Bayram tatili, tatilsiz geçen 2 yıl sonunda yüzümüzü güneşe çevirip, ayaklarımızı denize değdirip, bedenlerimizi şezlonglarda umarsızca bırakıp, unutmak, zihnimizi sıfırlamak için beklenen bir zaman dilimi olmuştu bizim için... Öncesinde geçirilen taşınma, şehre alışma telaşı yerini geri sayılan günlere bırakmıştı. 4 gün sonra, 3 gün, 2 gün, ve Bodrum’a ayak basışımız...
Son bir yıldır, iş değiştirmiş, hayatın bize, düzenimize verdiği yeni yönlere söylenmeden girmeyi başarmıştık. Ürküyorduk ama iyi yürekliydik, tek gücümüzde buydu. Dostlarımızı, ailemizi, evimizi bırakıp, şehir değiştirmiş, yepyeni bir evde, yepyeni bir hayata adım atarken yürekli olmaya çalışmadan kendimiz olmaya karar vermiştik. “Evinize, İstanbul’a alıştınız mı? “ diye soranlar olmuş, tüm yerleşme, alışma, korkuyla yüzleşme safhalarını bir kenara bırakıp, yorgunluğumuzu da çok fazla dillendirmeden “insan burda da insan, yol burda da yol, burda da nefes alıyoruz” diyerek alıştığımızı söylesekte, alışmanın tam anlamını sorgulamamış, yaşama bakmaya seçmiştik. Sadece çok özlemek vardı içimizde... Özlemekle başetmek zormuş gerçekten... Yıllar önceki bir sohbette en başedilmez duygunun ‘pişman olmak’ olduğunu emin bir şekilde söylemiştim. Ama özlemenin ne demek olduğunu bilmediğimi şimdi anlamıştım. Ankara’da ailemle yaşayan kedimin fotoğrafını öperken, son dersimde taktığım küpelerin öğrencilerimden bana şans getireceğini düşünürken, babamın aradığını görüp duygusallaşmamak için kendimi frenlerken tam kalbimde hissetmiştim özlemenin başedilmezliğini. Arkadaşlarımızla, ailemizle aramıza mesafeler girmiş, ilişkinin mesafelere takılan sürüdürülemezliğini öğrenmiş, ama onları sevmenin ömür boyu süreceğini yaşayarak tecrübe etmiştik. Bunu öğrendikten sonra ‘özlemek’ kelimesi çok fazla dillenmeden, ötelenen hatta hayatın içinde ızdırap verici bir yük haline getirilmeden kapı dışarı edilen bir duygu halini almıştı. Özlemek, yalnız kaldığında, kendini kötü hissettiğinde, yabancılaştığında yasaklı kelime olarak ilan edilmişti.
Bodrum’un Eylül günündeydik. Sürekli derin nefesler alıp, “ben burda yaşarım” diyordum. Artık yaşadığım, kök saldığım şehirden koptuktan sonra her yerde yaşayabileceğime inanıyordum. Çoğu zaman yersiz, yurtsuz hissediyordum kendimi ama artık çok fazla kendi ülkemdeydim. Kendimleydim. Şezlongun üzerinde sağa sola dönerek kitabımı okurken, bazen kıyıya vuran dalgalanın sesine, bazen ufuktaki yelkenlilere dalmışken bu düşüncelerin içimden akışını izliyordum. Aynı zamanda gölgesine kurulduğum ılgın ağacının, narin ama iğneli yapraklarına hiç bir zaman bakmadığım kadar dikkatle bakıyor, onu anlamaya çalışıyordum. Gözlerim kapanıp, güneşin ve gölgenin birbiriyle çekişmesine aldırmadan, çocuk ve dalga sesleri arasında, ılık rüzgarın ninnisiyle mutlu uykulara dalıyordum. Elimdeki kitap yanıbaşıma düşerken, hikayenin kahramanı Azra’nın bir sonraki sayfada anlatacağı şeyleri düşlerken, kendi rüyalarıma doğru yolculuğa çıkıyordum. Sanki yattığım şezlong ığıl ığıl denize doğru kayıyor, ben sahilde minik dalgalar eşliğinde rüyamdaki yolculuğa çıkıyordum. Zihnim uçuşuyor, bedenim hafifliyor, ben hiçbirşey yaparak düşüncelerimin, yüklendiklerimin ve kalbinden geçenlerin seyrini sürüyordum. Ne zaman deniz kokusuyla, tarçınlı güneş kremi kokusu burnuma çalınıyor, o zaman kendimi cennette hissediyordum. Rüya adeta uyandığımda da devam ediyordu.
Bir sürü ten, vucüt, ayak, kol, göbek görüyordum sahilde... Bazıları güneşe taparcasına bronzlaşmaya çalışırken gözüme takılıyordu. Bazısı yağlı, yuvarlak, sarkmıştı bedenlerin... Eskimişti çoğu... Bazısı genç, diri ve beyazdı. Oturduğum yerden yılın en az dokuz ayı saklanmış bedenlerin, deniz kenarında özgürleşmelerini, oldukları gibi ortaya çıkmalarını izliyordum. Hangi kıvrım, hangi vucut güzel kalabiliyordu? Deri eskiyor, şekiller deforme oluyor, buna rağmen içimizde yenilenen, şekillenen duyguların, öğretilerin gerçekliğine varıyordum her seferinde... Büyüyen, çoğalan, sadeleşen ve farkına varıldıkça güzelleşen...
Denize baktığım zaman, uçsuz bucaksızlığında öğreticiliğini hissediyordum. Uzaklara bakmak, insanın en yakınındaki detaylarda boğulmasını önlüyordu. Geceleri deniz korkutucu gelebilirdi bazılarına... Ama ben denizin kendi karanlıklarıyla barıştığını düşünüyordum geceleri... Herkesin sırları vardır, onun neden olmasın ki?
Hiç karnım doymamış, şimdiye kadar hiç tad almamışım gibi güzel sofralara oturuyorduk... Şeftali başka suluydu, balık başka bir leziz, suyun tadı daha serin, karpuz sanki daha kırmızıydı burada. Yediğimiz yemekler, keyifli sohbetlerle birleşince sağlıklı oluşumuza, hayata, karnımızın tokluğuna tekrar tekrar şükrederken buluyordum kendimi...
Saat gece yarısını geçtiğinde geceyi biraz daha fazla yaşamak için uykuyu öteliyor, sonra bir sonraki günün varlığını hatırlayıp beyaz yataklarımızın içinde, uykunun beyazlığına bırakıyorduk bedenlerimizi... Günlerden hangi güne uyandığımızı, saatin kaç olduğunu bilmeden yeni güne başlarken, her gün biraz daha bronzlaşmış tenlerimize rağmen, her sabah uykunun beyazlığı bulanıyor, şeffaflaşıyordu ruhlarımız sanki...
O gün yine böyle duygularla uyanmıştım. Ama unutmuştum doğum günü çocuğu olduğumu... Sabahın ilk öpücükleri yanaklarıma konarken, yüreğimden bolca gülümsüyordum. Telefonda yanımda olanların sesini duymakla mutluluğum artıyor, kutlama mesajlarına bakarken kalpten teşekkür ediyordum yüreğime dokunanlara... Büyümüştüm. Bugün ne rüzgar benim için esiyor, ne de deniz benim şerefime dalgalanıyordu. Eskiden sahibi olduğumu sandığım gün şimdi herkesin olabilirdi.
Kahvaltı masasında her zaman oturduğum sandalyede yerimi almıştım. Bahçedeki taş sedirin hemen arkasındaki tepede kök salmış palamut ağacına dalmıştı gözlerim... Bahçenin en güzel yerinde, denize ve tüm manzaraya hakim bu ağaçtan gözümü alamıyordum her sabah olduğu gibi... Kahvaltı başladığında uykunun mahmurluğundan gözlerimin daldığını sanıp, ister istemez doğum günü çocuğunun ne düşündüğünü sormuş oldular...
Düşünüyordum. Bu ağaç sonbaharda nasıl görünüyordu acaba? Bizler büyük şehirlerde –kışın şartlarına uyum sağlarken, o bu sırada manzarada ne görüyordu? Kışın tenhalığında yalnızmıydı? Göz gözü görmeyen Bodrum yağmurlarında seviniyormuydu toprağının kana kana suya doymasına ? Peki ben niye bu ağaca dalıp düşüncelere dalıyordum her sabah?
Sadece ağzımdan “Ben burada yaşarım” diye bir cümle çıkmıştı sorulan sorunun bir kaç dakika sonrasında... Gülümsemişti masada yanımda oturan sevdiklerim.... Belki burada yaşama isteğim ciddiye alınmamıştı, belki doğum günü çocuğu olduğum için her söylediğime gülümseyeceklerdi, bilemiyordum...
Hayatıma kışlar geliyor, güneş açıyor, manzara devamlı değişiyor, bazen tenha, bazen kalabalıklaşıyordu ortalık fazlasıyla... Tüm bu değişimlere rağmen, artık biliyordum; sayılar büyüyordu sadece, içimde başka bir matematik çalışıyordu büyümek adına...
Ben zaten gördüğüm ve hissettiğim yerde, “burada” yaşıyordum. Sayılarla yolun yarısındaydım ama yolun kalanında yaşayacağım şeyleri düşünmeden, yeni şeyler dilemeden öylece duruldum. Sanki büyümek adına işleyen çark bir milim daha hareket etti o an içimde... Hafiflemiştim. Palamut ağacı bana bakıyordu şimdi.... Gözlerimi kaçırmadan ona gülümsedim.
Son bir yıldır, iş değiştirmiş, hayatın bize, düzenimize verdiği yeni yönlere söylenmeden girmeyi başarmıştık. Ürküyorduk ama iyi yürekliydik, tek gücümüzde buydu. Dostlarımızı, ailemizi, evimizi bırakıp, şehir değiştirmiş, yepyeni bir evde, yepyeni bir hayata adım atarken yürekli olmaya çalışmadan kendimiz olmaya karar vermiştik. “Evinize, İstanbul’a alıştınız mı? “ diye soranlar olmuş, tüm yerleşme, alışma, korkuyla yüzleşme safhalarını bir kenara bırakıp, yorgunluğumuzu da çok fazla dillendirmeden “insan burda da insan, yol burda da yol, burda da nefes alıyoruz” diyerek alıştığımızı söylesekte, alışmanın tam anlamını sorgulamamış, yaşama bakmaya seçmiştik. Sadece çok özlemek vardı içimizde... Özlemekle başetmek zormuş gerçekten... Yıllar önceki bir sohbette en başedilmez duygunun ‘pişman olmak’ olduğunu emin bir şekilde söylemiştim. Ama özlemenin ne demek olduğunu bilmediğimi şimdi anlamıştım. Ankara’da ailemle yaşayan kedimin fotoğrafını öperken, son dersimde taktığım küpelerin öğrencilerimden bana şans getireceğini düşünürken, babamın aradığını görüp duygusallaşmamak için kendimi frenlerken tam kalbimde hissetmiştim özlemenin başedilmezliğini. Arkadaşlarımızla, ailemizle aramıza mesafeler girmiş, ilişkinin mesafelere takılan sürüdürülemezliğini öğrenmiş, ama onları sevmenin ömür boyu süreceğini yaşayarak tecrübe etmiştik. Bunu öğrendikten sonra ‘özlemek’ kelimesi çok fazla dillenmeden, ötelenen hatta hayatın içinde ızdırap verici bir yük haline getirilmeden kapı dışarı edilen bir duygu halini almıştı. Özlemek, yalnız kaldığında, kendini kötü hissettiğinde, yabancılaştığında yasaklı kelime olarak ilan edilmişti.
Bodrum’un Eylül günündeydik. Sürekli derin nefesler alıp, “ben burda yaşarım” diyordum. Artık yaşadığım, kök saldığım şehirden koptuktan sonra her yerde yaşayabileceğime inanıyordum. Çoğu zaman yersiz, yurtsuz hissediyordum kendimi ama artık çok fazla kendi ülkemdeydim. Kendimleydim. Şezlongun üzerinde sağa sola dönerek kitabımı okurken, bazen kıyıya vuran dalgalanın sesine, bazen ufuktaki yelkenlilere dalmışken bu düşüncelerin içimden akışını izliyordum. Aynı zamanda gölgesine kurulduğum ılgın ağacının, narin ama iğneli yapraklarına hiç bir zaman bakmadığım kadar dikkatle bakıyor, onu anlamaya çalışıyordum. Gözlerim kapanıp, güneşin ve gölgenin birbiriyle çekişmesine aldırmadan, çocuk ve dalga sesleri arasında, ılık rüzgarın ninnisiyle mutlu uykulara dalıyordum. Elimdeki kitap yanıbaşıma düşerken, hikayenin kahramanı Azra’nın bir sonraki sayfada anlatacağı şeyleri düşlerken, kendi rüyalarıma doğru yolculuğa çıkıyordum. Sanki yattığım şezlong ığıl ığıl denize doğru kayıyor, ben sahilde minik dalgalar eşliğinde rüyamdaki yolculuğa çıkıyordum. Zihnim uçuşuyor, bedenim hafifliyor, ben hiçbirşey yaparak düşüncelerimin, yüklendiklerimin ve kalbinden geçenlerin seyrini sürüyordum. Ne zaman deniz kokusuyla, tarçınlı güneş kremi kokusu burnuma çalınıyor, o zaman kendimi cennette hissediyordum. Rüya adeta uyandığımda da devam ediyordu.
Bir sürü ten, vucüt, ayak, kol, göbek görüyordum sahilde... Bazıları güneşe taparcasına bronzlaşmaya çalışırken gözüme takılıyordu. Bazısı yağlı, yuvarlak, sarkmıştı bedenlerin... Eskimişti çoğu... Bazısı genç, diri ve beyazdı. Oturduğum yerden yılın en az dokuz ayı saklanmış bedenlerin, deniz kenarında özgürleşmelerini, oldukları gibi ortaya çıkmalarını izliyordum. Hangi kıvrım, hangi vucut güzel kalabiliyordu? Deri eskiyor, şekiller deforme oluyor, buna rağmen içimizde yenilenen, şekillenen duyguların, öğretilerin gerçekliğine varıyordum her seferinde... Büyüyen, çoğalan, sadeleşen ve farkına varıldıkça güzelleşen...
Denize baktığım zaman, uçsuz bucaksızlığında öğreticiliğini hissediyordum. Uzaklara bakmak, insanın en yakınındaki detaylarda boğulmasını önlüyordu. Geceleri deniz korkutucu gelebilirdi bazılarına... Ama ben denizin kendi karanlıklarıyla barıştığını düşünüyordum geceleri... Herkesin sırları vardır, onun neden olmasın ki?
Hiç karnım doymamış, şimdiye kadar hiç tad almamışım gibi güzel sofralara oturuyorduk... Şeftali başka suluydu, balık başka bir leziz, suyun tadı daha serin, karpuz sanki daha kırmızıydı burada. Yediğimiz yemekler, keyifli sohbetlerle birleşince sağlıklı oluşumuza, hayata, karnımızın tokluğuna tekrar tekrar şükrederken buluyordum kendimi...
Saat gece yarısını geçtiğinde geceyi biraz daha fazla yaşamak için uykuyu öteliyor, sonra bir sonraki günün varlığını hatırlayıp beyaz yataklarımızın içinde, uykunun beyazlığına bırakıyorduk bedenlerimizi... Günlerden hangi güne uyandığımızı, saatin kaç olduğunu bilmeden yeni güne başlarken, her gün biraz daha bronzlaşmış tenlerimize rağmen, her sabah uykunun beyazlığı bulanıyor, şeffaflaşıyordu ruhlarımız sanki...
O gün yine böyle duygularla uyanmıştım. Ama unutmuştum doğum günü çocuğu olduğumu... Sabahın ilk öpücükleri yanaklarıma konarken, yüreğimden bolca gülümsüyordum. Telefonda yanımda olanların sesini duymakla mutluluğum artıyor, kutlama mesajlarına bakarken kalpten teşekkür ediyordum yüreğime dokunanlara... Büyümüştüm. Bugün ne rüzgar benim için esiyor, ne de deniz benim şerefime dalgalanıyordu. Eskiden sahibi olduğumu sandığım gün şimdi herkesin olabilirdi.
Kahvaltı masasında her zaman oturduğum sandalyede yerimi almıştım. Bahçedeki taş sedirin hemen arkasındaki tepede kök salmış palamut ağacına dalmıştı gözlerim... Bahçenin en güzel yerinde, denize ve tüm manzaraya hakim bu ağaçtan gözümü alamıyordum her sabah olduğu gibi... Kahvaltı başladığında uykunun mahmurluğundan gözlerimin daldığını sanıp, ister istemez doğum günü çocuğunun ne düşündüğünü sormuş oldular...
Düşünüyordum. Bu ağaç sonbaharda nasıl görünüyordu acaba? Bizler büyük şehirlerde –kışın şartlarına uyum sağlarken, o bu sırada manzarada ne görüyordu? Kışın tenhalığında yalnızmıydı? Göz gözü görmeyen Bodrum yağmurlarında seviniyormuydu toprağının kana kana suya doymasına ? Peki ben niye bu ağaca dalıp düşüncelere dalıyordum her sabah?
Sadece ağzımdan “Ben burada yaşarım” diye bir cümle çıkmıştı sorulan sorunun bir kaç dakika sonrasında... Gülümsemişti masada yanımda oturan sevdiklerim.... Belki burada yaşama isteğim ciddiye alınmamıştı, belki doğum günü çocuğu olduğum için her söylediğime gülümseyeceklerdi, bilemiyordum...
Hayatıma kışlar geliyor, güneş açıyor, manzara devamlı değişiyor, bazen tenha, bazen kalabalıklaşıyordu ortalık fazlasıyla... Tüm bu değişimlere rağmen, artık biliyordum; sayılar büyüyordu sadece, içimde başka bir matematik çalışıyordu büyümek adına...
Ben zaten gördüğüm ve hissettiğim yerde, “burada” yaşıyordum. Sayılarla yolun yarısındaydım ama yolun kalanında yaşayacağım şeyleri düşünmeden, yeni şeyler dilemeden öylece duruldum. Sanki büyümek adına işleyen çark bir milim daha hareket etti o an içimde... Hafiflemiştim. Palamut ağacı bana bakıyordu şimdi.... Gözlerimi kaçırmadan ona gülümsedim.
.
.
.
Brajeshwari /13.09.2010 / Bodrum-Gümüşlük
.
.
.
.
.
... Kendime doğum günü hediye şarkısı ..Dans etmek serbest...
10 yorum:
Uzaklarda degil, yakinlardasin. Ya bir de yurdundan uzaklara gitsen...
Nice mutlu, huzurlu yaslara !! Iyi ki dogdun ve iyi ki yaziyorsun. Kucak dolusu sevgiler sana.
Ozlemekle ilgili bana sunlari demistin bir zamanlar:
Bazen bin parça olmak, yenilenmek toparlanmak için iyidir... Fazlalıklar atılır, özlemek değer kazandırır elindekilere...
yeni denizlere çıkmak için hazırlık bu ruhunda aslında.. sadece yaşa:)
pembenin eflatuna gülümseyen değişiminde, yapraklarınının narin kırılganlığında, ılgın ılgın esen rüzgarlarda geçsin yeni yaşın. yüreğince olsun dileklerin, yüreğince sevil, yüreğince yaşa...
sevgiler...
harika bir anlatım, ve şu son iki cümle..
Yasadigi her yeri varligiyla guzellestiren insanlardansin... "ozleyerek yasayanlar" kulubune hos geldin... Hayatin, sen nasil mutlu olacaksan oyle gecsin Burcu'cugum... Kucak dolusu sevgiler yolluyorum sana...
Evet, bir kere kökünü kopardin mi her yerde yasayabilirmissin gibi oluyor. Kesin öyledir diyemiyorum. Belki bir gün "yok, burada olmaz" diyecegim bír yer cikar belki karsima. Iyi ki dogmussun bu arada... :)
Mutlu ve huzurlu bir yeni yaş diliyorum.. :) İyi ki doğmuşsun..
Sevgiler
Doğum günün kutlu olsun Burcucuğum:) Yeni yaşına merhaba dediğin yerin bu güzel enerjisi bedeninin her santimini doldursun ve seni hep mutlu kılsın dilerim.
Köklerin ve her şeyden önemlisi sevdiklerin Ankara'da, çok iyi anlıyorum seni, özlemlerini... Ama biliyor musun ben senin İstanbul'a, İstanbul'un da sana çok yakışacağını düşünüyorum. Bir de burada neler biriktireceksin, nerelere, kimlere kök salacaksın bakalım:)
"Eskiden sahibi olduğumu sandığım gün şimdi herkesin olabilirdi."
bu cümlede takıldım kaldım :)...benim için bir sürü şey barındırıyor içinde.
"burada" olduğun için şanslı hisseden insanlardan biriyim.
Canım,
doğum gününü unutmuşum, özür...
Yeni yaşında mutlu ve güzel günler geçirmeni diliyorum.
Sevgiler...
Suddha Moyee
Yorum Gönder