak edeceksiniz belki de..
En küçük adımımdan bahsedeyim..Mesela ben hiç su içmem.. Su yani... Hani hayatın kendisi –olmazsa olmazı.. Niyeyse hiç ihtiyaç duymuyorum. Anca aklıma gelecek –ya da ciddi ciddi susayacağım da içecegim suyu.. Hani o gazetelerin saglık sayfalarında yazar ya “vucut günde 3 lt suya ihtiyac duyar” gibi.. İnanın ben hiç umursamazdım o yazıları... Niyeyse hep şöyle bir savunma mekanizmam vardı “Ben su ihtiyacımı çok meyve yiyorum ya onlardan alıyorum” gibi.. Hatta geçenlerde su içmek değil - doğal meyve yiyerek su ihtiyacı karşılamak daha iyidir diye bir yazı okudum da gururum tavan yaptı.. Tabi işime geldi, okuduğumu hemen benimsedim.. Fakat ben hala hiç su içmiyordum.. Su konusu karşıma çıkınca acaip sözcükler çıkıyordu ağzımdan... Resmen ben ve su içmek bir araya gelemiyorduk. Bahanelerim vardı-konuşulanlardan kulagımı tıkadıgım - yazanlardan hafizama yazmadıklarım... Ama başka bir yandan gün içinde çok yoruluyordum- Parlak ciltli insanları kıskanıyordum-Yemeginin yada iceceginin yaninda su içenleri “ne sağlıklı” diye bakıyordum - sonra Nilambara’ya bile söz verdim “su içicem” diye ama verdiğimde tutmakta zorlandım itiraf ediyorum..... Gördüm kendimi bunları içime yazarken-direnirken.. Herşeyin zamanı varmış heralde.. Tam ben bu konudaki direncimi kavramaya başlamışken gazetede şöyle bir yazı okudum... ”Vucut 6 haftada bir suyunu yenilermiş”... Ben de bir panik başladı anlatamam. Benim vucudumda su yoktu ki yenilenecek.. Tüm organlarımın pütür pütür kuruduğunu düşündüm.. Çok huzursuz etti beni bu düşünce...O korkuyla bu sabah ofise gelmeden marketten 1.5 litrelik su aldım.. Adımımı attım. Sanki çok acaip birşeymiş gibi İrem’e ve Nilambara’ya söyledim... Aferin desinler diye bana.. Çok büyük birşey başardım ya.. Dediler de sağolsunlar..

Şimdi su içiyorum.. Masamda bana bakıyor şu anda 1,5 litre.. Gün sonunda hepsi midemden geçmiş olacak.. Sevdim su içmeyi.. İçimi dolduruyorum minik minik dikerek kafama koca şişeyi.. Şimdi herşey harika..Tüm iç organlarım, boğazımdan suyun akışını hep bir ağızdan “ yuppi” diye bağırarak, çoşkuyla karşılıyorlar, suya banıyorlar mutlukla kendilerini adeta... Kurumaması gereken iç organlarımı hergün mutlu etmek istiyorum artık... Vucudumun 6 haftalık suyunu yenileme suresinde, tertemiz olacak hep içim,dışım-ne guzel..

Bugün benim cildim daha mi parlaklaştı acaba? Su ihtiyacımı onlardan aldığımı bilen mandalinalar küsmez di mi bana? Sizce bu pet şişeye bir isim takmalımıyım? Ne de olsa artık hep yanımda taşıyacağım bu Şişecan’ı..

Yıllardır süren direncimi kırmak şerefine bir yudum daha içiyorum şimdi.. Bu şişe bugün bana yetmeyecek gibi.. Çantasından 5kg’lık Ace taşıyan Ayşe teyze gibi, galon taşımaya başlarsam bilin ki, yılların acısını çıkarırcasına çok susuyorum..

Kopyalanmak İstiyorum

*
Gece bir gün sonraki işleri düşününce, nasıl yetişeceğim dedim. Kopyalanmayı düşündüm o an.. Sonra bu düşünce ile rüyaya daldım. Kopyalanmak isteyerek belki, kopyalanarak uyanırım diye belki de..
.......
Burcu kopyalanan Dolly’leri sayarken uykuya daldı.. Sabah çalar saatiyle uyandı. Hızlı bir kahvaltı yaptı ayaküstü... Kopyası olan diğer Burcu çift kişilik yatakta döne döne uyumaya devam etti.. Ne güzel rüyalardı onlar.

Burcu sonra gardrop savaşına başladı. En rahat ve en uygun kıyafet savaşı da deniyordu buna. O yatak odasında üstüne giyecek birşeyler ararken, neyseki Kopya olan uyanmış, banyo keyfiyle kendini şımartıyordu.

Burcu, makyajına son noktayı koydu. Çantasına götürülecek son şeyleri yerleştirdikten sonra evine özlemle baktı ve kapıyı çekti. Kopya, banyodan çıkmış, bornozuyla salonun en güzel köşesine yayılmış, kahvesini yudumlarken bir yandan da gazeteleri gözgezdiriyordu. Çıplak ayaklarını şubat ayının yalancı güneşi ısıtıyordu. Bundan keyif aldığı belliydi...

Burcu ofisin kapısını açtı.. Etrafı düzenlemeye başladı. Dikkati dağılmadan çalışması için ofiste yaptığı sabah rutinlerine girişti.. Kopya, arabasına bindi kuaförün yolunu tuttu:)

Burcu günün koşuşturmasına başlamıştı bile.. Elindeki yapılacaklar listesine baktı. ”Kopyalanmak istiyorum“ dedi sonra... Kopya olan, tam da bu düşüncenin üstüne ofisten girdi... Kendine bir kahve hazırladı. Kuaförde yapılmış saçlarını düzeltip, Msn’e girdi..” merhaba irem”...:)

Burcu bir yandan Nedim bey’in istediği kurumsal kimliğini tasarlarken, diğer programda projenin detaylarını yazıyordu. Mazhar bey aradı, dergideki değişiklikleri acil olarak istedi.. Kopya saatine baktı.. Öğle tatili de yaklaşıyordu.

Burcu gereken mailleri atti.. Aranması gerekenleri aradı.. Yapması gereken işe geri döndü. Ablası aradı “düğün davetiyesinin ne olduğunu” sordu . Babası aradı “Almanya’da ki firmaya mail geç” dedi.. Burcu işi bıraktı düğün davetiyesini Almanyadaki firmaya mail geçti. Kopya, “öğle tatili geldi”..”çıkıp arkadaşlarımla kahve içeyim..” dedi...

Burcu henüz acıkmamıştı.. Araya giren işlerini halledip, işine döndü. Saat 5’te olan görüşmeye kadar yetişmesi gerek bu çalışmanın diye düşündü.. Kopya, kahve sonrası minik çaplı bir tunalı vitrin gezisine çıkmıştı o arada..

Kapı çaldı. Muhasebeci geldi.. Burcu bilgisayardaki işini bıraktı. Muhasebeci kızın sorularına konsantre oldu..”Hızlı davranıp, gider mi yoksa oturur mu her zamanki gibi saatlerce” diye düşündü içinden... Telefon çaldı Mazhar bey, maili alamadiğini bildirdi.. Annesi aradı o anlattığın yemek tarifini bana basıp getir dedi.. Aşağıdaki kuyumcu çocukta aynı anda muhasebeciyle pişti oldu. Muhasebeci “hadi ben gideyim “ dedi. Kuyumcu “bilgisayarınızda bir ismi el yazısıyla yazabilir misin dedi, kolye yapacağız da" .. Kopya, öğlen kahvesi ve gezintisinden geri döndü. Aldığı dergilere bakmak için yeşil koltuğa gömüldü.

Son dakika, bankaya gitmesi gerektiğini hatırladı Burcu.. Toplanıp koşarcasına bankaya yetişti. Önündeki 20 kişilik sırayı beklerken acıkmaya başladığını hissetti.. Ofise dönerken bir simit aldı en hızlısından,... Kopya internetin başına oturmuş, maillerini check etmiş, gülümsüyordu...”Seni matbaacı aradı” dedi..

Simiti bir köşeye fırlatan Burcu, hemen matbaayı aradı.. Matbaacı adam, “musaitseniz deneme baskıya bakmanız için size davet edecektim, siz bakmadan baskının tamamına geçmiyim” dedi.. Burcu bu önemli iş için, üstünü çıkarmadan arabasına bindi. Masadaki simidin susamlarını parmaklarıyla toplayarak yedi Kopya, yanına da güzel bir çay doldurdu..

Burcu, matbaadan ofise dönüş yolunda araba kullanmaktan çok sıkıldığını düşündü.. Zengin olursa hiçbirşey değil, sadece bir şöför tutmaya karar verdi.. Ofise vardığında 5'te olan görüşmeye yetişmek için bir saatinin olduğunu farketti.. Neyseki bilgisayar boştu. Kopya yeşil koltukta azcık kestirmekteydi...

Zamanla yarışarak 5’te ki randevu için son çıktıları aldı. Hepsini güzelce dosyaladı.. Kopya, kendi hikayelerinden birini Tofu’ya yazmak üzere bir word dökümanı açtı.. Nilambara’ya msn’den bir gülücük yolladı..

Burcu, saat 5 randevusundan alnının akıyla çıktığı için biraz rahatlamıştı.. Kopya ise, internette akşam yemeği için tariflere bakınıyordu o ara...Burcu ofise döndü, yarın yapılacakları listeledi ve Kopya’nın istediği tarif için gerekli malzemeleri almaya supermarketin yolunu tuttu ikisi..

Supermarketten Burcu’nun ihtiyaç listesi ve Kopya’nın istek listesini torbalarla yüklenerek çıktı. Eve girdiklerinde Kopya, Güçlü’ye sevgiyle sarıldı.. Burcu tüm gün açtı ve açken bin kaplan gücündeydi. Gözü hiçbirşey görmez halde mutfağın yolunu tuttu..

Kopya gün içinde neler yaptığını Güçlü ile keyifli bir sohbet içinde anlatırken, Burcu hem yemeği hazırlamış hem de minik minik mutfagi yola getirmişti..

Üçü hep beraber yemeklerini yediler sonra... Burcu üstünü değiştirip, bilgisayarda eve getirdiği işleri halletmek için çalışma odasına geçti.. Güçlü ve Kopya kahkahalar içinde çizgi film izliyorlardı içerde...

Uyku vakti gelmişti.. Neyseki yarının işlerini birazcık hafiflettim diye düşündü Burcu...
”Hadi yatma zamanı artık”..

Burcu günün yorgunluğu ve uyku özlemiyle hiç zaman kaybetmeden yatağına girdi.. 4 saat uyuyabilecekti çabuk olmalıydı.. Kopya, Cildini temizledi önce.. Göz makyajını sildiğinde Burcu rüyaya dalmıştı bile... Kopya, günlerdir elinden düşürmediği kitabını açtı, 30 sayfaya yakın okudu.. Ne harika bir gündü dedi içinden sonra... Biraz reiki verdi kendisine...
Işığı kapadı ve Burcu’nun rüyasındaki yerini aldı..

Sahibini arayan Kedi

(kedi hikayelerimden sıkıldınız biliyorum, ama bu yazımı da 2004 te bir kedi dergisi için yazmıştım.Onuda buraya koymak istedim)

Obur kedi Garfield’e, Gargamel’in kedisi Azman’a, beceriksiz kedi Sylvester’a, Kötü kedi Şerafettin’e, Tom ve Jery’e, pokemondan Meowth’a, Pembe Panter’e, Çizmeli Kedi Parcifal’a, zeki kedi Heathcliff’e, en çok omuzlarda oturmayı seven Piyale Madra’nin kedisi Piknik’e……

ve benim güzel kedim Shiraz’a ithafen….


“ …….…Her kedi yavrusu kendine özgü bir büyük kediye dönüşür. Ben dört kedi yaşındayım. Yaşamımı, birbirlerinin yerine gelen ama asla birbirlerinin yerini almayan dostlarımla ölçüyorum.” (Irving Towsend)

“Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz” diyor Özdemir Asaf ama kendi yanlızlığımı kedimle paylaştığımı biliyorum…

Yıllarca kedi sevdamı dindirmek için ailem birçok sey denedi. 10 yaşıma kadar apartmanda beslediğim kedilerin sayısını hatırlamıyorum. Bulduğum kedileri gizlice eve sokup, besliyor annem işten geldiğinde de apartmana bırakıyordum. O yaşlarda babannemin vefatı nedeniyle gittiğimiz köyde, kendimi kaybetmiştim adeta.. Etrafta dolaşan bir sürü kedi vardı..Her ev, olası fare baskınına karşı, korunmak adına kedi edinmişti. Burası tam cennetti benim için… Aklımda kalan en komik hatıra, yakaladığım bir yavru sarmanı salona getirip, ayaklarımda sallayarak uyuttuğumdur.. Uyuması için gözüne tülbent örttüğümü de gülümseyerek hatırlıyorum. Uzun yola dayanamayacağı için bırakmak zorunda kalmıştım onu..Umarım söylediğim ninniyi hala hatırlıyordur..

Bu Kedi cennetinde, onlara olan tüm tutkum daha da ileri boyutlara varmıştı. Yatarken üzerimde dolanıp, rahat yer arayan bir kediyle ilk kez o zaman aynı yastığı paylaşmıştım. O beni farelerden korurken, bende onunla yorganımı paylaşarak ödeşiyorduk kendi çocuk aklıma göre…

Yaşım ilerledikçe kedi sahibi olmak konusunda daha cesur deneyimler edinmeye kalkıştım…Lise dönemimde arkadaşım tatile gittiği için, kedisini bana bırakma teklifini hiç tereddüt etmeden kabul etmiştim. ” Kepçe” koca kulaklı haylaz bir tekirdi. Nerden atlayıp bacağınıza yapışacağı belli olmayan, tam bir bacak fetişistiydi. Üç gün boyunca bizi çok eğlendirdi. Kepçe’yi; arkadaşıma geri teslim ettiğimde, ablamla Adile Naşit’in ölüm haberine ağladığımız kadar göz yaşı döktük . Kepçe yıllar sonra arkadaşımın babannesinin köyünde yaşamaya başladığı haberiyle mutlu etti bizi. Orada arkadaşlık kuracağı çok hayvan vardı çünkü..

Onunla karşılaşmamız ise bundan 4 yıl öncesine gidiyor…O zamana kadar, benim kedimin beni bulacağını düşünüp, böylece kendi kendime her okşadığım kediyi eve gotürme isteğimi bastırmıştım bir şekilde.. Ta ki onu görene kadar. Onunla karşılaştığımda benim yalnızlığımı anladığını biliyordum. Bir kedi cok ta güzel arkadaslık edebilirdi bana…..

Minicik bir iran kedisiydi o…O kadar küçüktü ki, onu kuş kafesine koymuşlardı. Parlak tüylerini okşamak - dümdüz yüzünü yüzüme değdirmek –yanaklarından öpmek için dayanılmaz bir istek duydum.

Elime aldığımda saatlerce kucağımda kıvrılarak ve ebadından çok daha güçlü hırıltılarla mutlu olduğunu hissettiriyordu.Bir sure sonra üzerimde dolanmaya başladi. Onun o küçük bir kafeste hareketsiz kaldığını bildiğimden, dikkat ederek dolaşmasına izin verdim. Aniden, arkamda dolaşırken içine yem konulduğunu düşündüğüm koca bidonun kapağı onun minik ağırlığından nasıl olduysa ters döndü. Bidonun içinde bulunan suya duşen miniğim, zayıflığının etkisinden olsa gerek dibe doğru duşerken debelenmeye de devam ediyordu. Can havliyle onu yakalamıştım ama , üzerimdeki kıyafetlerle onu kurulamama rağmen titreyerek olayın şokundan cıkmaya calışıyordu.Pet shoptan çıktığımda hiçbir kediyi terkedişimde duymadığım burukluğu yaşadım.

Ya o küçük kafeste soğuktan ve ıslak tüylerinden dolayı hasta olursa. Ya o parıltılı tüyleri ıslanmış halde onu kimse almaz ve minik kafeste kaldığı günlerce var gücüyle “hastayım—ıslağım— kurtarın beni bu kuş kafesindennn ! ben kediyim “ diye bağırarak daha da hasta olursa. Sokaklarda yürüdüğümü hatırlıyorum bilinçsizce….Ne zaman, nasıl oldu hatırlamıyorum. Minik kedimi elime alıp, eve geldiğimizde nasıl bir mutluluk yaşadığımı…

O anın tarifi yok. O artık benim kedimdi.
*
Şimdi kocaman bir kız oldu kedim. Ona atalarının yasadığı İran’ın kan kırmızısı-şarap yapılan üzümünün ismini verdik. Shiraz… Biraz cadı, biraz nazlı bir kedi ama, herşeye rağmen beraber yaşamaktan çok mutluyuz. Daha doğrusu, tüm aile onun evinde yaşamaktan çok mutluyuz…

Eğer içinizde bastıralamaz bir hayvan sevgisi duyuyorsanız mutlaka bir hayvan edinin. Ne kadar zor olursa olsun, çocuk gibi bakıma ve ilgiye muhtaç olsalar bile onlardan alacağınız sevgi hiçbir şekilde tarif edilebilir birşey değil… …

Ünlü ressam Abidin Dino’ya sormuşlar “ Mutluluğun resmini yapabilir misiniz? “diye…..
Benim için bu sorunun cevabı, kedim Shiraz’ın kucağımda mutluluk hırıltıları çıkarırken, kafasını, boynuma - yanaklarıma sürttüğü anlarda saklıdır….

Teşekkürler

Bugün umut doluyum.. Yüzümde “herşey harika” gülümsemem.. Teşekkürler yeni doğan gün.... her yeni gün umut getiren ve her yeni günün aslında yeni bir başlangıç olduğunu gösterdiği için “herşey harika” gülümsemem..

Dün bana “endişelenme” diyen iç sesimi dinlemem için uyaran, "An"da kalmamı sağlayan meleklerime Teşekkürler.
"Endişelenme, endişen yarın için.. bugün yapman gerekeni yap" diyen.. Bana yapmam gerekenin en iyisini yapabilmem için güç veren, kafa sesimi susturan, kalbimdeki sızıyı unutturan meleklerime.. Yaptım ve bıraktım.. Yapıp bırakılınıyormuş sahiden..

Her mutfağa uğradığımda, İrem’den özenip küçük kağıtlara yazıp hazırladığım ve bir ipe minik mandallarla sallandırdığım onaylamalarımdan, 2 gündür “ Güvendesin” mesajını okutan ve içimi rahatlatan o mucizeye Teşekkürler.. Ve nasıl oluyorsa, 3 gündür “Yorgunum” diyen eşim Güçlü’ye defalarca “ Sağlıklıyım” okutmasını sağladığı için iki kez o mucizeye Teşekkürler ..

Olayları benim iç gözümden görüp, yanlış kurgulayabileceğim halimi onaylamayan, dışardan bakıp objektif olarak olumlamalar veren dünyadaki melek dostlarıma Teşekkürler.. Sadece dinleyip, sonrasında kafa sallamayan, bana kendimi “kurban” rolüne sokmamam konusunda beni uyaracak kadar dost oldukları için melekler onlar..

Tüm hafta “Kafanı rahat bırak, yarın bakarız hadi gel şunu yapalım” diyip, beni hesaplamaktan-kurgulamaktan ve kendi karanlığımda boğulmaktan kurtaran hayat arkadaşıma Teşekkürler.. Bana dalga dalga boğulmayı tercih ettirmeyip, bir kara olduğunu gösterdiği için...

Sakinliğimi korumamı sağlayan derin nefeslerime Teşekkürler.. Sinirlenmeyip, kimseye bahaneden kızmayıp, aslında “anlayış bekliyorum” mesajı vermeme neden olmayan, derin nefeslerime- kanıma yaydığı oksijene ve yaşadığımın gayet doğal bir süreç olduğunu söyleyen iki nefes arasındaki minik anlara Teşekkürler..

Hayatımdaki zenginliklerimi tekrar görebilmemi sağladığı için Teşekkürler.. tekrar tekrar şükrediyorum.. Bolluğum için, huzurum için, sevdiklerimin Varlıkları -Sağlıkları için...

Sonra,hayatıma yeni giren fırsatları, tüm bu karmaşa sandığımın ortasında birden ışıl ışıl önüme çıkaran evrene Teşekkürler.. Öğreniyorum.. güvendeyim ve evren bana gönülden istediğimi veriyor.. Hayat kabımı büyütmeyi öğreniyorum..Teşekkürler..

Dün yaşadığımı da hoyratça –geçti gitti –bitti gitti diye bakmayıp, dün yaşadığıma ve deneyimlediğim kendi duruşuma da sahip çıkabildiğim- yaşadığımı da temize çekebildiğim için içimdeki aynalara Teşekkürler...

bunu deneyimlememi sağladığı için - hep "deneyim" mesajını o süreçte tekrar tekrar verdiği için..Ve bugün, gecenin yalnız karanlığından, bu güzel aydınlık güne ulaşmamı sağladığı için ...
Umut dolu kalbim ve Yüzümde asılı duran “herşey harika” gülümsemem için .....
Teşekkürler.....

İyi Uykular Papiş

(Cuma günü zor bir gece geçirdim. 20 yıllık çocukluk arkadaşım, evlendikten sonrada onlara komşu olduğum - aslında kardeşlerim Özge ve abisi Emrah'ın, annem ve babam gibi sevdiğim Eser Teyzem ve Mengü amcamın 18 yaşındaki köpekleri, arkadaşları, Papiş cuma gecesi aramızdan ayrıldı. Minik pili cuma gecesi durdu. Hastaydı ve çok yaşlanmıştı. Ama onu sevenler ve onunla çok şey paylaşmış olanlar için çok zor bir geceydi. 10 arkadaşı onu yaşamında hergün yürüşler yaptığı sitenin içinde ve salonlarımızdan görünen bir çam ağacının altına gömdü... )


O gece arkadaşlarımıza yollamak üzere yazdığım yazıyı, isteğiniz üzere Tofu'ya da koyuyorum..


---


Papişka Güler
İsmine tekerlemeler yazılan
güzel ve asil dostumuza ithaf olunur...




Onu ilk hatırladığımda minicik birşeydi. Hatıralarımı zorluyorum, aklıma ona dair ilkleri bile hatırlamayacak kadar eskiydi dostluğumuz. Aynı abisiyle ve ablasıyla olan dostluğumuz gibi..

Eser teyze ile Mengü amcanın, o zamanlarda “ lojman” diye tabir ettiği, ama Ankara’da yaşanılası en güzel yerlerinde olan tek katlı -büyük bahçeli o lojman geliyor aklıma... Henüz ben ve Özge küçücük kızlardık. Özgenin odasında Bambinin kocaman bir duvar kağıdı vardı hatta. Emrah o zaman da şıpıdık terlikler giyerdi..

Papiş benim hayatıma ilk giren ev hayvanıydı..Hayatımda hiç ev hayvanı beslememiş ben, en yakın arkadaşımın minik kopeği sayesinde tüm özlemlerimi giderebildim..Bu o yaşlardaki bir çocuk için, gerçekten çok önemli birşeydir. Hayvan sevgisi bir yana, onu beslemek, sorumluluğunu almak ve belkide onu canlı olarak tanımayı öğrenmek adına, Papiş aslında çok önemli şeyler kattı bana...

Minicik, poifidik birşeydi o zaman.. Henüz küçük sehpaların aralarından hoplayarak geçemediği zamanlar geliyor aklıma..Pıflayarak havlayan, komik komik koşan, parlak tüylü ve bunlar bir yana herşeyden önce harika bir arkadaştı.

Özgeler bahçelievlere tekrar taşındığında Papiş, artık komşumuz olmuştu. Hergün Özge’den 4 saat önce çıkan ben, okul çıkışı Papişi alır, 7.caddede gezdirirdim onu...O zaman belki tek başıma dolaşamadığımdan, çokta güzel arkadaş oldu bana.. Ben okuldan gelip, apartmanın merdivenlerinden çıkarken Papiş havlamaya başlardı.. Bu onun ve benim aramdaki gizli bir iletişimdi... Bilirdi ki, ben onu gezdireceğim. Bazı günler onu gezdirmek gibi bir planım olmasa da, o havlamaya dayanamaz daha az zamanda olsa birkaç tur atardık beraber.. Beni görüp, tasmasını elime aldığımda ki mutluluğu ve heyecanı hiçbirşeye değişilmez olurdu..7.cadde turlarımda, o keyifle gezerken, bende sahibi olmadığım halde Papişin sahibi gibi görünüyor olmaktan garip bir gurur duyardım....

Ara sıra Papiş’i evimize getirip, onun gibi bir köpek edinirsem bizim evde yaşayabilir mi? diye denerdim.. O hep benim sahip olamadığım birşeydi çünkü... Papiş bize geldiğinde en esaslı misafirin ağırlanıp, mutlu edilmeye çalışıldığı gibi davranırdım. Sütler verir, seveceğini düşünerek sosisler kızartırdım.. o da mutluydu sanırım, kendi ailesi dışında birilerinin bu kadar sevmesinden onu.... Sanırım.. umarım öyledir.

Özgeyle artık lise çağlarımıza geldiğimizde Papiş bizim sırdaşımız olmaya başladı.. Gece dışarı çıkıp, ilk sigaralarımızı öksüre öksüre içtiğimiz zamanlarda Papiş bizimle dolaşmaya çıktığını sanıyordu sadece.. Ama sigara konusunda kimseye hiç sır vermedi, bizi ispiyonlamayacak kadar da asil bir kişiliği vardı..

Neler gördü bizimle Papiş’cim..Ne hatıralar, ne sevgililer, ne dedikoduları, ne kareleri hafızasında siyah beyaz sakladı.. Hiç bilmiyorum..Onunla tanışan hiç kimseye asabiyet yapmadı..Tepki göstermedi.. Leblebisini paylaşan herkes onun için tamamdı.. Ama hiçbirine kul köle olmadı..Nerde birileri birşey yerse oradaydı hep.. Sabaha karşı 6’da kapıyı sessizce açan bizi, hep antrede yakaladı.. “Sabah olmadı, hadi git yat” dediğimizde, gecenin ilerleyen dakikalarını mutfakta değil yatakta uyuyarak geçireceğimizden emin olmadan da asla gitmedi yatağına..... Bazı geceler çok uykulu karşıladı tabi bizi.... “hadi git yat” dediğimizde, çocuğunu tüm gece yarım yarım uyuyarak bekleyen anneler gibi, biz eve sağlam vardığımız için mutlu ve rahatlamış olarak döndü gitti yatağına...Yarı sarhoş-yarı uykulu geldiğimiz o gecelerde eğer mutfakta fare beslenmesi yapıyorsak, asla yalnız bırakmadı bizi.. Belki gecenin dedikodularını almak için oradaydı, belkide gözümüzün içine bakarken ”midem yanıyor geceleri, bir ısırıkta bana ver” diyordu patisini dürttüğüne..kimbilir..

Ama herşeye rağmen hiç hırçınlaşmadı.Biz ne yiyorsak yedi, biz ne yapıyorsak uyum sağladı.. Kiminle tanıştırdıysak ayırt etmedi...

Bir tek özel geceleri sevmezdi.. Kalabalık hoşuna giderdi gitmesine... Yılbaşı partileri- Emrah Güler organizasyonları-Eurovision geceleri onun için açık büfe kokteyl gibiydi.. Çok mutlu olurdu.. Hatta o kadar yedikten sonra- yemeği reddedip, Annesi Eser'in huzur dolu yatağında geceyi erken bile bitirebilirdi. Şampanya patlatılmasından hoşlanmazdı bir tek.. Hangi yılbaşıydı hatırlamıyorum,onu kucağıma almıştım. Balkonda havai fişekleri izlerken, sayıyorduk.. -4-3-2-1 Yeni yıl...Ve Şampanya patladı... o gece çok korkmuştu..

Papiş bizim için artık bir ev köpeği değil Güler ailesinin bir ferdi gibiydi. Hayvanlarla arası tam belli olmayan annem, Papişi “ Çirkin şey” diye severdi.. Anneme göre her güzel şeye nazar değerdi... Çünkü Papiş çok güzeldi. Bilirdi ki Ayşe teyzesi aslında çok anaç ve onu çok seviyor. Bu mesafesi aslında onu çok sevmekten korktuğundandı..O da hep buna saygı gösterdi..

Papiş’e geçmişe dair yapmış olduğum en büyük pişmanlığım kedim Shiraz ile kötü bir şekilde tanışmalarıydı. Shirazı daha 4 aylıkken bir veteriner ziyaretinden sonra, Eser teyze ile tanıştırmaya getirmiştim.. Papiş deliye döndü.. Shiraz’ı korumak adına salon kapısı kapatıldı. O gün belki de Shiraz ile, abisi ve ablasıyla dostluğumuza benzer bir şeyin ilk adımını atacaktı ama buna hiç şansı olmadı.

Papiş tam bir gezgin gibi dolaştı durdu sonra.. Urfa,.....Bodrum,...Ayvalık..., Antalya... daha bilmediğim bir sürü yolculuk...

Eser teyzenin anlattığı birçok Papiş hikayesinden biri aklıma geliyor..

Uzun bir süre Urfa’da yaşamaya başlayan Papiş, universite kampüsünde öğle yürüyüşleri sırasında sokaktaki çocukların gözdesi olmuş.. Sokakta köpek dolaştırıldığını ilk kez gören çocuklar “ Aaa kopennnk !! ” diyerek yürüşlerine eşlik etmeye başlamışlar... Eser teyzelerin Ankara’ya kesin dönüş yapmalarına az bir zaman kaldığında, artık çocuklar “ aa Papişşş ” diye sesleniyorlarmış ona.. Papiş Urfa’da bile birçok çocuğa çok güzel birşey öğretti.. Sanırım “sevmeyi”...

Ve papiş bize de çok şey öğretti.. Çok şey paylaştı..O apayrı bir varlık değildi hayatımızda..O bir bütünün bir parçasıydı.. Bizden biri gibiydi. .Çok şey paylaştı, çok şey gördü ve hayatımızdaki birçok şeye tanıklık etti..



Ben Papişi hep bu anılarla hatırlıyorum..Böyle de hatırlamaya devam edeceğim.... Çok güzel bir yaşamı ve çok seveni vardı.. Bundan daha güzel birşey düşünemiyorum.

Onunla yaşamış olduklarımıza bir nokta koymak zor geliyor.. O yuzden hep denildiği gibi anıldıkça hep var olacak o... Eser Teyzenin namus bekçisi Papiş, ... leblebi sever Papiş, ... vesikalık fotoğrafı olan Papiş,.........


Yürüyüşlerimizde sana leblebi getirmeyi unutmayacağız..

Her sabah bizi uğurla yine
ve her akşam eve döndüğümüzde durduğun köşeden bizi selamla olur mu..?

Yaşamın boyunca paylaştığın herşey için kendi adıma teşekkür ediyorum..
iyi uykular Papiş'im..
Senin anlayacağın dilde demek istiyorum ki......

ve 18 yıldır sana söylediğimiz tekerlemede de hep dediğimiz gibi...
Pap_it / Pap_ Köp--eekk...

Uykum mu geldi?


Gözlerim kapanıyor.. İçimde birşey havalıp duruyor.. Herşey mi yavaşladı yoksa sokakta insanlar mı koşuyor ne.. Ben mi kaldım tek başıma dünyada... İnsanların hepsi uyuyorda, bi ben mi ayaktayım.. Bu sokaktan gelen sesler niye sakinleşti böyle ninni gibi... Telefonları unuttu insanlar sanırım.. Araması gerekenler önce uykularını alıp, uyanınca çaldıracaklar zırıl zırıl benim numaramı tam da ben uykuda havalanıp uçarken.. Öğlen öğlen ben mi direniyorum uykuya.. Masamın arkasındaki yeşil koltukla flörtleşiyoruz uzaktan uzağa.. ”gellll biraz kestir huzurlu kollarımda” diyor, sonra ofisime getirdiğim şalım bağırıyor “ üstünü örterim battaniye gibi, sıcacık olursun ”.... Gözlerim ağırlaşıyor.. Uykum mu geldi.

Tavuğun kanatlarını kıvırıp, kafasınıda koltuğunun altına sokup bir süre tutarsanız uyuyakalırmış.. Benimde kollarımı birleştirip masama koyun, uyumamak için direnen kafamıda üstüne koyarsanız hemen uyurum heralde şimdi.. Aynı tavuk gibi işte...

Ağırlık çöktü.. Vucut ısım da düştü... Uykum ciddi ciddi beni sarmaya başladı.

İnsanların hayatlarının %25 ‘i uykuda geçermiş.. Ben şimdiye kadar yaşamımda olması gereken süreyi doldurmamış olabilir miyim? Ne bu öğlen öğlen basan... 10 dakika öğle uykusu bir saat ayakta tutarmış adamı.. Şuracıkta 20 dakika uyusam – beni ayakta tutacak o 1 saatte eve gider, kalan 1 saatte de yatağımın yolunu bulurum evde..


Küçükken hep az uyurdum.. Sabah ilk kalkan hep ben olurdum. O yüzden uzun bir çocukluk geçirdim.. Doya doya yaşadım çocukluğumu, uykumdan çaldıklarımla.. Şimdi büyümeye mi çalışıyorum daha çabuk acaba..

Güçlü aradı biraz önce... "Usb alalım mı?" dedi.. Sanırım rüya gördüm.. Usb ne anlama geliyor ki rüya dilinde.. (hatta kelimenin doğrusu UPS miş..onu bile uyuklarken yanlış anlamışım)

Ahh ah Shiraz ne guzel uyuyordur şimdi evde.. Sıcacık kaloriferin yanında yatıyorsa birde, değmeyin keyfine.. Patilerini altına çekmiş, oturduğu yeri güzelce ısıtmış hırıl mırıl.. Annem sessizce çıkıyordur salondan uyanmasın o diye tıkır tıkır yürüyerek...

Yatağımı özledim sanırım.. Sabun ve uyku kokan pijamalarımı... ve İçine girdiğimde bulutların beni sardığını hissettiğim yorganımı...

''uyku öyle güzel birşeydir ki uğrunda butun gün uykusuz kalmak gerekir '' demiş nietzsche' e .... Bir 4 saat daha dayansam, gece uykumu mu haketmiş oluyorum buna göre...

Uyumalıyım..Çünkü uyku, gün içinde öğrenilenlerin indekslendiği, tekrarlanan verilerin silindiği, hafızanın yeniden organize edildiği süreç diye geçiyor.. o zaman uyumalıyım ben biraz şuracıkta... Gün içinde öğrendiğim herşeyi indexlemem için... arayanlara da “hafızamı organize ediyordum” derim n’olcak..

Ya Bizim niye evrimimiz hayvanlarınki gibi olmamış ki.. At veya eşek gibi ayakta uyumuyoruz. Yada gözlerimiz açık... Niye hep yeryüzüne yatay pozisyona girmemiz gerekiyor da bu önümdeki hantal masa beni engelliyor koltuğa ulaşmak için....

Biliyor musunuz Japonya’da da iş yerlerinde öğle uykusu izni varmış. Bu çalışanlara ekstra para veriliyormuş uykuyu özendirsin diye... Ne ekstra kazanırdım ben Japon olsam.. Adamlar çok çalışıyor.. Sanırım ondan... Aslında benim bir ara hayattaki en büyük fantazim, okuduğum bir kitapta yazan uyku testine girmekti.. Sadece uyuyorsunuz, kafanıza ve kalbinize bir çeşit algılayıcı sensör takılıyor.. Uyduğunuz süre boyunca para kazanıyorsunuz.. Ne ulvi bir görev.. Ne işle meşgulsun diyenlere “uyurum” demek hoş olurdu... “Derin ve güzel uyuyan insanlar” aranıyor dense, hiç düşünmem sanırım..

Bir yerde okumuştum. Uyku, Tanrının kullarına verdiği hediyedir diye.. Uyku cennetten bir parçaymış.. Uyku cennetmiş.. Cennetten bir nefes almaya uykuma gidiyorum şimdi...

Yeşil koltuğum bana-ben ona kavuşuyorum.. Şalım sıcacık sardı beni.. Gözlerim ağırlaşıyor.. İçimde güne dair – gerçeğe dair herşey uçuşuyor uykunun kollarında... Ne gerçek-ne doğru/ ne yaşanmış-ne hayal hepsi karışıyor.. ben uykuma teslim oluyorum.. Ruhum havalanıyor...

“Git yüzünü yıka Burcu”.. çalışmaya devam et en iyisi.. ne uykusu !!..
Cennetini ertele geceye..

... Aman yaa... Gece olsa da bi uyusak...

Ben "O"yum Oyunu


(Aşağıdaki liste ve bu sıfatlandırma yöntemini yeni okumaya başladığım bir kitaptan öğrendim.Ben çok eğlenerek yapmaya başladım. Paylaşmak istedim )
*
Doyumlu, guvenli, sevilen, ilham verici, seksi, ışık saçan, hoş, şirin, neşeli, bağışlayıcı, canlı, hayallerini gerçekleştirmiş, enerjik, esnek, kabul edici, sağlıklı, yetenekli, akıllı, onurlu, başarılı, aydınlanmış, eğlenceli, özgür, bilgili, zengin, dengeli, mutlu, arzu edilen, çoşkulu, cesur, şanslı, sanatçı, parlak, bilinçli, romantik, sıcak kalpli, yumuşak, duyarlı, arzu edilebilir, hoşnut,uyumlu, sakin, kaygısız, cömert, kararlı, sabırlı, olgun, gönüllü, dingin, adil, iyi konuşan, temiz, uretken, kendine güvenen, korkusuz, yaşam dolu, yenilikçi, büyüleyici, korkusuz, cesur, yenilikçi, harikulede, lider, sağlam, şampiyon, sade, içten, verimli, aktif, sprituel, spontane, düzenli, değerli, sevgi dolu, yargılamayan, şeffaf,.....,.....

Biz bunlarin hepsine sahibiz.. Onları tezahür ettirmek için tek yapmamız gereken sahip çıkmak belki de.. Hayatımızın hangi durumunda bu özelliklerden gerçekten benim dediğiniz özelliği vurguladığınızda ona sahip çıkıyorsunuz aslında..Sadece “ ben o’yum” demeye gönüllü olun..ben başarılıyım..ben güzelim..ben kararlıyım... Bir sonraki adım, sihirli cümlenin arkasından gelir. Bürünür size o özellik.. Sahip olduğunuz şey ortaya çıkmaya başlar..

Fakat bunu armağandan görmek hepimizin yapabildiği birşey değildir. Birçoğumuz korkularımız ve direncimiz sayesinde o armağanı paketi açılmamış halde kendi mahzenlerimizde bırakırız.. Birçoğumuz başkalarından daha yetenekli – daha yaratıcı - daha kararlı olmadığımıza inancımızı güçlendirmek için savunma mekanizmaları donatırız. Adeta o armağanı yok sayar, görmezden gelmek için elimizden geleni yaparız.

Belli durumlarda kendimize sıfatladığımız bazı şeyleri zor telaffuz edebiliriz. İşssizken “ zenginiz” diyemeyiz belki... Ama boyle bir durumda zengin olabileceğimizi hayal etmek muhimdir. Şu daha iyi bir örnek kanaatimce... Siz kendinizi şişmanlamış bulur, tartılar yalan söylemezken “zayıfım” diyemezsiniz belki.. Ama “zayıfım, sağlıklıyım” demeye başladığınız zaman diet işe yaramaya başlar. Zayıfladığınızı ve sağlıklı olduğunuzu gösterir hızla size aynalar...

Listeniz çoğalabilir.. Listenize dürüst olursanız, sizde olmadığına inandığınız sıfatları yazma cesaretini de gösterebilirseniz oyun daha da eğlenceli olur..

Oyun şöyle başlıyor...

İki kişi veya çok kişi olursa çok daha iyi sonuçlar çıkıyor..

Ben benim eksik sıfatlarımı yazıyorum.
Karşımdaki kişiyle göz göze ve el ele- şöyle bir olumlamaya başlıyoruz.

Belki inanmak isteyip inanmayarak-belki zorla-belki zor olarak
-“Ben başarılıyım “ diyorum
Karşı taraf gözlerimin içine bakarak
“Sen başarılısın” diyor..

Bu dialog içinizden bu olumlamaya kalpten inanarak söylendiğine karar verilinceye kadar devam ediyor.

Kitapta okuduğum kadarıyla çoğu insan üzerinde hoş etkileri var.. Kocası tarafından aldatılmış bir kadın kendini “ arzu edilemez” olarak görürken, olumlama başlıyor. Kadın çok zorlanıyor bunu söylemeye “ ben arzu edilebilirim”...bir-iki-üç... Sonra karşı tarafına bir adam oturtuluyor.. Kadının elini tutuyor, gözlerinin içine bakarak, olumlama tekrar başlıyor..”sen arzu edilebilirsin”... bir-iki-üç... Kadın ağlayarak ve kalpten inanarak söylüyor sonunda “ ben arzu edilirim..” .... “ ben arzu edilirim..”


Bunu deneyimlemenizi öneriyorum. Özellikle bir ikili bulamazsanız bu onaylamaları yapabilecek, kendinizi ve hayali arkadaşınızı oturtun karşınıza... Bu olumlamaları hayatınızdaki insanlara da yapın.. Gerçekten bunu seven birçok oyun arkadaşı edineceksiniz..

Sanırım en önemlisi birisi size, size dair bir olumlama söylediğinde red etmeyin.
“Sen çok güzelsin” dendiğinde “ yoo kendimi hiç güzel bulmam” demeyin.. Kendinizi güzel bulduğunuz için belki “ evet Allah kahretsin ki güzelim” de denmez..

“Sen çok güzelsin” dendiğinde “teşekkür edin”... Hem karşınızdakine, hem de siz de olan armağanı onurlandırın.. İnanın ruhunuz parıldamaya başlayacak o anda..

Ayrıca bu oyuna başlayanlar için çok iyi bir başlangıç öneriside vermek istiyorum. Elinize çocukluk fotografınızı alın.. Bizler, çocukluğumuzla bizim olan-bizde gerçekte varolan sıfatları red etmeye başlıyoruz.. O fotoğraflar size neyin eksik olduğunu söyleyecektir biliyorum..

Hepimiz çok güzeliz.. Hepimiz çok değerliyiz... Hepimiz eşsiziz...


Kalplerinizden öptüm sizi...



not: bu arada tofuyu tekrar hareketlendirelim mi ?..... Durduk sanırım biraz..