31 Aralık 2008

2009, Peki sen bana hazır mısın?

Yarın yeniye dair bir tek ben varım. Her sabah yeniden uyanırım çünkü. Güne dair yeni, benim baktığımdır, o andadır. Yeni yıl bana ne vaad ediyor? Hangilerini kabul edeceğim? Hangilerini görebileceğim? Peki hazır mı 2009 bana?

Bilmemek güzel. Her günü bilmediğim gibi. “Bu yıl” diye başlayan dileklerim olmadı benim. Zorladım, cümleleştiremedim. “Biten” dediğimizi bitirmek zordu, başlayan saydığımıza “yeni” diyip, yeniye bürünmeyi de beceremedim. Ayrıca, zamanı yıllarla –mevsimlerle yaşamıyordum ki, 365 güne, mevsimlere, aylara göre dilek dileyeyim.

Yıl içinde olmasını istediklerimi dilemek,ötelemek olmaz mı dilekleri? Herşey şu anda gizli. Mutlu olmak istiyorsan ol şimdi . Başarılı olmak istiyorsan ol o zaman, neyi bekliyorsun ki? Bahanelerini kov. Ne olmak istiyorsan ol, yoksa yapar gibi yaptığın için olmuyor olabilir mi?

Daha çok öğrenmek istiyorsundur belki bu yıl. Şimdi bildiğinle mutlu ol, bilgi büyütür götürür seni gerekli bilgiye. Belki, yaz tatili istiyorsundur. Şu anda deniz yoktur önünde. O zaman o hayalinle bir ol. İnsanın hayalinin olması evreni harekete geçirir, melekler mutlaka duyar. Belki Mart ayında uzun zamandır görmediğin birinin gelmesidir dileğin. Şimdi özlemi yaşamak, daha anlamlı değil mi? Para kazanmaktır belki dileğin. Para dünyada dönüyor zaten, o zaman suyun önünde parayı beklediğin kovanı büyüt. Hayallerim var benimde sizin gibi. Hepsini içimde hissediyorum. Eğer benim hayrıma ise zaten gelecektirler bana. Yaşatıyorum onları, tüm sevgimle, düşleyerek ve düşlerimi severek...

2008 bana soruları yaşamayı öğretti. “Nereye gidiyordum” “Ne kadar daha vardı varmaya”... Ne zaman soruyu kabul ettim ve onu yaşamaya başladım, o zaman cevaplarım geldi bana. Bazen soruları yaşar insan, sorular güzeldir aslında. Mutlaka soru varsa, cevabı da gelecektir, sadece yaşa dedi hayat bana..

Sağlığınız yerinde olsun dilerim. İyi bakın ona. Sadece ayağı acıyan birinin, her hücresi hisseder o acıyı. Çünkü, her hücremizde Tanrının özünü taşırız aslında. Biz bedeni, organlarımızı kendimizden farklı bir sistemle çalışır sansakta, onlar aslında bizim için – bizimle eş çalışmakta. Karaciğerinizi gülümsetmeye çalışın, kulaklarınızda güler. Eller soğuktan üşümüşse, üstümüzdeki kazağın sırtımızı ısıtıyor olması kimi mutlu eder?

Yaşamamız gerekeni yaşıyoruz. İyi kötü, doğru –yanlış herşey olması gerektiği gibi aslında.Yaşanan herşey bizim hayrımıza.. Kabul etmeli bunu sadece...

Bazıları balık olur, yüzer, akışı reddetmez suda. Zaten suya direnen balıkta yoktur düşününce. Ben “yolculuk” demeyi severim bunu anlatmak için. Yolculuk, beni nereye götürecek heyecanlıyım. Yolcu olmaktan keyif alıyorum. Yağmur yağarsa, yağsın. Rüzgar çıkarsa çıksın. Ben bu doğanın bir parçasıysam, onunla yaşamayı da becerebilirim. Dik bir yokuşa gelmişsem, gücüm var tırmanmaya. Zirve güzeldir belki kimbilir. Ayağım kayarsa, ya o taş yerinden oynamalıydı da, ben neden oldum buna yada farkında olmalıyım belki de daha çok adımlarıma...

Mutluluk bence koşmaktan, yetişmekten çok, anlayabilmektir parmak uçlarından –topuğuna adımladığın o anı. Varmak değildir, varacağını bilmektir, yola güvenmektir sapsanda patikalara. Manzaralardır ve o manzaralarda hissedebildiklerindir çokça. Saçlarına rüzgarın değmesidir. Yüzünü güneşe çevirmektir gözlerini kapatıp, duymaktır sesleri içinden geçen. Üşüdüğünde, üzerindekilerine sarılmaktır bazen. Düşlemektir. Yol olmaktır, kendine varmak adına. Ve sevildiğini bilmektir Tanrı tarafından. Gülümsemektir ona...

Yakında sadece bir tepe görünüyor,arkasındaki manzarayı hiç bilmiyorum. Olsun bilmeyeyim. O tepeye çıktığımda geriye dönüp şimdiye kadar yürüdüğüm yola şöyle bir bakacağım. Selam vereceğim ve teşekkür edeceğim eşliği için ona.. Sonra da rüzgarı yanıma alıp, bulutların eşliğinde yoluma devam edeceğim, zamanın adı Ocakta, 2009 ‘da olsa...


28 Aralık 2008

Mutlu Yıllar Dileklerim..

Noel Baba, kırmızı iç çamaşırı kontrolünde...:)

Yıllar önce Coca Cola yılbaşı zamanı kendine reklam kampanyası yapmak isterken efsanevi Aziz Nikola ve hikayesini bulur. Aslı yeşil-beyaz olan kıyafeti, Coca Cola renkleri olan kırmızı beyaza çevirir, yanına da bir çuval Coca Cola koyar. Nole babayı böyle mutlu bir şekilde herkese Coca Cola dağıtan tosun bir amca yapar. O reklam oyle bir tutar ki, o zamandan beri her yılbaşı kendisi sadece kırmızı giyer.


___

Yaşlı, ak saçlı bir dede düşünün ve üzerinde 2008 yazıyor,
Yanında da bir bebek, Üzerinde 2009 yazıyor.
Slogan şöyle “Güle güle 2008, Hoşgeldin 2009”...
Bu görüntüyü yeni yıl sevinciyle anlamlandırabilen varsa, lütfen bir adım öne gelsin.

Bu yıl televizyonlarda 2008’in “gelmiş geçmiş” haberlerini sunacak anchormanler, mavi jean pantolon ve oduncu gömlek giysin istiyorum. Üzerlerinde de kazak, Kaya Çilingiroğlu stili atsınlar kazağı sırtlarına:) Ellerinde bir kadeh şarap olsun, iki haber arasında şerefeee desinler ekran karşısında..

Balina etli Sibel Can, kömür karası saçlı İbrahim Tatlıses ve yerli kabile kıyafetiyle Bülent Ersoy şaşırtsınlar bizi bu sefer. Üçü beraber, elektrik bogie yapsınlar mesala...


Evlilik programlarından birine, bir erkek çıksın o akşam canlı yayında... “Ben evlenmek için erkek bir aday arıyorum” desin, sunucu bunun üzerine iyi bir düğümlensin, gülelim biraz da...

Masanın ortasına konan, nar gibi pişmiş tavuğun olası boşlukları, lütfen süslenmesin maydonozla..

Saatlerce ekran başında beklediğimiz dansöz, asasıyla danseden o eski Nesrin Topkapı olsun zahmet olmazsa..

O gece de kar yağsın, daha supriz olsun sonra..

Kurtlar vadisi, 2008 ile o gece son bulsun ve “bunların hepsi şaka şaka densin” fragmanın sonunda..

Yılbaşı gecesi dakikalarca reklam izleyenlere de, aynen ödenmeli bence o para..

Tanrım! hediye çekilişinde, yine mum çıkmasın lütfen bana..

Blog yazılımı supriz bir şekilde gelişsin o gece, yorum yerine telesekreter mesajı olsa mesela... :)

Seneye görüşürüz esprisi , 2009 ile beraber yasaklansa...

Tombala kağıtları, ekonomik kriz nedeniyle 5 ytl’den değil, 1 ytl’den alıcı bulsa...

Gecenin sonunda, içki, yemek, çerez ve meyvadan yer kalsa biraz da tatlıya ...

Herkes sonunda yanındaki antenli Turkcell çocuğunun farkına varıp, gecenin bir yarısı o çocuğu bakkala yollasa alışveriş yapmaya..

“Hindistan’a gitmen için sponsor oldum sana , 2009 hediyen bu “ dese biri bana. Sonra da eklese “ Git ve mutlu ol orada..”

Ceplerimde 2008’de unuttuğum paralar, 1 Ocak 2009 itibariyle demir 1 ytl’den, kağıt 100 ytl’e dönse yıl farkıyla..

Kırmızı iç çamaşırlar var bir de,
Bunun gerçekten şans getirdiği oldu mu içinizden birine?


Günler geçer, yıllar devrilir böylece. Koca bir yıl biter. Geçen yıl, bitsin dediğim 2007, başlarken ne güzeldi 2008. Yeni yıl, yeni umutlar barındırır içinde. Aslında umut hep vardır ne zaman aydınlanırsa gece, güne- gündüze... Bu yıl da tarihlerin son rakamı, bir artarak değişecek çok yakında. İçimizdeki umut ve yaşam enerjisi hiç bitmesin dilerim. Farkındalıklarla dolu yeni bir yıl olsun. Yolculuklarımızda, sıkça mutluluklar durak olsun, hız versin ilerlememize. Hayat içimizden aksın, takılmasın dirençlerimize...

Kırmızı iç çamaşırlar satılır etrafta. Bilmez satıcılar nedenini. Adettendir diyenler çoğunlukta. Don giyen donanır mı yoksa ? Bu durumda Amerika ve Avrupa'da da yeni yıla kırmızı don giyerek girenlerin olması, don ile donanma kelime oyununu zayıf kılmaz mı?


Yoksa yoksa Noel baba gerçek bir çapkın mı?

Sadece şans getirmez kırmızı. Vucudumuzda enerji kanalları vardır. Her biri tekerlek gibi döner durur ve bize gelen- bizden çıkan enerjilere bir girdap gibi, kapı görevi görür. Hepsinin rengi vardır, temsil ettiği bir özelliği ayrıca. Kök chakra hayatın kapısı olarak bilinir. Doğum ve yeniden doğum noktasıdır. Kırmızı rengin titreşimi kök chakrayı aktive eder. Derki; canlan, hayata bağlan sıkı sıkıya, köklen toprağa.. Endişeyi, öfkeyi bırak, evrene güven ve doğ yeniden..

2009 kendi içinde toplanınca 11 rakamına ulaşır. 11 görsel olarak sadeliği ve dengeyi simgeler. Aynı zamanda 11’in çengelleri kapıya benzer. Bir yol görünür o kapıya giden..

2009 çok şey ifade eder, sayılardan oluşan görüntüsünün dışında... Her yeni gün gibi, kapı aralanır ve biz yeniden doğarız aslında...

Hepimizin yeni yılı kutlu olsun dilerim
Sağlıkla, mutlulukla, aşk'la...
....

24 Aralık 2008

Beyaz Rüya


Yemeğe oturuyoruz. Mavi, Gri, Turuncu, Kırmızı, Beyaz ve ben.
Gri’yi sevmiyorum. Huzursuz biri. Sanki her düşüncemin karşıt bir fikrini söyleyecek gibi, ellerini önünde kilitlemiş beni izliyor. Mavi huzur veriyor, ama masanın en uzak ucunda oturuyor kendisi. Turuncu’yu seviyorum, portakal kokuyor sanki, günlerdir benim ellerimin portakallarla oynaşmaktan koktuğu gibi. Beyaz’a bakıyorum. Ondan birşey istiyorum gözlerimle. "N'olur" diyorum, "anla beni". Kırmızı harika, sıcacık biri. İlk dakikalar onunla, çok iyi anlaşıyoruz. Sonra çok üşüyorum, ısıt diyorum kırmızı beni.

Uykumdayım. Herkesi yemeğe oturtmuşum. Ortada yemek yok ama misafirlerim var.

Gri konuşuyor. “Ya yetişemezsen derse”. “Lütfen, aklıma sokma bunları, daha ders saatine çok var “ diyorum. Bir yandan da, sinirleniyorum. Aklıma soktuğu huzursuzluk için kızıyorum ona.

Turuncuya dönüyorum. Ona portakalları anlatmak istiyorum, hani tanıdık birşey anlatırsam sever beni diye. Sadece gülümsüyor, bu düşüncemi hissedince. Portakal kokusu geliyor burnuma, o gülümsedikçe.

Üşüyorum bir anda, Kırmızıya dönüyorum, bana yakın olsun, ısıtsın beni istiyorum tekrar. Kırmızı, sadece kendini düşünüyor. Biraz bencil buluyorum onu, yanına yanaşıyorum. O sıcak ama ben hala üşüyorum .

Maviye bakıyorum. Bu misafirlerin arasında Mavinin huzuruna bırakamıyorum kendimi.

Beyaz bana bakıyor.”Biliyor musun” diyorum.” Canım çok süt istedi”. Tepkisiz bakıyor. Getirmeyecek biliyorum.

Bir tek Gri hiç yakışmıyor o masaya. Tüm düşüncelerimi yakalıyor sanki. İçten içe gülüyor. Kaşını kaldırıyor “Olmuyor Burcu, olmuyor” diyor. Bakıyorum. “Nesini beğenmedin “ diyorum. Aklıma bin tane huzursuzluk kaçırıyor sonrasında. “Yetişemeyeceksin” en baskın kaçıyor aralarında.

Yemek bitiyor. Hiçbirini iyi ağırlayamamışım gibi bir his çöküyor üstüme. Ne yedik onu da bilmiyorum. Masa da tabaklar var sadece.

Sonra çok üşüdüğümü hissediyorum. Sırtım üşüyor. Turuncu kokan ellerimi, başımın altından çekiyorum. Gri düşünceleri aklımdan siliyorum. Beyaz “Gel sıcak bir süt iç” diyor. Uykumdan uyandırıyor beni. Burnum akıyor. Ateşim çıkmış, sonra da üşümeye başlamışım belli ki. Yarım kalan mavi uykumu bırakıyorum, kalkıyorum. Kendime sıcak bir süt hazırlıyorum. Bir bakıyorum dışarıda kar yağmış. Beyaz, bembeyaz.

Kırmızı battaniyeme sarılıyorum. “Merak etme. benim olduğum yerde, gri olmaz” diye fısıldıyor Beyaz yanımda. Gülümsüyorum. “Saat kaç” diyorum. “Sabahın 6’sı “ diye cevap veriyor. Derse yetişebileceğim diye mutlu oluyorum. Ateşim düşmüş, biraz olsun ısınıyorum. Televizyonda gece izlediğim “Yemekteyiz” programının tekrarı olduğunu görüyorum. Sıcak sütümü içip, beyaz mendilime burnumu siliyorum. Dışarda hala kar yağıyor. Yılın ilk karına bakıp, rahatlıyorum.

23 Aralık 2008

Bu yazı sana...

Bu yazı, içinde kendini bulan ve okuyan herkese ithaf edilmiştir.
Yani sana...
Biri sana sarıldığında, önce onun kollarını gevşetmesini bekle..


Seni Sevmek, sevmek sadece. Böyle bazen içim şişer benim. Sarılasım gelir tüm sevdiğim ve özlediklerime. Bu duyguyu severim. Güçlendirir beni, yüreğimi genişletir. Herşeyde bulurum sonra seni. Güneş doğarken bulurum, batarken bulurum, kahve fincanından aldığım bir yudumda, uykumda, hatıralarımda, konuşmam bitince telefonumu kapattığımda. Suratsız komşularımla asansör sohbetlerini anlatırım sana, alışverişe gittiğimde neyin güzel ve ucuz olduğunu anlatırım, okuduğum kitabın cümlelerini duyururum sen duymasan bile, kahvemi içerken yanıma oturturum ve bol bol gülümserim sana. Aldığın hediyeye bakarken hatırlarım seni, bazen hiç olmadık zamanda düşersin aklıma. Bazen yüzünü bilmem ama hatırlarım bana hissettiklerini. Severim seni.

Yüzüne –cismine, paylaştıklarımıza değil, isminin yanına dostluk, arkadaşlık, sevgililik, tanıdıklık koymadan, sadece içimdeki varlığınadır sana olan sevgim. Hissettiklerim büyür, başkalarına yayarım senden sonra. Sonra herşeyi severim böyle böyle... Sen bunu bilmezsin belki de...

Seni sevmek, varlığın için teşekkür etmektir. Varlığını bildiğimde, güçlü olduğumu hissetmek ve herşeyi güzellikle başarabileceğimden emin olmaktır.

Seni sevmek, güzeli çirkini –iyiyi kötüyü bir bulmaktır. Hepsi aynıdır, hepimizin aynı olduğu gibi aslında..

Seni sevmek, kocaman yüreğinde yerimi almaktır. Mutlu olmaktır orada mırıl mırıl, sütünü bekleyen kedi gibi..

Seni sevmek, karşıdan karşıya geçerken elimi tut istemektir. Sen buna şaşırıp, 'ben yanımda biri olmadan, karşıya geçemiyorum' sansan da...

Seni sevmek, dinlemektir seni sadece. Anlamaktan ve hak vermekten ziyade, karşımda, olduğun ve hissettiğin gibi kendinle konuşmana tanıklık edebilmektir sessizce...

Seni sevmek, gönlünde misafir olarak ağırlanmaktır. En rahatından, en keyiflisinden ve kendini en evinde hissettireninden...

Seni sevmek, “bunu sana yaptım” “bunu sana aldım” derken, seni de mutlu etmek için delirmektir. Kendimi mutlu ederken, seni de kattım demektir.

Seni sevmek, başka bir katmanda tanıdık olduğumuzu bilmektir. Zamanların üstünde sevmektir sadece.'Kardeştik belki de' diyebilmektir.

Seni sevmek, konuşmalarımızın arasında aslında hiç söylenmeyeni keşfetmektir bazen. İçimi dolduran, yüreğime dokunan ve sözcüklere dökülemeyecek kadar gerçek olan...

Hatrımı sorduğunda, merak edildiğimi bilmektir. Seni sevmek, sadece sevmektir, senin öğrettiğindir bana.

Seni sevmek, çokca özlemektir, sen hiç bilmesende özlendiğini. Eğer hissedersen bil ki, kollarım her zaman açıktır sana aslında..

Seni sevmek, sana saygı duymaktır ve bazen önünde eğilmektir. Ruhunun öğrettiklerine, kişiliğine ve özündeki güzelliğe...

Seni sevmek, zamana bakmadan sevmektir bazen. Yıllara bakılır “bıktım senden” denir şakadan, ama her yeni gün, yeni başlanır sevgiyle, özenle arkadaşlığa...
Bazen o zaman kısacık gelir, ama tanışıklığımız kısadır sadece. Biz birbirimizin hayatında yokken bile, sevmişizdir birbirimizi sanki..

Seni sevmek, masallarında dolanmaktır beraber. Kime benzediğini bilmeden, belki de yanından geçtim az evvel...

Seni sevmek, çocuklaşmaktır çokca. Seviyorum seni, yine gülümsettin beni demektir attığım kahkahada... Başım okşanır, verdiğin bir cevapla..

Seni sevmek, boynundaki incileri sevmektir. Onların sana ne kadar yakıştığını bilip, o diziden bir inci olmak ve seni izlemektir tüm günlük koşturmanda..

Seni sevmek, gülerken üzerine düşerek, omzuna kafamı yaslayabilmektir. Senin kahkahanı da katmaktır kahkalarımın arasına...

Seni sevmek, kokunu hatırlamaktır. Bazen “o bunu çok severdi” diyebilmektir.

Var olduğunu bilmekten mutlu olmaktır. Orada bir yerde, ekranın başında, bir adım yada kilometrelerce uzakta, bazen de kelimelerin arasında...

Mutlu olduğunu bilip daha çok mutlu olmaktır adına. Aklıma düştüğünde, iyi dileklerimi yollamaktır alacağını bilerek, gülümseyerek...

Zamansızlığından yakınırken, yapabileceğim birşey olup olmadığını sormaktır. "Benim elimi, senin elin say" diyebilmektir, ellerimi-zamanımı- aklımı sana vermekten mutlu olmaktır rahatlaman adına...

Sana kısaltma isim takmaktır bazen, bazen de sana özel bir sevgi cümlesi uydurmaktır. İçimdeki isimsiz sadeliğine ulaşana kadar saçmalamaktır bazen. 'Canım' ve 'hayatım'dan başka...

Sarılarak gösteremem, anlatarak gösteremem, öperek gösteremem sevgimi... Bu kadar sevgi, gösterilemez bunlarla..

Seni düşününce, gülümserim ben. İçim ısınır, yüreğim genişler. Gözlerim dolar bazen. Varlığına şükrederim, güçlenirim. Hep orada ol dilerim, bir gün olur da orada olmazsan bile teşekkür ederim, yine de seni sevmeye devam ederim.

Seni sevmek, bu yılda – sonraki yıllarda da, yeni tanışmış yada tarih çok eski olsa da hep aynıdır aslında.. Sevgi bitmez, birkez yaşanıldıktan sonra..

Şimdi teşekkür ediyorum sana ...
Varlığın içimi doldurdu ve yine gülümsetti beni şu anda...
Kocaman sarılır, sen bırakana kadar da bırakmazdım seni
eğer olsaydın burada..

22 Aralık 2008

Yılın Son günleri, Kısa, Kısaa...


" Fikriye fik fik" şapkam

Aramızda Nutella sevmeyen var mı?
Atkı örmeyi uzun bulup, benim gibi boğazlık ören var mı?
Kar yağmasın diyen çıkmaz değil mi?
2009 ay takvimine göre, yılın dolunay tarihlerini merak edeniniz çıkar mı?

Dvd izlerken, portakal yemeyi alışkanlık haline getirdim. Önce portakalları bir güzel yiyorum, sonra kabuklarını eni 3’er cm olacak gibi uzunlamasına kesip, yuvarlayarak helezon yapıyorum. Sonra onları misina ipine iğne yardımıyla diziyorum. Bu hazineyi, buzlukta saklıyorum. Onlarla, istediğim miktara ulaşınca, ya hediyelik reçel yapacağım ya da kurutup ( kalıcı olma formülünü çözersem ) iplere karanfillerle dizip, balkon kapısına her geçişte sallanan kasap sinekliklerinden yapma düşüncesindeyim. Hesapladığım kadarıyla, sineklik için 300 tane falan portakal yemem gerekiyor. Bu gidişle C vitamini canavarı olabilirim ve böylece tüm kış, asla aksırıp, tıksırmam. Ellerim sarardı kabuklarla oynaşmaktan, bakalım başarabilecek miyim?



Yoga devam ediyor. Geçen hafta derslerimden birinin ilk dakikalarında, öğrenciler hareketler için bana baktıkları sırada, göz göze geldim hepsiyle ve ne düşündüklerini merak ettim. Şarkıcı hastalığı bu olsa gerek dedim içimden:) Bir korku ve endişe sarıyor insanı o anda. Sonra sonra, ben tebessüm edince, gülümsediklerini farkettim. O an yeni birşey daha deneyimlemiş oldum. Sizin yüzünüz, karşınızda gördüğünüz yüz ile aynı... Değiştirin o yüzleri.. Deneyin.. Gülümseyin..

Geçen akşam aile yemeğinde “Anne, Lazanyadan tatlı yapılmaz mı ?” diye sordum. Tam kadın cevap verecekti, Babam söze atılarak “Evde lazanyadan baklava mı yapacaksın, ne uğraşıyorsun git al Pastaneden ?” dedi gülerek :) 3 yıl önce de yalancı kestaneli pasta yapmıştım. Hem de kurufasulyeden.. Babama pastayı nasıl ucuza getirdiğimi, içindekinin kestane olmadığını söyleyip, "Neye benziyor tadı, ne sence" diye acaip birşey üretmişliğin verdiği mutlulukla sorduğumda, "Neyse ne, sen ne desen, biz bunu kestaneli diye yiyeceğiz mecbur" diyerek, yine aynı şeyi yapmıştı. Benimle kafa buluyor her seferinde.. :)

Yılbaşı ağacımızı zamansızlıktan henüz yerleştiremedik. Bu gelenek bizlerin hayatına nasıl yerleşti, bilmiyorum. Yılbaşı ağacı konseptine karşı "tutucu" bir tavrım olduğumdan değil, sadece sorguluyorum. (Gerçi bir yandan karşıyım da! yılın bu zamanında satışları patlayan plastikten yapılan o ağaçlar, o süsler kimbilir ne kadar çok üretiliyordur -gerçek olsalar, ağaçlara çok yazık / Ayrıca çalıntı bir gelenek- ince bir farkındalıkla düşünürsek) Ağacı hazırlarken dilek dilemek, umut beslemek ve ağacı görüp yeni gelen yılı karşılamak yeterli kalmıyordu içimdeki "ne amaçla hazırlanıyor bu ağaç" sorusunun cevabına.. Bir süslü ağacımız var zenginliği mi ? Avrupailik mi göstergesi ? Bunları düşünürken, Hindistan'da, aslında tarihi ay takvimine göre her yıl değişen ama genelde Kasım-Aralık aylarına denk gelen, Diwali festivali hakkında okuduklarım geldi aklıma. Diwali kutlamalarında, tüm evlerin dışı olabildiğince parlak ışıklarla, mumlarla süsleniyor. Tüm ülkede havai fişekler patlatılıyor, kız kaçıranlar, meşalelerle kutlama yapılıyor. Diwali zaten, ışık demeti demek.. Bu özel günde, varlık ve ferahlık Tanrıçası Lakshmi’nin evleri dolaştığı ve hediyesini vermek üzere en parlak evi seçtiğine inanıyorlar. Bu aklıma gelince, Noel baba’nında en güzel ve parlak evleri seçeceğini düşünmek işime geldi. Hem bizim evimiz 14.katta, çatı tepemizde, baca da yakın, gerekirse merdiven koyarım balkona Noel Babaa !!

Balkon diyince, balkonumu kış ayları için kuşlara kiraya verdim. Bayatlayan ekmeklerimi ıslatıp, plastik bir kabın içinde komşularıma veriyorum. Her sabah, balkona çıkıp tabağı boşalmış görünce yemeğini beğendiren ev sahibi tripleriyle mutlu oluyorum.


Modayı yakından takip etmem. Bana göre Moda; insanın kendine yakışanı giymesidir ama asla örtünmek değildir. Geçen Cuma, Yılbaşı partisi panosuna yazı kestirmek için Kızılay'a gittim. Tabelacı “bir saat sonra gelip alabilirsiniz” diyince, biraz sokakları turlamaya karar verdim. Lokman hekimden sağlıklı otlar aldım, ucuzculara ve tabi incik boncukculara uğramayı da ihmal etmedim. Allahtan a-metal alerjim var, sadece bir tane komik taç alıp, çıkabildim. Üstünde kırmızı bir tane düğme var kocaman.. Tacın, teli görünmediği için, kafama düğme dikilmiş gibi duruyor. Hemen takıp, gülerek dışarı çıktım. Bir yerde kahve içerek vaktimi doldurmaya devam ettim. Bir yandan da, kafamdaki tacımı çok seviyorum. Aynalara bakıyorum. Sanki bir anda havam değişmiş gibi hissediyorum. Çok ilginç birşey buldum hissiyatı içindeyim. Böyle bir mutluyum sormayın. Sonra, kahve içtiğim pastaneye 3 tane kız girdi. Hiç yalan söylemiyorum! Birinin kafasında mavisinden, diğerinin kafasında morundan, diğerininde de simlisinden vardı. Tacımı çaktırmadan çıkarttım. Çantama koydum. Bu bana yıllar önce yaşadığım bir olayı hatırlattı. Orta okuldaydım. Fosforlu bir montum vardı. Nasıl fosforlu anlatamam size.. Sınıfta siyah paltoların arasında, askıda gözünüze gözünüze sarı sarı parlıyor. Teneffüslerde, okulun her katından farkediliyorum böylee.. (Şimdi olsa hayatta giymem. Gençlik işte.. ) Bir gün fosforlu sarı montumun cebine ellerimi sokmuş, okuldan eve dönüş yolundayım. Eve dönüş yolunun üstünde bir kebabçının açılışı için, tam önümde arabanın içinden kodamanlarıyla İbrahim Tatlıses inmez mi? Beni farketmesi zor olmadı. Parlıyorum önünde... Biz göz göze geldik. Geçtik gittik. Aylar sonra radyoda, belki de ilk kez “Fosforlu Cevriye “şarkısını duyup, o gün ki karşılaşmamızdan dolayı bu şarkıyı bana yazmış olabileceğini düşünmüştüm. Tamam çok şapşalım kabul ediyorum:)

Şapka partisi geçen Cumartesiydi. Cuma akşamı elimde silikon tabancası ve demet çiçeklerin sarıldığı delikli, plastik malzemelerden kendime kokoş şapkası yaptım. Ödül almaktan ziyade, partide eğlenmekti amacım. Şapkamın ismini "Fikriye Fik Fik" koydum. İlk fotoğrafta neye benzediğini göreceksiniz. Nitekim, insanlar çok uğraşıp harika şapkalar yapmışlar. Fotoğrafları aşağıda görmektesiniz.

1."Aşk pınarından içtim" isimli şapkası ile Alev
2. "Ne Bu La" isimli şapkası ile Renay
3."Fikrim geldi" isimli şapkası ile Ejder
__

Sevdiğim diğer şapkalar ve Geceden seçmeler
Pastalar benden -Red Hat Chili Peppers -Uzay Bukalemunu


Şapkalar oylamayla seçiliyor. Herkes tek tek kalkıp, şapkalarının isimlerini söylüyor. Bu yıl, ödüller geyik konseptli t-shirt tasarımıydı. T-shirtleri tasarlamak çok eğlenceliydi. Ödül almadım ama hem şapkamdan, hem parti kuratörlüğümden dolayı çok övgü aldım. Övgü güzel birşey... Sevmek ve sevilmek gibi aynen... :)

Yılbaşı dileklerim çok yakında burada.
Mutlu bir hafta diliyorum hepinize..
.
Hiçbirşeyi takmayın kafanıza,
şurda yeni yıla kalmış sadece bir hafta..
*
Sadece şimdi
Yanaklarınıza birer düğme takın,
Dudaklarınızı da,
yukarıya doğru ilikleyin
o düğmelerden sonra...
:)

18 Aralık 2008

Bir AN'da mutlu olmak

AN, En minik mutluluk birimidir.

Bugün değişmeyi seçiyorum. Bugün, yürüdüğüm yola başka gözlerle bakmayı seçiyorum.

Korkularım, geçmiş karmalarım, endişelerim, mutsuzluklarım, bahane saydıklarım ve bazen de ismini kendi uydurduklarım. Hepsini yanıma aldım, toparladım. Onları elime alabilmem bile zaman aldı, öyle saklıydılar ki içlerde. Şimdi, yanımdalar benimle, bana düşman sandığım tüm duygularım. Kabul ettim hepsini, benden saydım varlıklarını. Kendimi kendimle barıştırdım...

İnkar etmek, bilmekten daha zor. İnkar etmek yorar, bilmek rahatlatıyor insanı.... İnkar; bile bile direnmek hayatın gözünüze soktuklarına ve bilmek; esnemek gibi kollarınla havaya kocaman açıp kollarını. Hepimiz öyle iyi biliyoruz ki aslında kendimizde olanları..

Yolculuğumun farkındalıkla başladı. Koca bir adımdı, adım adım farkında olmaya. Ben ne zaman bu kararı verdim, evren işletmeye başlattı farkındalık oyunlarını. Geçmişi ve geleceği sildirdi önce bana. Geçmişi sevdim, kabul ettim, bazen affettim kendimi. Gelecek endişem çoktu. Geleceğimi de düşünmemeye başladım eskisi gibi. Şimdiye çekmeye gayret ettim tüm algımı. İlk önce günü yaşamaya çalıştım. Gerçekten her yeni gün, yeni bir başlangıçmış dedim. Fakat gün, yine de bizim ürettiğimiz bir kavramdı. 24 saat, sabah, öğle, akşam... Bir gece, “Herşey anın içinde gizlidir “dedi bir kitap. Aklıma kazınan bu cümleden sonra, tüm farkındalıklarımı an’a çekmeye başladım. Şu an, şimdi şu an, şimdi de şu an diye gidiyordu zaman... Bir pişmanlık cümlesi vardır, bilir misiniz ? “Keşke, o an bunu yapmasaydım” diye geçer. Bir mutluluk cümlesi vardır bir de.. "Bir an'da mutlu oldum" deriz sıkça.. Bu cümleler çok önemli bir sır saklamıyorlar mu sizce de içlerinde ?

Şimdi an’ın değerini biliyorum. O kısa zaman diliminde algım olabildiğince, diri, şefaf ve net. An’ın içine yargı koyduğumda, bir sonraki an düzeltmeye çalışıyorum. Geçmiş dolduruyorsam an’ın içine, şimdideyim diyorum. Bir de gelecek kaygısı var, sıkça o an’ın içine soktuğumuz. Bir yıl sonra, yaz gelince, telefon çalarsa, ya gelmezse, bir saat sonra, ya sonra.. Hiçbirini bilmediğimiz hani, labirent gibi... Bunları düşünür bulduğumda hemen duruyorum, durduruyorum kendimi..

Aylardır bilgisayarımın üstünde bir post-it var. Bir tepe var, bir çizgi yukarıya bombeli – tepenin zirvesinde de bir bayrak asılı. Bazıları 'zafer kazanmak istiyorum ' diye böyle birşey çizdim sanabilir. Bazıları 'çan eğrisine' benzetebilir bunu. Aslında o tepe, benim kafam olur kendisi. Üzerindeki bayrakta, “Şu an” dır. Her baktığımda "orada tut kendini" diyorum, unutmuyorum. Çünkü tüm zaferler şu an’ın içinde gizli...

Evren için, bizim hayatlarımız bir anlık bir zaman dilimidir. Milyar yıllık yıldızları, yaşlı güneş sistemini düşünün. İnsan hayatının maksimum 90 yıl olduğunu düşünürsek, Koca evren için 90 yıl nedir ki ? O da şanslıysak eğer 90 yıl, bunun daha kısa olanları da var, değil mi?

O bir an’ı kendi sistemimizde uyarlamak gerekli. Ötelediğimiz herşey aslında farkındamısınız burada, şimdi. Şu anda vereceğiniz her karar, sizin geçmiş hayatınıza ve geleceğinize etki edecek. Bir barışma, geçmişinizi hafifletecek, geleceğinizi aydınlatacak. Bir “keşke’yi” silebilmek, bir “iyiki’ye” yer açacak. Bir iyi niyet, yarınınıza güzellik katacak. Bugün aşka kapıları açmak, yarın kalbinizde misafir ağırlayacak. Hayatın tüm katmanlarına kadar değişim, burada, yapmamız gereken sadece şimdi ona karar vermek...


İsimlerimizi unutalım. Hafifleyelim mi biraz? Hayat rollerimizi unutalım. Öfkeleri, endişeleri, mutsuzlukları da silkeleyelim üstümüzden ve çıkartalım hepsini doldurduğumuz yüreğimizden, severek yanımıza koyalım. Belki, gözlerimizi kapayalım. Bastığımız, bize hayat veren toprağa kök salalım bir anda. Farkında mısınız, ne kadar güvendeyiz aslında? Sonra, uzanalım mı gökyüzüne, bulutlara belki de? Bu hisle genişleyelim. Ruhumuzu genişletelim her nefesle, ışıklarla donatalım içimizi de şöyle güzelce. Bizi çevreleyen hava, cigerlerimize çektiğimizden çok daha fazla etrafımızda, hissedelim, mutlu olalım bu zenginliğe. Şu an’da kalalım. Manzara çok güzel değil mi? Yüzünüze rüzgar esti mi? Peki güneş var mı sizinde gökyüzünüzde?

Şimdiye kadar, sormadık, ne istiyorsun – ne değiştirirsin diye kendimize. Eskilerle boğuştuk, gelenlerle savaştık, söylendik, geleceğe baktık, bekledik belki de. Ama şimdi karar verme zamanı. Bakış açımızı değiştirme, değişme ve aslında yenilenme. Şifa zamanı şimdi, yaşamın tüm katmanlarına, kendimize varmaya çalışırken adımladığımız o yola, şimdi,.. şu anda...

Şu an’ın içine serpelim tüm dilekleri, kararları, sevgiyle. Birazdan kuşlar gelir, onları alıp taşırlar bizim yerimize. Önce geçmiş zamana yol alırlar, topraklarımıza ekerler tohumları, sonra geleceğe uçarlar sevgimizi taşırlar büyüyen köklere, gübre niyetine....

Geçmiş yok, gelecek yok.
Herşey şimdi, şu anın içinde,
geçmişte –gelecekte...

Değişime karar verdiyseniz, dilekleriniz de hazırsa
şimdi adresi veriyorum hepinize...

Sıfır noktası
zamanın en minik köşesi,
kafanızın tepesi,
Tam burası,
şimdi / Turkiye : P

fotograflar : 1 / 2


15 Aralık 2008

2008’in son toplu Fotoğrafı..



Cheese : İngilizce de Peynir..
Fotoğraf çekilirken gülümseme amacıyla söylenen söz..



2008’in son toplu fotoğrafı çekiliyor.
Haydi gülümseyin..
Cheeseeee...


Kırık mutluluklar zamanı değil bu zaman. Kırık mutluluk yoktur. Mutluluk doya doya yaşanır. Doyulur. Mutsuz muyuz? Değiliz. Peki neyiz ?

Zaman durmuş. Neye durmuş, kaça kaç var. Kaçı bekliyoruz. Evet ! Yeni yıl geliyor, onu bekliyoruz. 1 Ocakta hepimizin hesabına fazlasıyla para, alabildiğine sevgi yatıcakmış, duyurulur. “Amann Önce Sağlık olsun” diyoruz bunu duyunca. Doğruyu söyleyin, uzar yoksa burnunuz...

Aslında arıyoruz. Ne aradığını bilmeyen, hiçbirşeyi bulur. Hiçbirşeyi bulduk belki de. Hiçbirşey aradığımız şey değil bir de, onu biliyoruz. Boşuna düş panosu yapmıyor insanlar. Ev resmi koyuyor, para görüntüsü yapıştırıyor, bir de sevgili ekliyor köşeye... Çünkü düş kurmayı unuttuk. Önümüzde olsun da, düşleyelim diyoruz o evi, o arabayı o sevgiliyi. Bakıp bakıp düşlüyoruz. Kapatmıyoruz gözlerimizi, görmek için kurduğumuz düşleri...

Ben bazen pozitif konuştuğumu sanırken, negatif konuştuğumu görüyorum. “Hayat güzel” diyorum mesela.. Demek ki inancım, hayatın ısrarla güzel olduğunu telkin ediyor bana. Sözcüklerin bile ying-yang dengesi var. Sözcüklerimize tutuna tutuna bir hal olduk. İç sesinizi alalım bir zahmet... Öyle diyor iç ses, dış ses müdahale ediyor yok yok böyle... Kime inanalım? İç sesimizdeki inançsızlığımıza bakalım belki de... Onu sesli ikna etmek yerine, anlayalım.

Sevgi sevgi diye tutturuyoruz. Ne kadar karşılıklı seviyoruz. Matematiğe oturmuş gibi, 3 aldım -5 verdim, 2 ileri – 3 geri.. Sevgi çok başka birşey değil mi sizce de? Bu alış-veriş niye ? Başka bir yerde sevgi.. İçte, kalpte, varoluşumuzda gizli.. Kim sizi seviyor? Kim sizi sevsin istiyorsunuz? Peki siz kendinizi ne kadar çok seviyorsunuz.

Korkuyormuyuz? Buna “Hayır” deriz aslında hepimiz. Ama korkağız işte. Geleceğimizden korkuyoruz. Parasız kalmaktan, ekonomik krizden, kaybetmekten, aldatılmaktan, sevilmemekten, yaşlanmaktan belki de yanlızlaşmaktan. Korkalım hadi... Ne işe yaradı bu şimdi... Hayatımız, risk analizlerini tutmakla ve önlem almakla geçiyor. Önlemimiz canlı, diri diri; Korku ismi... Korkarak önlem alıyoruz. Yarın ne olur? Hangi matematik hesabı tuttu yarına dair ? Cevap veriyorum: Hiçbiri.. O zaman nereye gitti yaşadığımız gün, şimdi....

Bahanelerimiz nasıl? İkna edemiyoruz kendimizi. Ama, Fakat, Çünkü. Dirençlerimiz aslında onlar bizim. Dolabım dağınıksa, bende kapatıyorum kapaklarını, sonra bakıyorum her yer temiz, düzenli. Dolabın kapağını aç, ama –fakatları at, düzelt orayı ne olur sanki..

Bazen sorular geliyor önümüze, güvenli dediğimiz hayatımızın tam orta yerine... Herşey bu önlem alma refleksimizden ortaya çıkıyor. Ne vardı da, şimdi bu soru önüme geldi ! Tüm düzen, tüm tek düzelik bozulacak mı yani şimdi ? Soru varsa, cevabı da gelir, bir türlü beceremiyoruz ki herşey şu evrende gizli....



Sabredemiyoruz sonra. Annem hep derdi “Armut piş, ağzıma düş”... Hemen hemen hemen !!... Ne için hemen ?... Yok olmaz HemeN ! Bir süreç var tik takların dışında ilerleyen, bi dinle, bir ak onunla...

Anlaşılamıyoruz sonra. Onaylanmıyoruz. Yine korkuyoruz aslında. Sevsinler bizi, herşeyimizle eğrisiyle - doğrusuyla. Aferini bekliyoruz, harikasını, sen en iyisini yapmışsını.. Hayatta kaç doğru vardır. Dünyadaki tüm insanlar kadar doğru mevcuttur. O zaman anlaşılmak yerine, yaptığımızı öncelikle kendinimizin onaylayamaması niye....

Rollerimiz var sonra bizim. Nasıl iyi oynuyoruz. Suflore ihtiyacımız yok. Görev tanımlarımızı koyuyoruz kendimizin ve diğerlerinin. Kendimiz başrolde, başkaları yan karakterler. Diğerlerine laf atıp duruyoruz. Yapmıyor!, olmuyor !, böyle yapıyor ! diye diye. Aslında diğerleri de aynı oyunda kendi rollerinde ve kendi hayatları için başrolde. İzin vermiyoruz. İçimizdeki yönetmen hortluyor niyeyse...

Çok biliyoruz sonra. Çok bilince, çok bilir mi oluyoruz ? Hala sözel ikna yöntemlerini kullanıyoruz, kendimizi, başkalarına ikna etmek için. “Sen Yap ta görelim” dese biri... En kötüsü kendimizden örnek veriyoruz, kurtarmak için bilmişliğimizi. Dibine de ekliyoruz “Sen al işte buradaki örneklemeyi”.... “Yapmak ve bilmek” sık sık tekrar ediyorum bu iki kelimeyi. Bilen herkes yapmıyor, bir tek onu biliyorum çünkü.

Pişmanlıklarımız var. Onu yapmasaydın, buna şöyle bir lafımı söyleseydim, ah keşke onu hayatıma sokmasaydım.. Olmuş bitmişe pişmanlık neye yarar. Oyunun o kısmı geçti, bitti. Gülümse hadi...

Neye sahibiz hiç bilmiyoruz. Hala maddi dünyanın yüküyle, yarışıyoruz. Bunun adı rekabet. Aslında hiç bilmiyoruz ki, sahip olduklarımızı bilmek en büyük marifet. Bir araba sizi götürür ama bir inanç sizi uçurabilir. Bir evin içinde yaşarsınız, daha iyi bir evin içinde daha iyi yaşarsınız. Oysa bu bedenin içinde, hep yaşamaktasınız. Bu düşünceleri kullanmakta, bu ruh ile varolmaktasınız. Zenginlik nerede ? Ne bırakacağız peki bizden geriye?

Öfkeliyiz sonra. Burnumuzdan soluyoruz. Haklısın mı alırdınız? Anlıyorum seni mi? Neden öfkelisin' e ne dersiniz... Öfkelenen biz, öfkeyi yaşatan biz, onu yaratan yine biz. Durun !... Bakın ! ... Neyi hazmedemediniz.?

Sevmiyoruz sonra. Aynı herkesin aslında belgesel izlediği gibi... Çok seviyoruz insanları, hayvanı, böceği... Sevgi ne gerçekten bilmiyoruz. Yok ki benim diğerinden farkım. Yok ki senin, ötekinden fazlan. Sevgi burada. Aynılıkta. Hoşgörmekte. Bir olduğumuzu bilmekte. Özümüzde...Onu görmekte...ve gerçekten sevmekte... Olanı biteni, çirkini- güzeli, iyisiyle kötüsüyle....

Bir vicdanımız var ki evlere şenlik. İyi niyet üstümüzden akıyor. Yardımseverlikte bir numarayız. Modern hayatın pinokyolarıyız. Merhamet denen şey sanki diğer adımız... Aslında hepsi, “biz böyle olmayalım, bu hallere düşmeyelim” diye Tanrı ile gizli anlaşmalar. Hepimiz aynı yerde yaşıyoruz, aynı gökyüzü ve yeryüzü arasında. Hayvanlara zulum edilmesin diyen kaç kişi var? Peki Kaç hayvan eziyet edilerek öldürülüyor bir yılda? Çocuk yurtlarını kaçımız ziyaret ediyoruz. Dünyayı kurtaralım derken, plastik poşetlerle eve gelip, şişeleri ayrıştırmayanlardanız. Evde saksıda çiçek yetiştirip, "onlarla konuşuyorum ben" demeyi herkes biliyor sonra...

Hayatı; aldım, verdim ben seni yendim diye görüyoruz. Dürüst değiliz hiç... Sevgimizde, işimizde, ilişkimizde... Dürüstlüğü sözel birşey sanıyoruz. Dürüstlük çok kalpten gelen bir erdemdir. Sevgide, saygıda, görevini yaparken, dokunurken bile belli eder kendini. Sade ve yalındır, alengirli değildir bunca. Aslında biliyor musunuz aldığımız, verdiğimiz ve yendiğimiz hep kendi gölgelerimiz..

Mutlumuyuz.. Değiliz. Gelsin birisi bizi mutlu etsin istiyoruz. Birşey olsun çok mutlu olalım. Mutsuzda değiliz, tatminsiziz. Ama birşey olsun çok mutlu olalım biz yine de... Olun..Olalım..Ne engel bize...

Bugün bir kızgınlıkla bu yazıyı yazmış değilim. Aksine bir rahatladım ki sormayın. Lafım size de değildi. Kendimeydi. Zaten burada yazan herşey kendime. En altında “Duydun mu kendi kendini” yazıyor aslında, siz bu yazan kısmı görmeseniz de, her cümle bir genelleme gibi görünse de gözünüze...

E şimdi ne olacak Burcu, bu yazı nereye gidecek diyenlerinize....

Ben bu oyunu sevmiyorum artık. Kendi oyunculuğumdan da şikayetçiyim kendime... Şimdi duruyorum. Duruyordum da ne kadar zamandır, farkında değildim. Bende mi gariplik var diyordum. Yokmuş. Sistem down oldu. Şimdi makina bir dinlensin. Elektrik bünyeden çıksın. Acelem yok. Biraz dinleneyim.

1 ocakta bankama yatacak para ve alabildiğine sevgi ve.. vee... ile birşeyler yaparız artık. Tabi önce Sağlık olsun. Sağlık; bedende ama en önce ruhumuzda ve algımızda olsun.

2009’ta bu banka hesabıyla kral olur muyum dersiniz?... Kendimin kralı... Sağlıklı kral... En kral...

Yeni yılda başlayacak oyunun adını biliyorum bir tek...
Aldım, verdim, ben kendimi yendim..
Kral olarak kendimi yeneceğim.
Beklerim efendim...



12 Aralık 2008

Benim Yerime Konuşanlar

Olmayacak şey istiyorsun:
Hissetmeden yazmalıymışım..
Peki sorarım sana;
Doğurmadan emzirilir mi?
~ Goethe ~


Merdivenleri çıktığında, düşünceliydi. Bayram ziyaretini sorguluyordu belli ki... Bu ziyareti zorunluluk anlamından çıkarmaya çalışıyordu içinde... Kapı açıldığında, bir yıldır görmediği uzak akrabalarından biri gülümseyerek kapıyı açtı. Salona geçildi, sohbetler edildi, hal hatır soruldu, nokta yerine gülümsendi çoğu zaman.. Aslında onlar hakkında hiçbirşey merak etmiyordu. Görüşemedikleri dönem içinde olan biten hakkında merak ettiklerinin, ne kadar umurlarında olduğunu düşündü. Görüşmek, aslında bu kadar da zor değildi. Ama sonuçta kan bağı bir yere kadardı ve ilişikte olmak için neden bulunamayınca, bunun adı bayramdan bayrama görüşmek oluyordu sadece... Daha fazla sorgulamadı.. Arasıra bana dokundu elleriyle... Genelde düşüncesini dağıtmak istediği zamanlarda elini üstümde hissettim. Sonra eli çenesine kaydı. Ona hep eşlik ettim. Bazen sallandım, bazen parmaklarının uçlarından düşündüklerini dinledim. Ben Burcu’nun ametist küpeleriyim.

Sabah zor uyandı. Yatak odasından çıktığında, gece geç yatıp, uykusunu almadan çalar saatle uyanmayı sevmiyordu. Banyoya girdi. Yatak odasına geçip, hazırlandı. Sonra yanımdan geçti. Görebildiğim kadarıyla kahvesiyle beraber kendine tost hazırladı. Sessizlikte kahvaltısını yaptı. Bayramın üçüncü günüydü ama bugün vermesi gereken bir dersi vardı. Birazdan, benim farkıma varacak ve beraber yola koyulacaktık. Kahvaltısını bitirince, son hazırlıklar için mutfak, banyo ve yatak odası arasında dolaştı. Sonra beni gördü. Yoga matıyla, cd kutusunun olduğu çantaya soktuğu gibi beni, arabayla yola çıktı. Studioya indi, öğrencilerle bayramlaştı. Müzik setine 3 cd yerleştirdi, play’e bastı, matını açtı, beni büyük hoparlerin birinin üstüne koydu. Tüm dersi o köşeden izledim. Beni hatırladığında dersin sonuydu. İçmek için doldurduğu alkalinli sudan bir yudum aldı, kapağımı kapattı. Ben Burcu’nun kırmızı su matarasıyım.

Eve geri dönmeden, yol üstünde kendine bir kahve ısmarlamaya karar verdi. Kahvesi elinde, boş masalardan birine oturdu. Çantasından beni çıkardı. Kahve içerken, bir ritüel gibiydi buluşmamız her defasında.. Kahvesinden bir yudum aldı. Uzaklara daldı. Belli ki, düşündüğü birşey vardı. Birazdan anlarız dedim. Çantasına elini attı, bir kalem buldu. “Bugün birşey öğrendim” diye başladı yazısına... Kahvesinden bir yudum daha aldı. Beni kucağına alıp, devam etti yazmaya.. Ben Burcu’nun mor kapaklı akıl defteriyim.

Her gece buluşuyoruz. O mu bensiz, ben mi onsuz yapamam bilmiyorum. Onun için ne anlam ifade ettiğimi bilmiyorum. Ama elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Benimle beraberken mutlu oluyor genelde.. İçinden geçenlere aracıyız ben ve arkadaşlar sadece... Bazen, zor oluyor ritmi yakalayarak buluşmamız, ama aynı sabırla bekliyoruz olduğumuz yerde.... Mesala ben A harfiyim, bende B... Burcu, buraya “merhABa” yazarsa yan yana gelebiliyoruz. Diğer arkadaşlarımızla klavyenin üstünde yer alıyoruz. Bazen yazamıyor, uğraşıyor, bazı gecelerse bitmiyor mesaisi bizimle... Biz Burcu’nun bilgisayarının klavyesiyiz. Şimdi anlatmak istedi bizi kullanarak, size.. Aklından geçenleri, yazmasına neden olmamızı istiyor belki de... Hala deniyor, olmuyor, siliyor, Merhaba yazarak başlıyor her seferinde...

(Birkaç kez küpeme dokundum, düşündüm. Sonra yanımda duran mataramdan bir yudum su içtim. Mor defterimi açtım, tekrar kapattım. Klavyedeki doğru harfleri aradım, ama bulamadım. )

Bugün yeni birşey öğrendim aslında. Biraz şaşkınım. Çünkü, tam herşey kontrolümün altında dediğim bir anda, bunun duraksama ve durduğun yerden aynı şeyi görmek olduğunu anladım. İlerlemek için dürtüldüm. Vurup vurup, açılmayan kapılardan geriye döndüm.

Bugun yeni birşey öğrendim. Melekler söyledi. Hala anlamaya çalışıyorum. Bilginin bile bünyede hazmedilmesi ve enerjiye dönüşmesi gerekiyor. Bekliyorum. Düşünceli hallerim, bir yandan da bugün öğrendiklerim ve kelimeye dökemediklerim..

Ben Burcu’nun yazma isteğiyim..
Ve üzgünüm ki, buraya şimdilik sadece bir MerhABa yazabileceğim..


05 Aralık 2008

Süpriz Hediyeler Dükkanı


kabakular var da, nazikkulak niye yok
gerçekdışı var da, gerçekiçi niye yok

mor marmara mermeri" var da, "mer marmara mormoru" niye yok...
baston var da, tizton niye yok
absoulut mandrin var da, perhaps orange niye yok
lord of the rings var da, queen of the neckless' niye yok
tutkal var da, defolgit niye yok
vantilatör varda, 2tilatör niye yok.
salsa varda, tutsa niye yok
microsoft var da, macrohard niye yok
kadınbudu köfte var da, erkekkarnı börek niye yok
bolluk var da, para neden yok ( saçmalama cümlesi olarak kabul edilmişti)
Jay Jay Johanson" var da, " John John Jason" niye yok...
ayşekadin fasulye var da, hasan amca patates niye yok.
ajdar var da, panzehiri niye yok
!!

Geçen bayramdı. Böyle başlamıştı oyun.. Evde, bayram geçirmeye hazır 4 arkadaştık. Tatil planı şöyleydi, bayramın ilk günü el öpme ve ziyaret faslını bitirip, sonraki günler beraber takılacaktık. Birdenbire çıktı, oyunun adını "O var da bu niye yok" koyduk. İyi bir oyundu. Artık devamlı düşünür olmuştuk. Kelimelerle oyun oynuyorduk, gülüyorduk.. Saçmalamak serbesti. Sabah uyanan, gece aklına geleni patlatıyordu kahvaltı masasında, Dvd de görüntüyü dondurup, tuvalet molasından gelen yeni bir eklenti yapıyordu oyuna, tabela okuyup aklına yeni bir sözcük gelen arabada arkasına dönüp, cümlesini söylüyor, oyunu devam ettiriyordu. Oyun o bayramın bitişiyle bitti. Ben hala oynuyor buluyorum kendimi bazen, başka şekillerde de olsa..

O var da bu niye yok sorusunu ciddi ciddi sorduğum zamanlarda oluyor. Genelde dükkan dolaşırken bu soruyu soruyorum. Şu atkıya, bir de bere monte etselermiş. Atkı var da, bere niye yok.. Şu buz kalıplarını, elmas şeklinde yapmadılar. Kare şeklinde var da, elmas şeklinde niye yok. Bazen bu sorularıma kendimce çözümler ürettiğim oluyor. Geçenlerde bir arkadaşıma mektup atacaktım, “Niye bu zarfların daha eğlencelisini yapmıyorlar “diyerek, ofis store’dan çıktım. Evde dergilerden birininden güzel bir sayfa kesip, zarf ebadında katladım. Adres yazılacak yere beyaz bir etiket yapıştırdım. Pek hoş oldu. Mektubu alan arkadaşım, özellikle zarfı görünce çok eğlendiğini söyledi.

Böyle suprizler yapmaya bayılıyorum. O varda bu niye yok oyunum hala sürüyor bir şekilde aslında.. Hediye vereceksem, alınabilir şeyler seçmektense, ben böyle birşey yapıyım diyorum. El emeği hediyeler yapmayı seviyorum. Bazen çok fena çuvallasamda, yine de alanı mutlu ediyor.

Yıllar önce, arkadaşım Özge için yılbaşı hediyesi olarak vereceğim bir poster ile başladı bütün eğlencem.. Ona The Cure posteri almak için muzik marketlerde dolandım. Sonra istediğim gibi bir poster bulamayıp, evde bilgisayarda kendim birşeyler yapmaya karar verdim. Çok güzel bir fotoğraf buldum. Fakat bir anda aklıma bir fikir geldi. Çok eğlenerek yaptım. Hediyenin içine de bir not iliştirdim. ”Sen, benim gözümde bu grubun bir elemanısın.. İyi yıllar” diye.. Özge hediyeyi aldı, teşekkür etti. Birkaç gün sonra telefon etti, “Burcu, şimdi çerceve yaptırdığın Cure posterine bakıyorum da, bunlardan biri çok fena bana benziyor “ dedi.. Gülümsedim.

Supriz yapmayı seviyorum. Özel günler için alınacak bir sürü hediye yerine, daha eğlenceli yeni birşeyler üretebilmek... Bir arkadaşımın doğum günü için bir sepet dolusu kurabiye yapmıştım. Çin restoranında çantama attığım chopsticklerin üstüne kalpler ve iyi dileklerimi belirten notlar yapıştırıp, sepete saplamış, bir de renk renk kurdelayla süslemiştim sepeti.. Sepetin içine annelerin anaokulda yaptığı gibi ev yapımı limonata koymuştum. Doğum günüydü ve işe gittiğinde arkadaşlarıyla paylaşır diye düşünmüştüm. Peki bunu nasıl vereceğim dedim sonra.. “Al bunu sana yaptım” diyerek uzatmak olmazdı. Annesini aradım, işbirliği yaptım. Gecenin bir yarısı arabasının yedek anahtarını, o farkında olmadan annesinden aldım. Arabanın arka koltuğuna balonlar arasına sepeti koydum. Bu da yetmedi, otoparkta duran arabasını 4 rulo tuvalet kağıdıyla sardım. Alttan ruloları atıp, üstten çevirerek sarmaladım. Her gece sitede dolaşan güvenlik görevlileri de, benim bu hoş suprizim için arabayı rulolarla dolamama yardım etti. Ayrıca, yardımları dışında, diğer nöbetçi arkadaşları da uyaracaklarını –sabaha kadar arabaya bakıp birşey olmayacağı sözünü de verdiler. Onlarda suprizin parçası olmaktan mutluydular. Sabah olduğunda işe gitmeden erken kalkıp, olay mahallinde saklanarak pusu kurdum. Arkadaşım işe gitmek için çıktığında yapabildiğim kadarıyla makinemle yüzündeki o şaşkın ve kızgın ifadeyi kareliyordum sessizce, hatıra niyetine... Anlamamıştı, sinirliydi. Kötü bir şaka sanmıştı bunu.. Belki de sabah sabah işe geç kalacağım korkusu sarmıştı. Tüm ruloları temizleyip, çöpe attğında arabanın içinde de birşeyler olduğunu gördü, şaşırdı. O gün doğum günüydü. Arabayı bindi. Muhtemelen çok sevindi. Sepeti kucağına aldığında, saklanarak yaklaştım, kapıyı açıp yanına oturdum. Ondan daha mutluydum. Çünkü çok eğlenmiştim.

Benim böyle supriz hikayelerim çoktur. Çalışmak zorunda olmayıp, keyif için iş yap deseler "Suprizler dükkanı" açıp, supriz tasarlamak isterdim insanlara... Onlardan daha çok eğlenirdim eminim.



Bir gün televizyonda beraber program yaptığım iş arkadaşım sevgilisine evlenme teklifi edeceğini söyledi. Ama alalade bir şekilde bu teklifi etmek istemediğini de belirtip, benden yardım istedi. 3 gün düşündüm üstüne.. Sonra, kukla tiyatrosu yapan bir arkadaşımdan yardım istedim. İnek, kostumuyle bir oyuncu ayarlayabildik. Fakat bu heyecanın içinde olmak istediğimiz için, bizde kukla kiyafetleri edindik. Ben tavşan kılığındaydım. Popomda kocaman bir ponpon vardı. Damat, üzerinde elma olan bir ağaç oldu. Elleri havada duruyordu. Ben, inek ve ağaç hep beraber kızın işyerine gittik. Gitmemiz bir komikti. Arabadan indiğimizde, herkes maskelerini taktı. Asistan çocuklardan birini, şöför ve cep telefonu kullanıcısı olarak olaya dahil ettik. Yürüyerek şirketin içine girdik. Asansörde bize bakıyorlar, gülüyorlar, biz heyecanlanıyorduk. Şirketin kapısını çaldık. İnek bey, danışmaya kızın ismini söyledi. İçeriden insanlar kafalarını uzatıp, anlamaya çalışıyordu. Sirkten kaçmış gibiydik. Ben zıplıyor, İnekle şakalaşıyordum. Bir tek ağaç, öylece kolları havada duruyordu. Kostümün içinde heyecan vardı, biliyordum. Kız danışmaya geldi. Bir an aptallaştı. İnek, elindeki çiçekleri kıza verdi, dizinin üstüne çömeldi ve elini öptü. Çiçeklerin üzerindeki notta "Seni çok seviyorum" yazıyordu. Sonra İnek, peluş cebindeki mini playerdan düğmeye bastı. Yoncimikten “Bandıra bandıra ye beni” çalmaya başladı. Tabiki ikisinin özel şarkıları bu değildi :) Amaç tamamen şaşkınlığı arttırmaktı. Bandıra bandıra ye beni çalıyor, biz inekle dansediyor, kol kola giriyor dönüyor, ara sıra donakalmış ağaca popo atıyorduk. Herkes şaşkındı, gülüyor kıza bakıyordu. Şarkı devam ederken İnek bey, kızın elinden tutup, masasına doğru götürdü. Cep telefonunu aldırdı. O sırada, şarkının bir yerinde "bu mesajları yollayacaksın" dediğimiz asistan çocuk şirketin kapısının önünde işareti aldı ve damadın telefonundan kızın telefonuna “Benimle evlenir misin” mesajini attı. Kız mesaji aldı, gülümsedi. Sonra bir mesaj daha geldi. “Şimdi cevabın evet ise, ağacın elindendeki elmayı al - Hayır, ise teşekkür edip onları ormanlarına yolla”. Kız yine şaşkın gülümsedi. Durdu, düşündü. Bize teşekkür edecek diye çok korktuk. Etraftakilerde bu durumu anlayıp, gülümsediler. Sonunda gitti, ağacın elinden elmayı aldı. Herkes alkışladı. Kızı da dansımıza kattık. Şarkı bittiğinde kostumlerimizi çıkardık. Herkes birbirine sarıldı. Kız bizi görünce şaşırdı. Ağaç damat, heyecandan mı,yoksa kostümden midir nedir hayli terlemişti..

Biliyorsunuz yeni yıl geliyor. Büyük bir bayram tatili de yeni haftayla başlıyor. Bu yeni yılda suprizler için, beynim yine fırıl fırıl çalışıyor. Tüm bayram, yapabileceğim minik suprizler planlarını düşünüp, uygulamaya geçmek için sabırsızlanıyorum. Yukarıda anlattığım gibi büyük organizasyonlar yapamayabilirim. Ama bir şekilde minik suprizler hazırlayabilirim, el emeği göz nuru... Yine çok eğleneceğim planlarım var.

Sizde sevdiklerinizi unutmayın dilerim. Onlara yeni yıl mektubu yazın. Kendi ellerinizle özel minik kurabiyeler yapın.. Atkı örün.. Sizin üzerinizde görüp, sevdiği birşeyi onlara hediye edin.. Kapısına minik bir not iliştirin.. Evdeki çiceklerinizden, bir kaç yaprakla hediye edebileceğiniz yeni bir saksı oluşturun.. Olmadı, minik bir akıl defteri alın, içine not düşün. Seni çok seviyorum diyin. Hediyelerinize kendinizden birşey katın, süpriz yapın..

Mutluluk çoğaldıkça büyür. Yeni yılı, çoğalarak karşılayalım. Noel babalara değil, dostluğa ve sevgiye olan inancımızı yeni yılda daha çok besleyerek, verdikçe çoğalarak, eğlenerek..
Kimbilir, belki size de supriz yaparım, belli mi olur.. :)


fotoğraflar:deviantart

02 Aralık 2008

Görmek için, Gözlerini kapa.

Mutluluk, senin için önemli olana yakın yaşamaktır ..


Yabancılık hissiyle dolu bir aysın sen Aralık.. Biten bir yılın, tüm ağırlığını taşıyorsun. Bir yandan biten ve başlayan ne diye soruyorum, anlamsız geliyorsun. Diğer yandan, üzerimde 11 arkadaşının birikmişleri.. Hangi birini anlatsam ki, nasıl olsa bitti geçti..

Bir yerde durmak üzere, deviniyor bu ay herkes. Aslında hareket eden kim o da belli değil. Herşey mi çok hareketli, biz mi hareket edeniz.. Sormamak gerekli...

Elle tutulur şeyler değil, anlatacaklarım. İçimizde bizden iki kişi. Kış uykusuna yatmak istiyor biri ve yeniyi karşılamak üzere parti çoşkusuna geçmesi gerektiğini düşünüyor bir diğeri.. Kış uykusu için herşey çok hızlı ve yoğun geliyor bünyemize, kapatamıyoruz gözlerimizi. Partiye hazırlanmak adına, çoşku yok, bulunamıyor. İnançsız belki bu kutlamanın öncesi her ikisi..

Aralık, düşündürüyor ama düşünmüyoruz aslında. İçimizde bakılması gereken duygular taşıyoruz. Ne zaman, kafamızı içeriye uzatsak bir fırtına kopuyor orada, duruyoruz. Açıp bakamıyoruz, uzun zamandır onları taşıdık her yere, bırakamıyoruz. Bu temizlik, gelecek bahara da yapılabilir diyoruz.....

Yorgun bedenlerimiz, hep koşupta varmak istediğimiz yere ulaşamanın verdiği bir bıkkınlık taşıyor. ( Pardon sizin nereyeydi yolculuk? )

Kar yağdı mı diye, her sabah baktığımız manzara bizi mutlu etmiyor. Kar yağsa ne iyi olacaktı. Bu da bahanemiz aslında, içimizde o çoşkuyu yakalamak adına. Hava karanlık, biz havayı değiştiremiyoruz. İçimizde de aynı kasvet duruyor yerli yerinde bizde de, içimizde, öylece..

Beynimiz dolu, biz buna koca bir yılın yorgunluğu diyoruz. Ekonomik krizi, işimizi, çocuklarımızı, yoğunluğumuzu, küskünlüklerimizi ama en çokta değişen olaylara karşı görüşümüzü değiştirmemenin tembelleğini bahane ediyoruz alt satırlarda aslında..

Hastayız sonra. Belimiz “Dikkat” diyor. Grip, yatağı gösteriyor. Biz hiç dinlemiyoruz.

Yüzümüz somurtuyor. Kış geldi diyoruz, uykusuzum, yorgunum.. Ama aslında biliyoruz ki içimiz somurtuyor.

Evimizi, kalemizi özlüyoruz. Bu havalar insanın içine dönüp, kendini dinlemesi için gerekli diyoruz. Halbuki kaçıyoruz, saklanıyoruz o kalenin içinde, kendimizden dışarıya, görünmemek adına aynalarda...

Astroloji bu ay enerjiler yoğun, Merkür yaklaştı, Jupiter uzaklaştı diyor. Tamam diyoruz, ondan bizim Aralık ruh halimiz.. Herşeyin nedeni üstümüzdeki gezegenler ve şu üzerimize bulanan gri enerjiler..

Yorgunuz sonra. Uykulardan, yorgun uyanıyoruz. Bazen uyanmaya neden bulamıyoruz. Belki, uykumuzda düşünmekten yoruluyoruz.




Geçecek biliyoruz tüm bunlar..Hepsi geçecek. Ne zaman belli değil, ama geçecek daha önce geçtiği gibi...

Zamanın bölünmezliğini anlamış biz büyük çocuklar, içimizdeki kendi çocuk ruhumuza baktığımızda yeni yılın gelişini hissetmek istiyoruz aslında. Ama büyümüş halimiz izin vermiyor, kocaman olduk, büyüdük ya..

Aralık ayını sevmek zorunda değiliz. Ama yeniden başlamak zorundayız.. Yılın son günlerinde, ne yaşadık diye muhasebe yapmayın.. Öyle bir hesap kitap sistemi işleyebilseydi keşke.. Yeni yıldan istediklerinizi listelemeyin.. Sadece 12 ay, 365 gün için dilek dilemek anlamsız gelmiyor mu size de..

Şu ana bakın... Şimdiye, bugune... Yorgunluğunuzu bırakın ve altındaki tüm bahaneleri de.. Aslında bugüne, günün içinde yeni olana hazırlıklı olun. Gün yeni, siz bugün yenisiniz, dönen sadece sayılar... Her an yeni birşey oluyor. Her an yeni birşey olmakta, yaratılmakta.. Bugün bir cümlenizi bile değiştirebildiğinizde, evrende yeni bir şey yaratıyorsunuz. Dün ağladığınız şeye bugün bakıpta gülümseyebildiğinizde, evrende gülümsüyor sizinle .. Sadece bugün bazı şeyleri halletmenin zamanı aslında. Direnmenin, gizliden reddetmenin ve karşı koymanın yorgunluğu belki de yaşadığımız.. Hep bu öğretildi bize farkında mısınız? Biriktir, sakla, lazım olur sonra...

Bugün onlara kucak açıp, barıştığımızda, onları gerçekten sevdiğimizde, direnmediğimizde, bıraktığımızda ve sevgiyle uğurladığımızda yer açacağız. Tüm eski zamanlara, bugüne, geçirdiğimiz an’a ve yarınlarımıza katman katman şifa vereceğiz aslında. Gün yeni, şu an yeni..

Kış mevsimi güzeldir. Soğuktur. Isınmak ister insan.. Sıcak olan herşeye neşeyle yönelmenin zamanıdır kış. Sıcak bir çayın, sıcak sohbetlerin, sıcak hayallerin, sıcacık gülümsemenin ve en önemlisi kendimize sarılıp, ısınmanın zamanıdır şimdi.. Aralık güzel bir aydır, yılın yorgunluğunu taşımaz, yeni olanın gelişine sığınmaz ve biliyor musunuz hava da soğuk değildir aslında... Herşeyi daha iyi görmek için, şimdi gözlerini kapa..

fotograf: deviantart

01 Aralık 2008

Shiraz, Bidon ve İskender






SHİRAZ
8 yaşında/ İran kedisi / Dişi
(Takma adları : Hümeyni, Cadoloz, Shirshop, Topik, Tosik, Minnok,Kızıım..)


Kendisi ismi gibi, Shiraz şaraplarının Shiraz ismi verilen üzümlerine benzer. Keyif verici ve biraz mayhoş.. Onu anlatmaya bloglar yetmez. Minikken yüzüne otobüs çarpmış gibiydi. Onu ilk gördüğünde Sibel Can’a benzetmiştim. Kocaman gözleri vardı. Küçük bir kuş kafesindeydi. Ağlıyordu. Kucağıma alıp sevdim. Bıraktım işe döndüm. İş çıkışı yine gittim, yine sevdim. Sonra bir baktım ki, eve getirmişim. O zamana kadar kedi sevdamı herkes biliyordu. Fakat evde tüy istemeyen ve bir süre sonra bakımı ona kalacağından emin olan Annem faktörü yüzünden, buna hiç cesaret edememiştik. Küçükken, kedileri sokaktan toplayıp, ayağımda sallarmışım. Gözlerine de tülbent örtermişim uyusunlar diye... Arkadaşlarımın kedilerine çok baktım o zamana kadar... Hepsini de benimmiş gibi çok sevdim. Eski arkadaşlarımın, isimlerini unuturum. Ama kedilerin hiçbirini unutmam. Bilgisayarım, kedilerimin ve kedi modellerimin fotoğraflarıyla doludur.

Shiraz eve geldiğinde Cankuşumuz hala yaşıyordu. Cankuş dilbaz bir muhabbet kuşuydu. Kedi sevdamı dindirmek için aldığım ilk ev hayvanı Cankuş, evimizin neşesiydi. Ondan da bahsetmezsem olmaz. Aldığım gün, Annem yine salonda istemedi Cankuş’u. Ben minik odamda 3 ay Cankuş ile beraber yaşadım. Oda kümes gibi kokuyordu. Ama bu, onu sevmeme hiç engel olmadı. Minik Cankuş, sabahları güneşi görünce başlıyordu ötmeye... Uçuk mavi ve beyazdı rengi.. Elime alışmasını sağlamam zor olmadı. Sonra odada uçmaya başladı. Biraz eve ve bana alışınca, ona “Artık Türkçe öğrenmelisin” dedim ve bir kaset doldurdum. Kaset 90 dakikalıktı. 90 dakika “Can kuş, cici Kuş, Seni çok seviyorum ,Canım, Aşkım, Babacım, Annecim, Burccuu” sözlerini tekrar ettiğinizi düşünün.. Sanırım, maymun dinlese o kaseti, o bile öğrenirdi. Ben evden çıkarken, kaseti playe basıyordum, böylece Cankuş’un eğitimi başlıyordu. 2 haftada konuşmaya başladı. Bunu ilk farkeden babam oldu. Sonra Cankuş, salonun en güzel köşesinde böylece yerini haketti. Birtaneydi o.. Tüm gün salonda uçar, üstümüze konar, kirpiklerimizle oynar ve devamlı “Seni çook seviyorum, Cici kuş” derdi. Annem ona “İyi Bayramlar” demeyi öğretmişti. Bayram olmasa da, hep bayramlaştık kendisiyle.. Komik anılarımız oldu. Annem o kadar çok severdi ki Cankuş’u.. Üzerimize konup, seni çok seviyorum dediğinde “Kızım sende cevap ver, alınır hayvan” dediği olmuştur. Bir yaz Cankuş'u da alıp, Dikilideki yazlığımıza gittiğimizde, bir süre dışardaki kuş seslerinden dolayı konuşmayı unuttu. Babam bu duruma çok üzüldü. Ankaraya döndüğümüzde, Arkadaşımız Burak’ın hint bülbülü bir süre bizde misafir olmak zorunda kalmıştı. Onu başka odaya koyduk ki, Cankuş kıskanmasın diye.. Bir gün babamı, Hint bülbülünün kafesindeki oyuncakları çalarken gördüm. Şunları söylüyordu. ”Kardeşsiniz siz, biraz Cankuş oynasın söz getirip, koyacağım bunları kafesine”..


Shiraz geldiğinde, o 7 yaşındaydı. Shiraz onu henüz anlayamasa da, aslında hayli ilgiliydi. Shiraz ne zaman Cankuş’a yaklaşsa, uyarıyorduk “şştt O abi, sakın aklından bilr geçirme " diyorduk kaşlarımızı kaldırıp. Cankuş, Shiraz 1 yaşına geldiğinde doğal yollardan öldü. Hepimiz gizli gizli çok ağladık. Onu, ağaçların altında, arkadaşlarının seslerini duyabileceği bir yere pamuklar içinde gömdüm..


Shiraz, ilk birkaç yılını vukuatsız geçirdi. Uslu, tüylü ve kucakta...Hiç kaçmadı, hiç üzmedi. Sonra ev değiştirdik. Yeni bahçeli evimiz, genlerindeki vahşiliği ortaya çıkardı. Dışarda kedi gördüğünde, sinirlenmesiyle ünlendi. Annem yaz günlerinde terasta gazete okurken, onu tasmasıyla bağlayıp bahçeyi gezdirmeye alıştırdı. Bahçede artık


onun alanı olmuştu. Geçen kedileri, tasmasının uzunluğu kadarıyla yakalamaya çalışıyor, sinirleniyordu artık. Yan komşumuzun kurt köpeğinden, daha iyi koruyordu bizim bahçeyi.. Rahmetli dedem, onu tasmayla terasta ilk gördüğünde anlayamayıp, bana sormuştu “Köpek mi bu, tasması var" demişti. Shiraz, birkaç kez evden firar etmeye kalkıştı. Kaç kez, pijama - terlik peşinden koştuğumuzu bilmiyorum. Birgün, Shiraz koşuyor, ben koşuyorum, yetişemiyorum. Sonra birden parketmiş bir arabanın altına girmeyi akıl etti, fakat sokakta öyle bir pratiği olmadığı için kafasını lastiğe tosladı. Bundan istifade yakalandı bizim tüy yumağı.. Çok hastaydı bir ara.. Şeker tanısı koydular minnoşuma.. O süreçleri çok zor geçti. Veterinere gittiğimizde, korkudan kazaklarımdan içeri girmeye çalışıyordu. Bir de bir bayram tatilinde kısırlaştırmıştık onu.. Tüm tatil yattı. Ben ne zaman odadan çıksam, miyavlardı. Duygu sömürüsü hep banaydı. Şımarık, hırçın ama çok tatlıdır Shiraz.. Kedi gibi kedidir. Sabahları annemin kolunu yalayarak uyandırır, Babamın koltuktaki yanlarına yerleşerek uyumayı sever. Ablam ve ben evden ayrıldığımızda, odalardan biri onun oldu. Odasında çift kişilik yatağı ve tavan pervanesi bulunmakta.. Benimle beraber apartman katında, dışarıya çıkmadan yaşayamayacağı için yanıma alamadım Shirazı.. Ama her hafta görüyorum. Her gördüğümde, o hoşlanmasa da öpüp kokluyorum onu.. Bana hep yan gözle bakıyor"kızgınım sana" der gibi.. Kendi evimde bazı geceleri uyanıp, Shiraz’ın miyavlamasını duyduğum oluyor.

(-Sihraz'a olan aşkımı anlatan ilk yazım "Sahibini arayan Kedi" -)



BİDON
4 yaşında /Birman / Erkek
(Takma adları : Bidok, Bidullah, Bidoş, Oğlum...)

Bidok ablamın İstanbuldaki kedisi.. Babasının pehlivan ebatlı bir Birman olmasından dolayı Bidon koyduk ismini.. Ablam Shiraz’ı Ankara’da bıraktıktan sonra, kedi sevdasını dindiremeyip Bidon’u evlat edindi. Bende bu sayede teyze oldum. Bidon ile çok iletişim kurabildiğimi söyleyemem. Kendisinin miyavladığı da görülmemiştir. Ablam onu aldığı zaman, bir hafta başbaşa zaman geçirdik. Ürkek, ama çok iyi kalpli bir kedi kendisi.. Sosyal fobisi olduğu için, evde birisi varken kumuna girip kakasını yapabiliyor. O yüzden ablam tatildeyken, bir arkadaşı Bidon’a bakmaya geldiğinde mutlaka yapılacak o kakayı da bekliyor. Şehla Bidok, en çok röntgencilik oyununu seviyor. Bu oyun banyoda geçiyor. Masa üstünde oturmak favorisi.. Su içmeyi pek sevmiyor. Bir ara testesteron hormonu eksikliğinden dolayı tüyleri dökülüp, kelleşti. Gay olduğundan şüphelendik. İlaç kullandı. Tedavi sonunda doktoru, yeni tüylerinin sağlıkla uzaması için traş olması gerektiğini söyledi. Çizme giymiş, memeleri sarkmış, koca kafalı bir kedi olarak dolaştı. Bu halini Serdar Ortaç’a benzetselerde, biz hep “Çok yakışıklısın, aman da ne yakışıklıymış” diyerek, moralini yüksek tuttuk. Sonunda düzeldi. Hala, ablamla beraber İstanbulda yaşıyor. Onu çok seven teyzesinin ne zaman aklına şehla gözleri gelse, diğer yandan da dişleri de kamaşıyor özleminden....





İSKENDER

Kavuniçi yanaklı Su kaplumbağası / Tam yaşı bilinmiyor -5 olduğu varsayılıyor../ Erkek
(Takma adları : İskoş, İstoş, İstop, Tosbik, Obur, hoop beyfendi.. )

İskender bir deli oğlan.. O, Bir AB projesinin elden ele dolaşıp, sonra ofiste bakılan kaplumbağasıydı. Arkadaşım İrem, onu çok iyi eğitti. İrem ile her sabah, laptop üzeri yürüyüşler, balık akvaryumuna girip, dibe dalma ve lepisteslere selam verme oyunlarıyla büyüdü. Korkusuz, söz dinler bir kaplumbağa oldu. İrem’in projesi bitmeden, bir –iki tatil süresinde, onu bizde misafir ettik. Proje bitip, İrem İstanbulda iş bulunca, onu almaya talip oldum. İskender geldiğinde mutluydu. Çünkü bu daha çok yemek, her zaman daha kalabalık demekti. Çok oburdur kendisi. Meyve yemeyi sevmiyor. En sevdiği yemekler: Poğaça, üzüm, zeytin, mısır, ton balığı... Kendi yemi dışında, çevrede biri yemek yiyorsa, tum akvaryumunda sıkı bir kulaç çalışması yapıyor şapada şupada..ver verrr diye diye... Vermezseniz, o yemeğin keyfini sürmenize imkan yok. Şimdi salonda yemek yenirken, akvaryumunun önüne paravan koyuyoruz. Onu, "Beyefendiii, Bu kadar obur olursan, sığabileceğin büyüklükte akvaryum bulamayacak, sonra da Suleyman Demirel’in kebabçısındaki kaplumbağa havuzuna yetim olarak vermek zorunda kalacağım seni” diye tehdit ediyorum. Nitekim gerçekten, büyüyor. Umarım, onu bir şekilde sığdırabiliriz bu evde..



Her sabah uyanınca, İskender ev gezmesine çıkıyor. Önce pencere kenarındaki yastığının üzerinde, ellerini kollarını uzatıp güneşe karşı meditasyon ve streching hareketlerini yapıyor. Sonra koltuktan aşağıya korkusuzca düşüp, boynunu uzatarak ters yüz olan kendini doğrultuyor. Biraz turluyor salonda.. En sevdiği yerler, karanlık kuytu koltuk altları.. Daha küçükken girebildiği aralıklara, şimdi hamburger boyutuna geldiği için giremiyor. Ama inatla, toslaya toslaya girmeye çalıştığı bir hali var ki, her sabah eğlencemiz bunu izlemek oluyor. Sonra acıkıyor ve salonda oturan beni bir şekilde buluyor. Minik minik gelerek, artık yürüyüşünün bittiğini söylüyor. Çok evcimen ve sıcakkanlı kendisi.. Boynunu sevdirir, gülümser. İki günlük bir tatile çıkmıştık.Döndüğümüzde suyu pislenmiş ve onu hareketsiz halde bulduk. Ben bu görüntünün üzerine ağlamaya başladım. Gözümün önüne binbir hatıra düşüyor, ben ağlıyorum. Yarım saat yanında ağladım. Sonra birden kafasını kaldırdı. Ben hareket ettiğini görünce, bir de mutluluktan ağladım. Meğer, biz onu terkettik diye depodan yememek adına rolantiye almış kendini.. Biraz da Şakacı gördüğünüz gibi..


İskender, şimdiye kadar gördüğüm en kişilikli ev hayvanı.. Kendisinin nasıl bir insan olabileceği bile gözümün önüne geliyor. Tuttuğunu koparan, büyük cüsseli ama küçük kafa ve ince boyunlu.. Çirkin ama çok tutkulu :)

29 Kasım 2008

Gecenin Solak Sayıklamaları

Canon AE1/2006/Bodrum


Ağaç olmak, yol olmak, yediğin yemek olmak, baktığın şey olmak, karşında sevdiğin insan olmak, pozitif olmak, mutlu olmak...

Ve Yol almak....

Kimsin sen? Nereye koşuyorsun? Peki ne olmaya çalışıyorsun.. Başarılı olmalısın, sağlıklı olmalısın, kazanmalısın ve yaşamalısın...

Bugün arkadaşına tavsiye ettiğin o evrensel bilgiyi, sen uygulayabiliyor musun?

Kaç kütüphane kitap taşırsın aklında... Bir sürü bilginin kölesi gibi yaşar durursun. Hangisini tam bilirsin peki?Hangisini uygularsın?

Düşün bakalım bugün ne konuştu ağzın, karşılığında ne söyledi yüreğin... Sızlandın, söylendin, sitem ettin de tüm bunlarla, evrene bir tohum daha attığının farkında mısın?

Yapmaktan ve olmaktan bahsedebilirim bu yazımda. Herşeyi yapmaya çalıştığımızdan, olmayı bir türlü beceremediğimizden. Bir uygulamanın, bin bilgiye değer oluşundan bahsedebilirim. Yazımda bilgiyi uygulamak için her gün diet listesi gibi, farkındalıkla düzenli bir şekilde uygulamaya çalıştıklarımı da içine katabilirim....

Bilinçsiz bilgiler ve bilgililer çağından bahsedebilirim. Televizyon aptalını, reklamlarla nasıl kandırıldığımızı yazabilirim, bir ay önce gündemdeki konuşmaların neden unutulduğundan, sokakta çevremizi kirleten tabelalardan, gazetelerden, kitaplardan, internetten, sözcüklerin kirlettiği alanlardan girebilirim yazıya.. Çok şey bildiğini sanmakla, bilinçlice bilgiyi kullanmayan- uygulamayanlara da yazımda dem vurabilirim...

Sözcüklerimizden bahsedebilirim. Aslında sözcüklerin enerjisiyle neleri hayatımıza çağırdığımızdan, neler yarattığımızı evrene attığımız o sözcük tohumlarından...

Pozitif olmaya çalışırken, negatifte kalmak hakkında yazabilirim. İkisininde aslında aynı olup, bu oyunun parçaları olduğunu, asıl amacımızın başka olduğunu anlatarak...

Yoga sayesinde deneyimlediğim ruh, beden ve nefes bütünlüğünden bahsedebilirim ve hepsini birbirine yetiştirmenin zorluklarını yaşadığımı da yazıma katabilirim.

Sadeliği yazabilirim. Doğayı kıskandığımı anlatabilirim. Sadeliğe nasıl ihtiyaç duyduğumuzu. Sahip olduklarımıza sarılırken, aslında ne kadar korktuğumuzu...

Yeni yılın gelişini yazabilirim. Hayatı zamanlara bölmenin manasızlığından bahsedebilirim ve alt metinlerde sinyaller verebilirim aslında yeniye dair ister istemez oluşan hayallerimin varlığından...

Son zamanlarda hayatın bana çektiği sınavlardan bahsedebilirim, aldığım derslerin içimdeki notlarını yazabilirim ve sorularıma yazımda cevap arayabilirim.

Meleklerden bahsedebilirim sonra. Hayatıma tesadüflerle giren, dostluk-arkadaşlık ilişkisinden / ilişikte- yan yana olmaktan öteye, eski hayatlarımızda tanıdık olmakla, mucizelerini, içime işleyen dokunuşlarını, yaptığımız yolculukları da anlatarak...

Son zamanlarda yediğim yemeklerden bahsedebilirim. Tariflerden öteye, yemeklerin taşıdığı enerjiyi – şifalarını arttırarak aslında yemeğe olan saygı ritüellerinin nasıl yapılacağını da baharat gibi yazımın içine katarak....

Kedilerim Shiraz, Bidon ve konuşan kaplumbağam İskender’den bahsedebilirim size olmadı, onlarla kurduğum dostluğu ve tüm paylaşımlarımızı anlatabilirim, içinizi de biraz ısıtarak...

Son bir ayda yaşadığım asansör dialoglarından bahsedebilirim. Komşuluk kavramını öldüren asansörde, başımdan geçenleri anlatabilirim. Başlığı da “Bizim apartmanın sakinleri” koyabilirim mesela..

Patlamış mısırların tam patlarken fotoğraflarını çekmek istediğimden bahsedebilirim. Bir imkansızı, fotoğraflayabilirim yazımda.. Onlar tam patladığı anda tencerenin içinde yağa bulanmış olarak kendimi nasıl bulduğumu, objektiften gördüğümü, neden heyecanlandığımı, anlatabilirim hayal ürünü o kareyi...

Sonra hayatı kolaylaştıran olumlama oyunlarından bahsedebilirim, okuduğum kitaptan, dinlediğim şarkıdan da alıntı yaparak...

Nlp çalışmalarında kullanılan sözsüz iletişim ile ikna çalışmalarından bahsedebilirim, yazımda kendimi sözcüklerle ikna etmeye çalışarak, anlatmaya çalışırım.

Son zamanlarda yaptıklarımdan bahsedebilirim sonra... Bloğun yan sütununda her hafta değiştirdiğim güncel olayları biraz geniş tutarım..

Hiçbirşey yazmasamda olur aslında... Bu geceyi de yine komşu blogları okuyarak geçirebilirim, yazıların içinde kendimi düşüncelere dalmış bularak...

Herşeyden bahsedebilirim, ama en kötüsü işte böyle kararsız kalıp, başlayamamak..
En güzeli yazma işini bugünlük askıya alıp, konuşan içimi susturmak..
Sonrada gidip, bir güzel uyumak...

24 Kasım 2008

Günü anlamlı kılan tüm Öğretilere ve Öğretenlere...


Geçen yıl 25 Kasımdı. Annem ile günlük rutin telefon konuşmalarımızdan birini yapıyorduk. Annem her telefon konuşmamızda olduğu gibi cilveli değil, soğuk ve mesafeliydi.

Ne oldu Annecim, ne bu ses ”dedim şaşırarak.
Dün aramadın beni” dedi aynı sitemkar tonda.
Duraksadım. Anlayamadım bir an...

Dün Öğretmenler günüydü Burcu, bir arayıp kutlamadın beni” diye ekledi.
Aniden cevap vermiş bulundum.

İyi de Annecim, sen benim hiç öğretmenim olmadın ki”...



"Öğretmenler sadece kapıyı açarlar, içeriye kendiniz girmelisiniz.”
Çin atasözü

Not alarak sınıf geçmediğimiz bir öğrencilik değil mi Hayat? Bize her yeni gün birşey öğretmiyor mu öyle ya da böyle... Hepimiz yolculuğumuzda yeni yeni deneyimlerle karşılaşıyoruz.

Her yeni gün öğreniyorum. Bugün düne göre, kendim hakkında daha az bilgiye sahip olduğumu görüyorum. Buna rağmen, aynı tutkuyla yürümeye devam ediyorum. Kim olduğumuzun hiçbir ayrıcalığını hissetmeden, bu yolculuğun sadece kendi içimize varma yolu olduğunu biliyorum.

Karşıma bir şekilde çıkan, hayatıma giren, beni kendimle yüzleştiren, ışıklarını yayan, aynaları içime tutmamı sağlayan, öğreten ve büyütenlere,... yaşadığım tüm olayların öğrettikleri için evrene,... sana, diğerlerine, herkese ve herşeye teşekkür ediyorum. Hepimizin öğrenciyiz aslında. Bazen öğrenen, bazen de öğrenirken öğreten.. Tüm hayat hocalarıma, sevgiyle...

videoyu, buradan da izleyebilirsiniz.

20 Kasım 2008

Burada mutlu bir AğaÇ yaşıyor ..

Burada, tam burada
kocaman, mutlu bir ağaç yaşıyor olsun.......

Bob Ross



Ben seni izlediğim zamanlarda çok küçüktüm. Evde hepimiz, ekranın karşısına oturur, bir kaç fırça darbesiyle neler yaratabileceği izlerdik. Yaptığın manzaradan çok, seni ve yeteneğini takdir ederdik. Ben sana hayrandım o yaşlarda..

Gerçekten orada kocaman bir ağaç olurdu. Dallarından yayılırdı yeşil, sarı yapraklar.. Manzaranın en güzel köşesinde, gerçekten mutluydu o ağaçlar...

Güzel sanatlar fakültesini kazandığımda, sadece çıplak model çiziyorduk. Yüksek tavanlı atolye hep soğuk olurdu. Biz, kesik parmak eldivenlerimiz, HB kalemlerimiz, boğazlı kazaklarımızla şovaleye mandalladığımız beyaz sayfaların önünde durur, tek gözümüzü kısıp kalemle ölçü alır, çizim yapardık. Modeli insan olmaktan öteye çizimle, çizerek tekrar bulmaya çalışırdık canvas sayfalarımızda.. Bu bacak ne kadar uzun, omuz enlemesine iki baş ölçüsünde, peki gögüslerin bittiği nokta, kollarla hizalanınca nereye düşüyor diye sorardık. Üç kez bakıp, bir çizer, kalemle ölçülerimizi kağıda dökerdik. Model ise, yanında duran elektrik sobasıyla ısınmaya çalışır, karıncalanan kollarını hareket ettirmemeye uğraşır, uzaklara dalar ve belki de kendi düşünceleriyle çıplaklığını örterdi. Arkadaşım Nihal, modeli x-ray gözleriyle görüp, diz kapaklarının içindeki kemiklerine kadar çizerdi. Hep A alırdı. Soner, Picasso gibi tek çizgide işi bitirirdi. Ben, hep kalemimle araştırırdım. Desen, bir sürü çizginin arasından, beyazlar içinde çıkardı. Modeli hepimiz farklı farklı çizerdik. Tüm çizimlerin tek benzerliği, hepsinde modelin mutsuz görünmesiydi.

Çalışmaya başladığımda, hep mutlu tasarımlar yapacağımı sanmıştım. Çalışma hayatımın ilk aylarıydı. Müşterimiz, Urfalı Abdülcemal bey ilk hayal kırıklığını bana yaşatan oldu. Marmaris’e yaptırdığı otel için, ajansımızdan katalog tasarımı istemişti. Kataloğun kapağı için 4 gün uğraşıp, kendi ellerimle bir illustrasyon yapmıştım. 4 mevsimde güneş- ay, deniz ve gökyüzü vardı içinde.. Abdülcemal bey, çalışmayı gördüğünde benim kadar mutlu değildi. Önce, altın kaplama saatini kolunda şıkırdattı, o an boynundaki altın kolyesi gözümü aldı. Sonra elini cebine atıp, tok sesiyle “E biz kocaman havıız yaptırdık bu otele Burcu hanımm, kapakta da havıız olsun, de mi ?”.. dedi. "Ama..... " ile başlayan bir sürü açıklamam havada kaldı. İllustrasyonu atıp, kapağın tam ortasına lök gibi havuz fotoğrafını yerleştirdik, otelin beş yıldızını da üstüne yapıştırdık, katalogları Urfa’ya gönderdik. Ajans zengin oldu, Abdülcemal bey, mutluydu..




Sonra sorularım başladı. Yaratırken benim mutlu olmam mı yanlıştı? Sadece, karşımdaki kişiyi mi mutlu etmeliydim? İki tarafında mutlu olabileceği bir çözüm yokmuydu?
.
Büyüdüm, sormaktan vazgeçtim. Mutluluklarımı arka cebime doldurdum. Farkında olmadan yaptığım işlerle mutlu ettiklerime, sadece gülümsedim.

Fotoğraf çekerken mutlu oluyorum şimdi. Çocuk kitabının metinlerini yazarken, arkadaşlarıma hediye diye birşey tasarlarken, kekin üstüne pudra şekerinden şekiller çıkarırken, deniz kıyısından topladığım taşları boyarken mutluyum. Arzu’ya doğum günü suprizi için, bir saatte şişirdiğim 50 balonu düşünürken mutluyum, geçtiğimiz yıl şapka partisinde ödül alan “yaşayan ağaç”. isimli şapkama bakarken mutluyum.

Yaklaşık 3 yıldır ise bambaşka bir mutluluk var hayatımda. Bu benim yeni keşfettiğim bir yaratım süreci. Hayatın oran orantısını düşünmeden, not alacağım kaygısını duymadan, beğendireceğim kimse olmadan, kendimi çiziyorum. Model benim – çizende benim. Oturduğum yerden kendime bakıp çiziyorum. Bazen benden görüneni çiziyorum. Bazen doğru çizdiğimi sanarak kendimi yanıltıyorum, farkına varıyorum. Bazen, aslında öyle olmasını istediklerimi çiziyorum, siliyorum baştan alıyorum. Bazen, sadece çizmek istiyorum kendimi, anlamak için diğer beni. Bazen gülüyoruz beraber, ama genelde beraber öğreniyoruz birbirimizi. Her zaman, biribirimizin arkasında yer alıyoruz, hangimiz öndeyse- geride destekliyor diğeri.. Biri benim yansımam, diğeri ise o yansımanın içinde olan... Biri Burcu, diğerinin Brajeshwari ismi..

İki kız çocuğu var o görüntü de... İkisi de çok mutlu... Ellerinde birer kalem.. Birbirlerini çiziyor, düzeltiyor, var ediyorlar. Okuduğunuz sayfalarda onlar. Burada, işte tam burada. Kelimelerin içinde, virgüllerde, başlıkların dibinde..

Tombul bulutlar dolaşıyor mavi gökyüzünde... Manzarada yeşil dağlar, minik tepeler var. Kediler koşuyor, kaplumbağa ağır aksak yürüyor, güneş parlıyor. Diğer komşu blog çocuklar ise oynuyor çevrelerinde. Bob Ross’un çizdiği O kocaman, mutlu ağaç ise onlarla beraber büyüyor. Şu anda da birbirlerini çiziyorlar aslında ikisi de, kalemleri ellerinde, bu yazının hemen üstündeki o kocaman ağacın mutlu gölgesinde...
.
.
Bu yazı, Sevgili Beenmaya’nın kendi blogunda beni mimlemesi üzerine yazılmıştır.
"Şimdi bu oyunu bitirip, isim-yorum oynayalım, ne dersiniz?
.
Üniversite yıllarından beri The Cure severim.
Hediye ettim tüm sevenlerine..