Haftalardır, nelere direndiğimi takip ediyorum... Ediyorum etmesine de hiç de kolay değilmiş.. Zekam hep bana oyun oynuyormuş.. Bu oyun ki bazen dilime vuruyor –duyduklarıma inanamayan” direncimi kırma isteğim” ortada kalakaliyormuş öyle.. Standart bu ya.. Şimdiye kadar nasıl devam ettiyse-öyle gider diye elimi taşin altına sokmuyor-sistemi olduğu gibi koruyormuşum.. Korkumdan değil tabiki.. Nasıl yapacağımı nasıl başlayacağımı bilememekten.. Bu; çikolatayı azaltıp, meyveye ağırlık vermeye benzemiyor.. Sanırım insan, en zor düşünce ve sonrasında davranış olarak yaptığı alışkanlıklardan vazgeçmeyi beceremiyor.. Bilse de-denemeye çalışsa da zorluyor insanı... İnsanlar, bu yetkinliğe ulaşabilse belki daha az boşanma olur- belki daha çok insan içinde huzuru yakalar-çocuklar ailelerinin kabuslarıyla büyümez – Ne bileyim daha mutlu olur hayat...
Kafamda bir sürü söz –anı yer etmiş. Kimden –hangi kitaptan öğrenmiş olduğumu hatırlamıyorum ama insan hep kendinden başlamalı değişmeye- değiştirmek istiyorsa hayatı..Ve hep suçluyu ararken- aslında suç ve suçlu olmadığını –herşeyin hayatta ortak olduğunu anlamakla başlıyor herşey... Ben sana kızıyorsam, senin yaptığın şeylere neden olan benim davranışımı görmekten kaçtığım için sana kızdığımı anlamam gerek önce... Sonra başkaları bize birşeyler dediğinde, aslında direnen yönlerimize parmaklarını soktukları için kızdığımızı farketmek gerekiyor... Çünkü biz onu sarıp-sarmalamış/ savunma mekanizmaları geliştirmişken bu parmakta ne oluyor diyoruz...Ve babamın çok güzel sözü geliyor aklıma “başlamak yolun yarısıdır”...
Ben bu adımları atmak için günlerdir ayağımın agirligini hesaplıyorum.. Baldırlarımdan tutup-kaldırıp atabilirmiyim acabaya bakıyorum.. Çünkü bir adımım değil bir sürü adımım varmış atılması gereken...O yerimde duruşlarım aslında direnişlerimmiş.. Neye direnirmişim? bir sürü şeye.. Kendime çıkıp, yukardan baktım.. Kızmadım kendime-insani buldum direnişlerimi... Aslında dilime pelesenk olan şeylerin savunma mekanizmam olduğunu farkettim.. Dert yanmanın aslında bir konuşma tarzı - ortak konu bulma yolu değil, bir yardım çığlığı olduğunu farkettim... Bu çığlık; aslında karşımda beni anladığı kadarıyla dinleyene değil kendimeymiş onu duydum.. İlk kez duydum onu... Önce o düşüncemi yakaladım... Aslında nasıl savunma mekanizmasıyla sardıp sarmaladığımı - pişirip öyle sunduğumu - sonra hiç o sunduklarımda kendi hatalarımı görmeyişimi – işime gelen ve ezberlediğim sitemkar cümleleri - en önemlisi tüm bunları farkedip içimdeki bunu değiştirme isteğini hissettim... O koca adım için kararlı olmaya karar verdim sonra..
Kafamda bir sürü söz –anı yer etmiş. Kimden –hangi kitaptan öğrenmiş olduğumu hatırlamıyorum ama insan hep kendinden başlamalı değişmeye- değiştirmek istiyorsa hayatı..Ve hep suçluyu ararken- aslında suç ve suçlu olmadığını –herşeyin hayatta ortak olduğunu anlamakla başlıyor herşey... Ben sana kızıyorsam, senin yaptığın şeylere neden olan benim davranışımı görmekten kaçtığım için sana kızdığımı anlamam gerek önce... Sonra başkaları bize birşeyler dediğinde, aslında direnen yönlerimize parmaklarını soktukları için kızdığımızı farketmek gerekiyor... Çünkü biz onu sarıp-sarmalamış/ savunma mekanizmaları geliştirmişken bu parmakta ne oluyor diyoruz...Ve babamın çok güzel sözü geliyor aklıma “başlamak yolun yarısıdır”...
Ben bu adımları atmak için günlerdir ayağımın agirligini hesaplıyorum.. Baldırlarımdan tutup-kaldırıp atabilirmiyim acabaya bakıyorum.. Çünkü bir adımım değil bir sürü adımım varmış atılması gereken...O yerimde duruşlarım aslında direnişlerimmiş.. Neye direnirmişim? bir sürü şeye.. Kendime çıkıp, yukardan baktım.. Kızmadım kendime-insani buldum direnişlerimi... Aslında dilime pelesenk olan şeylerin savunma mekanizmam olduğunu farkettim.. Dert yanmanın aslında bir konuşma tarzı - ortak konu bulma yolu değil, bir yardım çığlığı olduğunu farkettim... Bu çığlık; aslında karşımda beni anladığı kadarıyla dinleyene değil kendimeymiş onu duydum.. İlk kez duydum onu... Önce o düşüncemi yakaladım... Aslında nasıl savunma mekanizmasıyla sardıp sarmaladığımı - pişirip öyle sunduğumu - sonra hiç o sunduklarımda kendi hatalarımı görmeyişimi – işime gelen ve ezberlediğim sitemkar cümleleri - en önemlisi tüm bunları farkedip içimdeki bunu değiştirme isteğini hissettim... O koca adım için kararlı olmaya karar verdim sonra..
Gandhi’nin güzel sözleri geliyor aklıma şimdi... "Düşünceleriniz olumlu olsun, çünkü düşünceleriniz sözleriniz olur .Sözleriniz olumlu olsun, çünkü sözleriniz davranışlarınız olur… Davranışlarınız olumlu olsun, çünkü davranışlarınız alışkanlığınız olur.. Alışkanlıklarınız olumlu olsun, çünkü alışkanlıklarınız degerleriniz olur .Ve degerleriniz açık olsun ,çünkü degerleriniz kaderiniz olur."
Mesala neydi bunlar diyeceksiniz..ve o koca adımı merak edeceksiniz belki de..
En küçük adımımdan bahsedeyim..Mesela ben hiç su içmem.. Su yani... Hani hayatın kendisi –olmazsa olmazı.. Niyeyse hiç ihtiyaç duymuyorum. Anca aklıma gelecek –ya da ciddi ciddi susayacağım da içecegim suyu.. Hani o gazetelerin saglık sayfalarında yazar ya “vucut günde 3 lt suya ihtiyac duyar” gibi.. İnanın ben hiç umursamazdım o yazıları... Niyeyse hep şöyle bir savunma mekanizmam vardı “Ben su ihtiyacımı çok meyve yiyorum ya onlardan alıyorum” gibi.. Hatta geçenlerde su içmek değil - doğal meyve yiyerek su ihtiyacı karşılamak daha iyidir diye bir yazı okudum da gururum tavan yaptı.. Tabi işime geldi, okuduğumu hemen benimsedim.. Fakat ben hala hiç su içmiyordum.. Su konusu karşıma çıkınca acaip sözcükler çıkıyordu ağzımdan... Resmen ben ve su içmek bir araya gelemiyorduk. Bahanelerim vardı-konuşulanlardan kulagımı tıkadıgım - yazanlardan hafizama yazmadıklarım... Ama başka bir yandan gün içinde çok yoruluyordum- Parlak ciltli insanları kıskanıyordum-Yemeginin yada iceceginin yaninda su içenleri “ne sağlıklı” diye bakıyordum - sonra Nilambara’ya bile söz verdim “su içicem” diye ama verdiğimde tutmakta zorlandım itiraf ediyorum..... Gördüm kendimi bunları içime yazarken-direnirken.. Herşeyin zamanı varmış heralde.. Tam ben bu konudaki direncimi kavramaya başlamışken gazetede şöyle bir yazı okudum... ”Vucut 6 haftada bir suyunu yenilermiş”... Ben de bir panik başladı anlatamam. Benim vucudumda su yoktu ki yenilenecek.. Tüm organlarımın pütür pütür kuruduğunu düşündüm.. Çok huzursuz etti beni bu düşünce...O korkuyla bu sabah ofise gelmeden marketten 1.5 litrelik su aldım.. Adımımı attım. Sanki çok acaip birşeymiş gibi İrem’e ve Nilambara’ya söyledim... Aferin desinler diye bana.. Çok büyük birşey başardım ya.. Dediler de sağolsunlar..
Şimdi su içiyorum.. Masamda bana bakıyor şu anda 1,5 litre.. Gün sonunda hepsi midemden geçmiş olacak.. Sevdim su içmeyi.. İçimi dolduruyorum minik minik dikerek kafama koca şişeyi.. Şimdi herşey harika..Tüm iç organlarım, boğazımdan suyun akışını hep bir ağızdan “ yuppi” diye bağırarak, çoşkuyla karşılıyorlar, suya banıyorlar mutlukla kendilerini adeta... Kurumaması gereken iç organlarımı hergün mutlu etmek istiyorum artık... Vucudumun 6 haftalık suyunu yenileme suresinde, tertemiz olacak hep içim,dışım-ne guzel..
Bugün benim cildim daha mi parlaklaştı acaba? Su ihtiyacımı onlardan aldığımı bilen mandalinalar küsmez di mi bana? Sizce bu pet şişeye bir isim takmalımıyım? Ne de olsa artık hep yanımda taşıyacağım bu Şişecan’ı..
Yıllardır süren direncimi kırmak şerefine bir yudum daha içiyorum şimdi.. Bu şişe bugün bana yetmeyecek gibi.. Çantasından 5kg’lık Ace taşıyan Ayşe teyze gibi, galon taşımaya başlarsam bilin ki, yılların acısını çıkarırcasına çok susuyorum..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder