19 Ekim 2013

Yeşile doyMA!

Şehrimin güzel ağaçları anısına...



Dışardan gelmiş, eteğimi çıkarmış, altımdaki mus çoraplarımla battaniyenin altına girip pencereden bakıyordum.  İlkokulda da okuldan gelip, önlüğümü çıkarınca evde böyle dolaşırdım. Hoş bir özgürlük hissederdim böyleyken... Tatlı sarman kedim Obi’de yanımda, battaniyenin üstünde yerini aldı. Bir yandan bana sürtünüyor, bir yandan gorgorluyordu. Ne büyük mutluluktu şu an…

Pazara gitmiştim. Nanenin, maydanozun, rokanın, dereotunun en tazesini seçmek bana hep taze bir his verirdi. Her bir yaprağı tek tek yıkayıp, sonra onları salata tabağında, limon ve nar ekşisiyle karıştırıp, hazırladığım bu yeşil şölenin keyfini düşünerek, mutlu olarak eve gelmiştim.

Camdan bakıyordum… Bulutlar geçip gidiyordu o an… Gözlerim doldu niyeyse… İçimden hayatın, bir anın uçuştuğunu hissettim. Niye gözleri dolardı insanın? Hep bilir miydi ağlamalarının nedenini?  Panik olur muydu benim gibi, ağlamak istediğinde nedenini bulmak adına? Nedensiz gözlerimden yaşlar akarken, bırak dedim ağla… sorma neden geldiğini bu duygunun…

Pazara giderken ODTÜ Ormanın yanından geçmiştim. Dün gece yapılan baskınla kesilen ağaçların acısını mı hissetmiştim acaba… Sanırım… Kendime niye ağlıyorsun diye sorduğumda, o görüntü gelmişti aklıma… Ağaçlar kesilince ağlayabilir miydi insanlar? Ve bunu binlerce acıyla bağlayabilir miydi?

Bir arkadaşımın sabah yazdığı ileti aklıma geldi. “Daniel Goleman Duygusal zeka konusunda çığır açan bir kitap yazmış ve uzun süren çalışmalar yapmış bir bilim adamı-yazar. Yazdığı "Duygusal Zeka" isimli kitapta, duygusal zekanın 5 boyutundan bahseder. Bu boyutlardan dördüncü sırada olanı "EMPATİ"dir. Ancak empati sadece karşımızdaki kişinin ne hissettiğini anlayabilme becerisi kadar basit bir şey değildir. Daha doğrusu empatinin en alt aşaması başkalarını anlayabilme becerisi iken, en üst aşaması diğer canlılarla ve doğayla bağ kurabilme, onların hislerini anlayabilme becerisidir. “ diye yazmıştı.

Süt kuzusu diye alınan etler var ya… O kuzuların annelerinden ayrılışlarındaki çığlıkları duysak yine de yer miydik o tazecik etlerini? Şişko ve semiz etli olsunlar diye, dar kafeslere tekil yerleştirilen tavukların, kendi ağırlıklarını taşıyamayacak kadar büyüdükten sonra bacaklarının kırılarak ölüşlerini seyretsek, pişmiş butlarını sıyırarak yiyebilir miydik  afiyetle? Ağıllarında hiç güneş ışığı görmemiş ineklerin, ağıllarından ilk kez çıktıklarında hoplayarak koşmalarındaki mutluluğa tanık olsak, neyi kurban edebilirdik bayramda?

Düşünüyordum… Obi yanımda oturmuş, şifacı bir perdeden gorgorlayarak göğüs kafesini titretiyordu. Varlığına tekrar tekrar şükrederek sevdim onu…

Ağaçları kesmişlerdi Odtü’nün Eskişehir yoluna bakan ormanında… Kel bir arazi de yürüyen insanlar vardı. Manzarayı hatırladıkça canım acıdı. Bir ağacın toprağa sarılışındaki tutku, varoluş biçimleri hep çok saygı duyulası gelmiştir. Yurtdışına giden arkadaşlarımın parklarda çektiği bir kaç fotoğraf aklıma geldi. Yemyeşil, huzur dolu, sonsuz görünüşteki binlerce renk ve ton… Altına düştükleri ileti aklımda kalmış “ yeşile doyduk”.

Yeşile doymak, yeşil açlığındandı belki de… Ben hiç yeşile doymam, bulutlara doymam, yürümeye doymam, kedilere de doyamam sanırım… Zaman zaman Afrika’daki insan girmez, yabani hayvanların yaşadığı ormanları bile düşünürüm. Ne çok bilmediğim bitki, ne kadar çok yaşam, denge, hayat bir arada… Bir insan orada korkuyu da, saygıyı da hissedebilir. Orada olsam, kendi yaşamımı sağlamak için onları yok etmek yerine o dengeyi anlamak, bir parçası olmak isterdim... Bunu nasıl becerebileceğime dair düşünürüm zaman zaman...

Yoga dersi bittiğinde yavaşlayan nefesler, dinginleşen zihinlere… “hızlıca kalkmayın, yavaş hareket edin ve yaptığınız her şeyin farkına vararak yapın” derim… “Suyunuzu içecekseniz, şişeyi kavrayışınıza bakın, hangi parmak daha sıkı tutuyor şişeyi, fark ettiniz mi? Kolunuzu eğişinize, dudaklarınıza şişenin ağzınıza değişine, ilk yudumun damakla buluşmasına, boğazdan geçişine, ilerleyişine, o an hissettiğiniz hisse şahit olun… veya çoraplarınızı giyiyorsanız, ayaklarınıza bakın, çorabınızı kıvırışınıza, parmaklarınıza bükülme emri verişinize, çorabın ayağınıza girdiği an ki ısındığınız hissine şahit olun…"

Böyle bir şey yaşamak… 
Yavaş ve farkında…

Suyu yavaş için, çoraplarınızı farkındalıkla giyin, 
ağaçları çok sevin ve "asla asla yeşile doymayın" dilerim…




1 yorum:

Metin dedi ki...

Gene hissettiklerini, okuyana hissetirebildigin bir yazi olmus....
Eline saglik