30 Mayıs 2011

Doğa Cumhuriyeti

Burcu@Abant

.

Şehir köpekleri nasıl yaşarlar bilmem... Burası dağ, dağ başı.... Geceleri karanlık ve sessizdir burası... Hiç bilmediğiniz bir karanlıktır karanlık, ondan korkarsanız korku çoğalır, huzurluysanız huzur büyür içinizde... Hiç bilemediğiniz bir sessizliktir buradaki, gece şakıyan kuşların-çeşmeden akan suyun sesi gecenin derin siyahına karışır...
.
Ben saçları püsküllü, burnu benekli kırma dişi bir çobanım, yani sokak köpeğiyim... 2 erkek köpekle birlikte yaşıyorum. Şurada oturan büyük erkek köpek, kafası ve bedeni hepimizden heybetli, bakışları kayıtsız ve az çok tehlikeli görünen hani... Mesela o, geçenlerde ormandaki keşif yürüyüşümüzde yabani bir domuzla girdiği kavgada, sol bacağını kaybediyordu az kalsın. Eti bacağından sıyrılmıştı. Büyük köpek kavgaya giriştiğinde, biz onun arkasında sadece havlıyorduk. Sesimizin yetebildiği kadar havlıyorduk. Kavgaya bulaşmadık, sakın korktuğumuzu düşünmeyin. Bu; büyük erkeğin kavgasıydı, biz ona havlayarak destek olduk. Çünkü kural böyleydi. Geceyi havlamalarımız doldurdu, domuz yaralandı ve kaçtı. Büyük erkek her zaman olduğu gibi, cesaretiyle grubun lideri olmayı bir kez daha hak kazandı...
.


Grubun bir diğer üyesi de, şurada duran, hepimize göre nispeten küçük olan erkek köpek... Köydeki sarı evin yaramaz çocuğunun ona bir isim taktı. Halis! ve aramızda da ismi öyle kaldı. Halis, yaşı küçük olduğu için hepimizden biraz farklı... Bir kere insan canlısı, iyi niyetli ama kavgaya da çabuk karışabilecek kadar cesur... Bir gün köyün diğer ucunda dolaşırken, o muhitin köpekleri onu bir güzel tartaklamış. Kulağını koparıyorlarmış az daha... Şimdi aldığı ilk yaranın kabuk bağlamasını, savaşçı kişiliğinin ilk madalyası olarak taşıyor kulağında...

.
Ben dişi olan... Dağ başında dişi köpeklerin bile şansı yok. Doğurup durdukları için çiftçiler sahiplenmek istemiyorlar bizi... Ayrıca ne hamile bir köpeği, ne de doğacak çocukları koruyabilecek bir sistem var burada... Bazen bir dişi için sokak sınırlarını aşıp gelen diğer köyün erkek köpekleri, muhitin gerçek sahibi olan çeteyi kızdırıp kavgaya tutuşurlar. Bu sıklıkla olur. Bu hep dişi köpeğin suçu olarak kalır. O yüzden her yerde olduğu gibi, burada bile dişi olmak gerçekten zor...

.
Ben çok küçüktüm... Henüz ne dişiliğimin, ne de burada dişi olarak yaşamanın zorluklarının farkındaydım. Sarı evin sahibi olan mavi gözlü kadın ve gözlüklü eşi beni arabalarının arka koltuğuna bindirip, Ankara’ya getirdiler. Araba yolculuğum, arka koltukta kusarak, uluyarak geçti. İlk kez şehiri, arabayı, kalabalığı, gürültüyü orada gördüm. Neden orada olduğumu bilmeden, doğamdan, hayatım boyunca tek bildiğim yerden çok uzakta olduğumu hissediyordum sadece... Veterinerdeki ilaç kokusunu hatırlıyorum. Kafesin içinde havlayan şımarık minik köpekler, nazlarından geçilmeyen kedilerle beraber bir hafta geçirdim. Büyük erkeği, Halis’i özledim... Sessizliği, karanlığı, özgürlüğümü özledim. Veteriner beni bir gün üst kattaki başka bir odaya aldı. Korkudan havlayamadım bile, kalbim ata ata ürktüm. Neler oldu hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda yine aynı çiş kokulu kalabalık odada sersem gibiydim. Ne nazlanan ve tıslayarak korku saldığını sanan kedilere, ne de benden ebat olarak hayli küçük süs köpeklerinin benden çok çıkarabildikleri havlayışlarına tahammül edebiliyordum. Bu böyle sürdü. Özgürlüğüme, ormana, arkadaşlarıma hiç kavuşamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Gözlerimdeki ürkeklik biraz da o günlerden kalma... Bir gün mavi gözlü kadın ve kocası beni almaya geldi, o zaman yattığım yerden kalkıp umutsuzluğumu biraz olsun silkeleyebildim üstümden... Veterinerden çıkıp, yine o minik arabaya bindirdiler beni... Ben toprağa, otlara, çamura değmeden yol almayı bilmem. Yol uzundu, ben yine huzursuzluk içinde sadece kusuyordum, ta ki bildiğim yol, bildiğim yeşil patikaya sapana kadar... Yattığım koltukta heyecanla dikildim, yol boyunca gözlerim Halis’i ve Koca kafayı aradı. Araba nihayet durduğunda, mavi gözlü kadın kapıyı açtı. O an arabanın arka koltuğundan atlayıp, toprağa değdi patilerim.. Karnımdaki dikiş izinin acısı, içimdeki tüm umutsuzluğu, kendi ormanimda –kendi karanlığımda koşarak, daha çok koşarak arkamda bıraktım. Halis ve Koca kafa yine aynı çeşmenin önünde uzanmış, şekerleme yapıyorlardı. İkisi de beni görünce yerlerinden kalkıp, beni kokladılar. Onlar kokuyordum, hala onlardandım...

.
Sen saçları topuzlu kadın, bu haftasonu sarı eve misafir geldiğinde, önce bizi bildiğin şehir köpekleriyle karıştırdın. Mavi gözlü kadın seni Koca kafanın vahşiliği konusunda uyardı. Halis ise bir parça ekmek için, cüssesinin korkutuculuğuna aldırmadan bahçede sizin yakınınızda durandı. Ben ise o sırada bahçe duvarından sizi izliyordum. Bir parça ekmek verseniz, yanınıza gelebilirdim ama kendimi sevdirmeye hiç niyetli değildim. Halis melül bakışlarıyla mangal keyfinden önce senden bir parça ekmek aldığında, ben daha hareket edip yanınıza gelmeden sen yavaşça yanıma geldin. Sana yüz vermeye niyetli değildim, hayır naz yapmıyordum. Siz insanları sevmiyor da değildim. Evet veterinerde yaşadığım kötü günlerin etkileri vardı üzerimde... Ama biz vahşiydik ve burası Doğa Cumhuriyetiydi, sizin cumhuriyetiniz değildi... Bir parça ekmek, iki okşayışla gönülümüzü aldığınızı sanarak bizi ehlileştirdiniz sanabilirdiniz ama karanlığın-ormanın- tehlikenin içinde ehli kalamazdık. Ekmeği bana çok yaklaşmadan, önüme atıp gülümsedin, birşey demeden ayrıldın. Şaşırdım ama şaşkınlığım ekmeği yememe engel değildi.

.
Gecenin artık iyice çöktüğü, dallarda şakayıkların günün saatini karıştırarak öttüğü bir anda iki kişi evden dışarıya çıktınız. Olduğum yerde doğruldum. Sen ve arkadaşın, doğaya yabancıydınız, ne ile karşılaşabileceğinizi bilemezdiniz ve bulunduğunuz alan bize aitti, siz de bu yüzden bize aittiniz... Karanlık patikada yürümeye başladığınızda sizi bir kaç adım gerinizden izlemeye başladım. Siz durdunuz, ben durdum. Karanlık ürkütmüyordu seni, aksine daha çok yürümek, daha çok korkuyla yüzleşmek istiyordun, hissediyordum. Fakat karşınıza yabani bir domuz, vahşi bir ayı çıkabilirdi. Bu patikanın diğer ucunda bizim bile anlaşamadığımız iki köpekten haberdar değildiniz, zaten gelişinizi hissetmiş olacaklar ki, daha şimdiden ulumaya da başlamışlardı. Geri dönmeye karar verdiniğinizde, benim arkanızda olduğumu gördünüz. Sizi koruyor gibi görünmemek için, ağaçların arasında oyalanır gibi yaptım. Çünkü şehirdeki köpekler bir şekilde size onlar tarafından korunduğunuzu hissettirmiş ve bu sizi onun sahibi yapmıştı. Ben sahipsizdim. Doğaya aittim. Beni gördüğünde, teşekkür ederek yanıma yaklaştığında bir adım geriye kaçmam da o yüzdendi.

.
Karanlık patikadan eve dönüp, elektrikli battaniyelerinizin içinde sıcacık yatağınızda derin uykulara daldığınızda da, biz yine bahçedeydik, Evin içindeyken sizi daha iyi koruyabilirdik. Orası önce bizim bahçemizdi. Bahçe ve içindekiler, toprak, ağaçlar, duvar köşeleri, merdivenler, çiçekler ve yataklarında uyuyan siz, o bahçe önce bizimdi.

.

.

Karanlık gecenin pusu kalktığında, gün ışığıyla tehlike uykuya daldığında ben merdivenlerde yatıyordum. Sen, erken uyanmış, yürüyüşe çıkmaya karar vermiş olmalısın. Dışarıya çıktığında merdivenlerde uyuyan beni farkettin. Sonra da usulca yattığım yerin bir alt basamağındaki merdivene oturmuş oldun. Kalkmak ile durmak arasında kaldım. Sana baktım. Biliyordum gözlerim korku salmıyordu, ürkek bakıyordum. Gözlerini kaçırmadan baktın bana... Elini başıma uzattığında bir an, sadece bir an tereddüt ettin. Çünkü korkmuyordun. Ama benim senden korkmamı istemiyordun. Ellerin başımda gezinmeye başladığı anda, yattığım yerde ellerine teslim oldun. Bizim cumhuriyetimizde, bizden üstünmüşsün gibi değil, bize emanetmiş gibi sevdin başımı... Göz göze geldiğimizde bana teşekkür ettiğini hissettim. Sonra benim gözlerimden karanlıkta geçen ıssız geceleri, orman keşiflerini, tehlikeyi, doğada dişi olmanın zorluğunu, kusa kusa gittiğim şehir maceramı dinledin... Ellerinle dinledin. Yumuşak ve şefkatle, kimin kime ait olduğunu düşünmedi ellerin... Tam beni daha çok sevip, böylesine bir doğada insana alışarak- daha büyük tehlikeye girmemi istemediğini düşündüğün bir anda, elini başımdan çektin. Durduk bir süre... Kısa bir süre... Her misafirin bu saatlerde şehire geri dönüşünün yaklaştığını bilerek, sen gitmeden doymak istedim sevilmeye... Elimi uzattım avucunun içine, sevmeye devam et beni diye... Bir barış imzalamışız gibi, anlamıştık birbirimizi... İkimizde kendi vahşi karanlığımızda savaşlar vermiş, sahiplenmiş, sahiplenilmeye çalışılmış, yabancılaşmış, o hisle bir sürü kusmuş ama sonunda ait olduğumuz yerde hissettiğimiz özgürlüğün ehlileştirilmeyeceğini anlamıştık. Bunu bilerek, el ele doğayı ve onun bize fısıldadıklarını dinledik.
.


Brajeshwari.dd / 30 mayıs 2011/ Abant

.

şu sıra sık sık bunu dinliyorum... tık

5 yorum:

misk dedi ki...

Sadık Hidayet'i andım! çıkarıp okuyacağım, çok teşekkürler:)

guguk kuşu dedi ki...

HEYYYY MEMLEKETİMDESİN

dildar dedi ki...

çok güzelsin. bakmak ve görmek bu olmalı. ve görebilmek için gözlerin daima açık.... seni seviyorum yüreği açık arkadaşım. bence bunu uyarlayıp bir çocuk kitabı yapabilirsin, ve böylece çocuklar da yolculuğa çıkmış olurlar seninle, doğada ve kendi içlerinde...

Adsız dedi ki...

kifayetsiz kelimeler.. mutlu ettin beni, sicacik oldu icim.. tesekkurler!

xl dedi ki...

oradaydım okurken. kimi satırda çimen, kimisinde ise kokusu oldum ama vardım ve oradaydım okurken.