31 Aralık 2009

Biterken...




Seni sevemedim 2009...
Bana verdiklerin ile aldıklarını düşünüyorum, kırgınım...
Kandırdın beni... Kandım belki de...

Yoluma iyilikler koydun önce, yılın ikinci yarısında "onlardan daha iyi bunlar" diye yeni seçenekler sundun... ve Ben daha iyiyi seçtim. Dietiydi belki de yaşadıklarımın... İyi ve güzeli haketmiştim kendimce...

Güzel insanlar tanıdım. Güzel dostlarım olduğunun farkına vardım bu yıl..Kayıplar verdik, biraz eksildik ama fazlasıyla kenetlendik... Her şerefe kadehinde isimlerini andık, asla gitmediler hep bizdeydiler...

Biraz daha büyüdüm sonra bu yıl... Artık git-get aklım yerine, otur ve düşün aklımı kullanmayı öğrendim.

Hayatın risklerinin, bazen yaşadığın huzuru bozmak için alınmayacağını gördüm...

En çok ta kendimi tanıdım bu yıl... Nerelerde kırıldım, nerelerde zayıftım. Aslında ne değerliydi ve gerçekte ben neye sahiptim...

Kendimi kendi içimde değerlendirdim. Başkalarının kötülükleriyle daha iyi, başkalarının iyilikleriyle yarıştırmamayı öğrendim..

Sıradan olmanın, korkutucu olmadığını... Farkımın olmadığını, en çok ta konuşan egonun ne demek olduğunu farkettim...

Çok çalıştım, çok didindim... Aslında bende olanı hatırlamak için çalıştım, çalışkandım, sadece kendimi kendime ıspatladım.

Başarı peşinde koşmadım bu yıl. Başarı kimin gözüyle ve değerlendirmesiyle doğru olabilirdi ki.. İşini yaparken için rahat ve huzurluysan o bir başarıydı, öğrendim...

Ailemi çok sevdim bu yıl yine... Hep yanımdaydılar.. Hep sevgileriyle kuşattılar.. Sağ olsunlar..

Defne geldi sonra bu yıl... Minik yiğenim... Babasının yolladığı fotoğraflara bakıp, onu çok özledim. Onu özlemeyi bile çok sevdim...

Bazen küstüm. Küsebildim ilişkiyi sürdürürken içime atmak yerine... Çok sevdiğim için küstüğümü farkedip, geri döndüm...

Güzel dostlarım varmış sonra... Yılları devirdiklerim, anlara değer katan, telefonun ucunda bazen, bazen de beni yürekten dinleyerek yüreğime dokunan... N'olur bu yıl da hep olsunlar...

Blogum var hala sonra... Bazen açtığımda, beni izleyenlerin sayısını görüp, yazamiyorum diye utandığım... Ama herşeye rağmen kelimelerle kurulan güzel dostluklara şükrettiğim...
Kalanlara -gidenlere binlerce teşekkür ederim.

ve yılın sonu geldi işte...
Tüm bu ve daha yazılmayan bir sürü detay ile sonlandı bir yıl daha..

2009'un son günleri beni yordu. Sordurdu. Durdurdu.
ve bu gün bu yıla veda ediyorum...

2010 'un dürüst ve erdemli olmasını istiyorum. Dokunarak uyarsın, sarsmasın... Suprizleri de gelecekse, gerisinde hayatlarımızdan başka şeyleri alacak diye korkutmasın.

Bugün bir arkadaşım, bu yazıyı yazmama neden olan bir söz söyledi.
En iyi intikam, iyi bir yaşamdır...

O an'da bunu gelen yeni yıl ve açtığım bembeyaz sayfalar için kurguladı içim..

İntikam için elini kana bulamaya, söylenmeye, kötü kalpli olmaya gerek yoktur.
en iyi intikam, iyi bir yaşamdır.

Aynen bende öyle yapacağım...
2010'u çok güzel yaşayacağim..

Mutlu bir yıl olsun dilerim.





29 Aralık 2009

Sadece Seversiniz...


Çocukluğumdan beri oyun gibi yön hesabı yapıyorum...
İngiltere'de yaşadığım odanın yatağı nereye düşüyor mesala...
Harika tatiller geçirdiğim Kaş, şu an bulunduğum noktadan ne tarafta?
Ve şimdi sol tarafa dönüp, pencereden baktığımda aramızdaki kilometrelere rağmen karşımda oturuyorsun... Ben seni çalıştığın masada görebiliyordum o anda...

Kendimi alıcı gibi kullanıyorum. Bulunduğun yer neredeyse, o tarafa dönünce alıcılarım açılıyor... Sevgiyle ve mutlulukla doluyorum bir anda... Biliyorum ya o taraftasın!.. Biliyordum oradasın...

Biliyordum, yeterdi...


Bazen elinizi tutmuş, yanağınızı öpmüş birini hatırlamazsınız, ama bir sözüyle kalbinizde kapılar açan birini unutmak kolay olmaz. O kapı her açıldığında onu hatırlatır... Beraber sözcüklerle kat ettiğiniz yol, kendinize doğrudur ve en önemlisi herşeyden çok Gerçektir...

Beden alıcı gibi... O konuşmadan bilirsiniz ne diyeceğini, bakmasanız bile bilirsiniz gülümsediğini, kalpten kalbe sızar sevgi... Kimse konuşmaz, kimse bilmez ama siz bilirsiniz... Ve aslında o bilinmeze rağmen çok tanıdıktır hissettikleriniz ve hayatlarınıza dokunursunuz....

Birbirinizi iyi tanır olmanız için içki masasina oturmanız, kötü gününüzde yardımınıza koşmuş olması, iki tekerlek üzerinde yolculuğa çıkmanız gerekmez. Yol çoktan alınmıştır.... Kilometrelerle değil, kalbinize ulaşan kelimelerin arasındaki saniyelerle hesaplanabilir vardığınız mesafe...

Başka bir dünyadan, başka bir hayattan bilirsiniz birbirinizi... Şimdiki hayatınızda karşılaşmışsınızdır, Tanrı'nın size hediyesidir sanki...

"Elektrik tellerindeki asılı duran kırmızı topları farkettin mi?" diye sormuştum... O topun çocuklar oynarken ipe takıldığına dair bir hikaye anlatmıştı... Hep gülümsüyorum hatırladıkça...

Görüşürüz diye vedalaştığımızda, biliyordum artık görüşemeyeceğimizi... Bazen söylemeye gerek olmaz böyle şeyleri... Bilirsiniz... Bildim bende... Görüşeceğiz, ama "nerde ve ne zaman" olduğunu bilmiyorum dedi içim sessizce... Kızmadım. Kızamazdım... Mutluluk diledim sadece...

Seçemezsiniz seveceğiniz insanları, sadece seversiniz... Kalsa da, gitse de...

Son yıllarda çok sevmekten korkuyorum... İçimdeki pusulada boş kalıyor kalbimde düştükleri yön... Ya da kapıları açan sözler, sahiplerini özlüyor bazen... Sanırım özlemekle baş edemiyorum ben...

Yönümü sana doğru çevirdim şimdi, bir boşluğa sesleniyorum sadece...
Duymadığını bilsemde, yerini sana saklı tutuyorum
boşlukları sözlerimle dolduruyorum.....
ve sadece özlüyorum...


.

28 Aralık 2009

Tik tak Tik tak... 2010





Büyüdüğümü yaşlarımla anladığımda, zamanın hain bir şey olduğunu öğrenmiştim. Büyümek bir zaman sürerdi. O zamanda büyürdün büyüdüğünü öğrendiklerinle..

Emeklemek yürümek içindi..

Uyku büyümek için...

Çocukça oyunlar, gerçeğe hazırlıktı büyüyenler dünyasında...Ve her çocuk gibi büyüklerin algılarıyla anlaşılmaya çalışılırdı oyunlar... Saklanan bedenimdi, bulunmak isteyen ise yüreğim... Saklanırdım ama beni bulsunlar isterdim içimde tuttuğum afacan kahkahalarımla...

Oyuncak bebekler ayakta sallanarak uyumazlardı, ama bunu büyüyünce farkettim... Onlar uyku bilmezlerdi, çocukluğumuzu güzel geçirelim diye hep gözleri açık olurdu çünkü...



Büyümek, dünyaya ayak uydurmak için... Büyümek, büyüyen yaşıtlarınla bir olabilmek için.. Büyümek büyüyen dünyada büyük adamlar olmak için... Ve büyümek çocukça, saf algılayışından her şeyi daha etraflıca anlayabilmek adına...
.
Zamanlarla eşitti büyümek...
Yaşlarımla doğru orantılı...

Babam ilk saatimi aldığımda ilkokul bire gidiyordum.. Zaman kavramını anlamayan bir çocuk olarak, analog saati anlamamda hayli zor oldu. Hediyemi haketmem gerekirmişcesine, büyük masanın bir köşesine oturduk beraber... Akrep ve yelkovan hareket ediyor saat 1 oluyor.. Akrep ve yelkovan hareket ediyor saat 6’yı buçuk geçiyor oluyor.. Sonra 7’e çeyrek kala.. Sekizi beş geçe... Ben kocaman gözlerimi açarak dinliyor, anlamaya çalışıyor ama anlamıyordum.. Sandalye büyüyor ben küçülüyordum.. Neden öğrenmeliydim bunca şeyi, anlamadığımdan belki de.. Belki de akrep akrep gibi değildi. Yelkovan da neyin nesiydi bilmediğimden.. Belki kolumu ısırıp, eti kemik geçiyor demenin daha komik ve eğlenceli olduğunu düşündüğümden...

O ilk saatimi hala saklıyor olsam da, saatleri nasıl öğrendim bilmiyorum.... Hepimiz öğrendik saatleri bir şekilde... Hayatımızda öğrendiğimiz birçok şey gibi, düzene uymak için kurulmuş “zaman” kavramınında tam içindeyiz.. Ve şu anda akrep 2 de, yelkovan 20...

...Ve saatler zamanı, takvimler yılları gösterirmiş.. Saatler birikip 24 edince 1 gün edermiş.. Bunun 12 saatinde güneş olur, 12 saatinde gece... 12 saat 12 kez akrep ediyor.. Ve bir dolu yelkovan... Ve günlerde; bazen otuz, bazen 31 tane birikirmiş.. Bunlarda ay olurmuş 12 tane.. Hangisi otuz gün, hangisi bir fazla için ellerinizi yumruk yapmak gerekirmiş.. Hopp tepe, hoop çukur... Ocak 31, Şubat hırsız 28, Mart 31.... Öyle biriktirirlermiş günleri.... Sonra, Yaz- kış –sonbahar- ilkbahar varmış bir de.... Halbuki, okul tatil- kar yağıyor- denize girme zamanı- aslında bunlarmış mevsimlerin anlamı... Öyleymiş işte büyüyen, düzene girmesi gereken insanlar dünyasında zaman... Ve akrep yelkovan günleri, günler ayları, aylar mevsimleri ve yılları yaparmış... Yıllar geçermiş.. Zaman dönermiş... Biz büyürmüşüz..

Saati öğrenmeye zorlanıp, gözleri kocaman olan o çocuklar şimdi başka şeylere hayret edermiş gözleri kocaman yine... Mutlulukları bir başka, hüzünleri karmaşa....

Günleri biriktiren Aralık artık görevini bitirmeye yakınken, Zaman tam bir yıl olur, 365 gün devrildiğinde yeni bir yıl başlarmış... Yeni günler biriktirmelik.... Ve hep umut ederlermiş, sil baştan başlarcasına... Güzel şeyler... Sıfır kilometre hayaller... Akrebin yelkovanla ayrı güzellikte buluşacağı, haylaz Şubat’ın çaldığı 2 günün bile önemsiz kalacağı güzel zamanların hayalleriymiş bunlar... Her yeni gibi çocukça, saf ve naif hayaller işte... Çünkü onlar zamana yenik düşmüş büyük çocuklarmış aslında... Zaman hep aynı dönse de o hoş umudu taşıyacaklarmış minik ruhlu büyük çocuklar.. Ve böyle böyle büyüyeceklermiş aslında..

O masada oturup saat kavramıyla ilk tanıştığımda, bir de ismi bile olmayan bir şey varmış akrep ve yelkovan dışında ...

“Bu devamlı hareket edenin ismi ne Baba ? “

Hani ismi olmayan..Tik tak Tik tak Tik tak ...
Akrep ve yelkovandan çok, çocukken o ilgisini çekmiş en çok....


“bu dönüyor..Yine hareket etti.. Yine..Tik tak.”

Akrep bu kalın olan... tik tak tik tik tak...
Yelkovan daha ince olan çubuk.... tik tak tik tak...
Şimdi saat 6... tik tak tik tak...
Şimdi de 5’çeyrek var...tik tak tik tak...

Şimdi saat kaç peki sen söyle ....
“Saat?!? Aa Baba bak tik tak tik tak..”


Hayatı böldüğü zamanlarla değil, geçirdiği anlarla algılayan her çocuk gibi çok güzel anlar diliyorum hepinize... Hayat gerçekten o anlardaki mutluluklarda saklı... Umut dolu, dilediğiniz herşeyin içinde olduğu.... Uzun ve farkedilmeden gitmemiş güzel anlar diliyorum... Emeklemeyi, yürümeyi ve hatta koşmayı öğrendiğimiz gibi, durmayı ve farkında olmayı da öğreneceğimiz anlar diliyorum...


Bazen bende unutsamda yaşadığım anların kıymetini, hemen o tiktakları duyuyorum içimde... Gün içinde saatlerle yarışsakta, yıllarla yaşımıza bir artı eklesekte, umutla gelecek yeni yılı beklesek te hepsi yaşadığımız güzel anlardan ibaret aslında...

Saatler geçiyor, yıllara göre büyüyorum... Az uyuyorum sonra... Uyku sadece bir çocuğun büyümesi için gerekli... Ben ise az uyuyarak çocukluğumu uzatıyorum yine bu gece ...

Saat mi..?
Saat ;

eti kemik geçiyor şu anda....





..
Bu yazı, Genç Gelişim Dergisi Ocak 2008 sayısında yayınlanmıştır.

23 Kasım 2009

Arının zenginliği, balın içinde gizlidir.


İngiltere'de maden ocağında çalışan işçilerin maaşlarına zenginlik seviyesinde bir artış yapılmış. O zamana kadar kıt kanaat geçinen işçiler, böylece hayallerini kurdukları hayata ve zenginliğe kavuşacaklarını düşünmüşler. Gel zaman git zaman, gelir düzeyi artan işçilerin hayatlarında neler değiştiğine dair bir araştırma yapılmış. İşçilerin çoğu aynı yerde, aynı koşullarda yaşarken, çoğunun evlerine ikinci bir buzdolabı alıp, onu da salonun baş köşesine yerleştirdikleri görülmüş.

Zenginlik bir kültürmüş. Ne kadar çok paran olursa olsun, zenginlik kültür ile doğru orantılıymış. Yatlara binmek, lüks arabalara sahip olmak değilmiş. Akşam yemeğinde masana koyduğun bir vazo çiçekmiş zenginlik, swarovski taşlarla süslemek yerine masandaki çatalı bıçağı, evini yaşanır kılmakmış, yalı olması gerekli değilmiş yaşadığın yerin, araban yoksa bile adımlarının farkında olmakmış zenginlik...


Hepimiz çalışırken, para kazanmak için didinirken, bazen iki ucu birbirine zor denk getirirken belki, aslında zenginlik bir seçimmiş... Ne markalarla, ne üstündeki kıyafetlerle ölçülürmüs yaşamın kalitesi...

Bir maden işçisi çok kazanmaya başlayınca evine ikinci buzdolabını aldı ve salonunun baş köşesine koydu. Gösteriş değildi onunkisi bence... Belki de hayatı boyunca ailesini aç bırakmaktı onun korkusu.... Şimdi zenginleşmişti ama, korkusunu da ikinci bir buzdolabını salona koyarak biriktirmiş oldu.

Bu hikaye herşey hakkında bir daha düşünmeme neden oldu. Hayatımda var saydığım tüm zıt dengeleri tekrar tarttım. "5 yıl sonra kendini nerede görüyorsun" diye bir soru vardır, bilirsiniz... Bu soru beni çoğunlukla strese sokar ve vereceğiniz cevap bir çok şeye bağlı olabilir. İşinize, sağlığınıza, yolunuzun açık olmasına... Ama 5 yıl sonra mutlu ve zengin olmayı seçebilirsiniz.

Bahçesi olsun isteyen, bir bahçe yaratırdı kendine saksıların çoğalmasına söylenmeden...
O sırada Evren'in yolladığı fesleğen tohumları geldi postadan... Haftasonu güzel saksılar edindim. Tohumları ektim... Bir de hızımı alamayıp limon çekirdeği ektim. Artık bir bahçeye sahiptim... Bir süre sonra Limon çekirdeği filizlenecek, bahar aylarında güneş aldıkça serpilecek ve büyüyecekti. Bundan emindim...

Bir de arılar vardı hayatımda... Tam ben saksılardan kendi bahçemi hazırlamışken hayatıma arılar girdi.

Çocuk yogası bitirme ödevim için arıları araştırıyordum akşamları... Çocuklara temalı bir oyun oynatmaktı ödevimiz... Bende Arıları seçtim... Çünkü çocuklar arılardan KORKUyordu ! Bir çocuk arı maya'yı severken, gerçek bir arı gördüğünde gelip onu sokmasından korkuyordu. Bu korku çocukların arıları tanıyıp, onların yaşamını anlamamasına neden oluyordu. Neden korkuyorsak, aslında onu anlamadığımız için değil miydi?

Halbuki doğanın dengesi için arılar muhteşem hayvanlardı. Einstein'in "Arılar ölürse insanlarda ölür"...demiş... Peki ya iğneleri, hepimizin korktuğu o iğneleri.... "Bir arı kendini tehlikede hissetmezse, asla iğnesini çıkarmaz. Tehlikede ise, önce sesli uyarır sizi" diyordu okuduğum metinde... Arılar iğnelerini kullandıktan sonra ölüyor... Çünkü tırtıklı iğne keseyi parçalayarak çıkıyor. Ve okuduğum başka bir metinde Arılara başka bir gözle bakılmıştı. Kovan kanunları adı altında, "Hayatı seven arı, seni sokmaz" diyordu ilk sırada.... Kovan Kanunları da, aynı yaşam kanunlarına benziyordu.
 
Arılar gibi insanlarda üretmeli, çoğaltmalı, fayda sağlamalı... Bir arı 5 yıl sonrasını düşünmüyordu, konduğu çiçek kadardı zenginliği..... Zenginlik uğruna, dünyada henüz hiç bir arının konmadığı çiçeği de aramıyordu kanımca...

Çocuk yogasi ödevimi yapıyorum. Konu Arılar...

Kulaklarımızı kapatarak vızzzz'ıldıyoruz... Sonra çiçek pozunda duruyoruz... Çiçeklere konuyor arılar... Balın yararlarından bahsediyorum hareketlerin dışında, "Bal, çiçeklerin özündeki tüm güzellikleri ve iyilikleri barındırır" diyorum ve "bal yiyen çocuklar çiçekler gibi güzelleşir" diye de ekliyorum....

Ve iğneler kısmı.... Bir arının biz onu tehdit etmedikçe asla sokmayacağını, önce mutlaka sesli olarak bizi uyardığını anlatıyorum ödevimde... Sonra çocuklarla beraber kulaklarımızı parmağımızla tıkayıp, şöyle diyoruz.... " Çiçeklere gidiyoruzzzzzZZZZ, lütfen yolumdan çekilinizzzzzZZZ"
 
Şimdi saksı saksı ektiğim çiceklerimin yanına gidiyorum...
Yarında işimde gücümde olacağım...
ve akşam olunca tekrar kovanıma geri döneceğim....

Şu ana kadar beni tehdit eden, yolumu kesen kimse olmadı....
İğnemi henüzzzz kullanmadım anlayacağınız...
Aslında doğrusu, yaşamayı seçiyorum her seferinde..
Gerisi, iyilik .., sağlık....

Keselerinde tuttukları çiçek tozlarının bir kısmı kovana varmadan,
uçuşarak dökülür toprağa....
içlerinde güzellikler barındıran renk renk yeni çiçekler büyür böylece..
onları taşıyan arılar ve toprağa ulaştıran rüzgar sayesinde.....

02 Kasım 2009

Havlayan Kadınlar



Aylin Hoca “çocukların ilgisini çekmek ve hayal gücünü geliştirmek için tüm yoga hareketlerini oyun haline getireceğiz” dediğinde gülümsedi içim... Burada olmaktan mutluyum dedim...

Her tür oyunu oynadık, bazen zürafa olduk, bazen kaktüs, bazen de komiklik olsun diye birbirimizi gıdıkladık. Bu işi çocuklarla yapmak harika olacaktı da, 18 tane kadının köpek duruşunda havlaması gerçekten şaşırtıcıydı.


Çocuk yogası öğreniyorduk. Oyunlar, oyun kurgusuyla anlatılan asanalı hikayeler, oyuncaklarla eğitsel çalışmalar... Hepsini bir grup çocukla paylaşma fikri, bende öğrendiklerim dışında binlerce yeni fikir doğuruyordu. Bunu da yapabilirim diyordum, not ediyordum defterime...

Biz stüdyonun bir duvarından diğer duvarına kurbağa gibi zıplarken, yada çember olup beraber kol kola girip uçak pozu yaptığımızda aklımdan sadece “ çocuklar bunda ne eğlenir ama” diye geçiyordu. Yaş ortalamamız 25- 40 arasındaydı. Hepimizin buraya geliş nedenleri farklıydı. Bir grup ana okul öğretmeniydi, bir grup kreşte çalışıyordu, pedagog vardı aramızda, anneler vardı sonra, bir de benim gibi bir kaç eğitmen... Hepimiz çocukca bir nedenden gelmiştik oraya...

Kendi nedenimi kursun ilk başladığı gün, tanışma kısmında söylemiştim. “Hepimizin içinde bir çocuk var. Ben de bu yüzden burdayım”...

Tüm ders boyunca içimdeki büyüğü, dersi ve oyunları öğrenmek için örgütledim. Notlar aldım durdum... Fakat içimdeki çocuğu bulmakta zorluk çektim. Yanımdaki matta köpek duruşunda havlayan kadınlar vardı ve ben her havlayışta irkildim. Tanrım ben nasıl bu kadar büyümüştüm..

Eve geldiğimde, geçirdiğim günden keyif aldığımı biliyordum. Ama bir yandan da sorup durdum, köpek pozunda neden havlayamadığımı... :) Oysa tüm gece rüyamda bir hikayenin içindeydim. Denizde taş oldum, ağaç oldum, balık oldum öğrendiklerimin eşliğinde... Hikaye de köpek duruşu yoktu, havlayamam diye belki de...

Dersten sonra bir hafta normal hayata devam ettim. Ama bu soru aklımın bir köşesinde durdu... Büyümüş çocuklara baktım durdum öylece... Olur da benim gibi irkilmesinler diye, İçimden havlar gibi yaptım onlara sessizce...

Sonra cevabı sokaktaki bir köpek ile göz göze geldiğimde buldum. Çocuk olmak, olmamayı gerektiriyor. Yani olarak olmuyor. Ben kendi içimde köpeklerle havlaşmak yerine, onlarla konuşan bir çocuk buldum o an... Kafasını okşamak, dost olmak için ikna eden... Havladığında “peki” diyip, sevilmek istemeyişine saygı gösterip, yine de köpekleri çok seven...


Şimdi kendi çocukluğumu arıyorum, en sevdiğim Yoganın içinde...
Hikayeler düşlüyorum. Oyunlar oynuyorum içimde...
Tüm bunları benim gibi başka çocuklarla paylaşmak için sabırsızlanıyor,
ve bazı çocukların havlamaktan yada havlayandan çekinmesini anlıyorum.
.
.

13 Ekim 2009

eksik HARF...



Orjinal ismi “la Disparition”... Türkçesi Kayboluş... 300 sayfalık kitapta 'e' harfi hiç kullanılmamış, yani tüm romanda bir harf eksik.... O da 'e'... ( bir harfin kullanılmadığı yazım tekniğine lipogram deniyor.) Fransızcada bolca yer alan "je", "et", "est" gibi ekleri düşününce, kitabın ana konusu dışında, yazım şekliyle de zekice bir kurgu ortaya çıkıyor.

Roman; Anton Vowl adlı kahramanın kayboluşunu polisiye bir kurguyla anlatıyor. Anton ile birlikte, dünyadan 'e' harfi de kayboluyor. Hikaye sizi sürüklerken, eğer kitabın bu özelliğini bilmiyorsanız 'e' harfinin noksanlığını bile hissetmiyorsunuz. İlginç olan şey ise, kitabın ilk eleştirisinde lipogramın farkına bile varılmamış olması... Yazar romanın lipogram özelliğini söyleyince, kitap bir daha değerlendirilmiş bu gözle...

Bir kayboluşun hikayesi bu... Kaybolabilmek için, kaybedebilinen birşey lazımdır. Bazen romandaki gibi bir kahraman kaybolur, bazen de tüm romanda kaybolan bir harftir, ama gözden kaçırılır.


Zaman zaman kayboluruz hepimiz... Kalın sesliler susar, ince sesliler incelir daha, büyük ünlüler küçüklere yol verir, yok olabilir büyük büyük çıkan geniş sesli harflerimiz... Bazen kendimiz bile duymayız konuştuğumuz sesleri, cümleler içimize akar sanki... Gündelik konuşmalarda yutarız "e’ harflerini... Hiçbiri zekice planlanmış değildir Yazar Georges Perec’in yazdığı Kayboluş romanında olduğu gibi...

Bazen gizli cümleler saklanır içimizde... Hikayelerimizi, anılarımızı ve bilinmeyen yönlerimizi taşır onlar... Tüm harfler tamamdır ama tam bir parça vardır o hep saklıdır yüreğimizin bir köşesinde, silinmez, durur belki de öylece....

Sanırım 'e' harfini kullanmadan bir roman yazmaya kalkışsaydım, en iyi Kayboluşu anlatabilirdim bende.. Kaybolmak içinde noksan birşeyi barındırır. İçinde S'e'vgi yazmayan bir roman, kayboluş olabilir bence...

Soğuk, ısının... Karanlık ışığın… Kötülük, iyiliğin noksanlığıdır…
Yoktur aslında tek başına... soğukta, karanlıkta, kötülükte ... (Einstein)

Georges Perec 'e' harfini kaybettiği bir roman yazdı. Fakat kitabın üstünde yer alan isminde fazlasıyla 'e' vardı. Ayrıca romanın içinde 'e' harfinin yokluğu zekice bir oyun gibi dursa da, okunuşta e sesi bolca duyulmaktaydı.

Kaybolmak geldiğin yolu unutmaktır bazen...

Bir gün kaybolursanız eğer,
isminize bakın…
İsminize, cisminize ama en çok yüreğinizin içine
Harita oradadır, gösterir yolu mutlaka size...

Hayatın içinde tüm harflere tutunun…
En çok ta e harfine tutunun bence…
Sesli, seslenerek tutunun…
Tutunun içinizdeki Sevgiye ....
ve birbirinize...

......

Çok acı var, dayanamıyorum cümlesinin içinde en azından kancasına tutunabileceğin bir “e” harfini aradı gözlerimiz hep... Fakat tüm cevapsız soruları, şaşkınlığımızı geride bırakma zamanı artık... Verdiğin karara saygı duyuyor, gittiğin yerde huzurlu olduğunu düşünerek avunuyoruz...
.
İsminde barındırdığın 'e' harfini biz hiç unutmuyor
ve seni sevmeye
hayat devam ettikçe,
devam ediyoruz Dicle. . .




12 Eylül 2009

Hayat Aksın, Biz Büyüyelim....

Kendime hediye aldığım yüzük



Elimi tuttuğunda 2 günlüktü Defne… Tırnakları pembeydi, kılcal damarları görünecek kadar şeffaftı parmakları… Henüz avuçlarıyla tutmamıştı hayatı, yumuşacıktı elinin minik ayası… Bırakmadı baş parmağımı, kocaman kavradı… Bilge bir bakış attı… Herkes onun sadece bir meme yakınlığı kadar gördüğünü söylese de, bana doğru çevirdi yine de başını… Ve cevapladı içimden geçen soruyu… “Evet teyze, sende bu kadar küçüktün, aynı benim gibi”… Defne’nin gelişiyle hissettiğin tüm duyguların içinde, elimi tuttuğu an benim için en güzel andı.



Aradan uzun yıllar geçecek, Defne büyüyecek,
ama teyzesi Burcu bu anı ve hissettiklerini hiç bir zaman unutmayacaktı.


.....


O kadar küçükmüydük bizde… Sahi ne ara “büyüdük” böyle...

Anneme naz yapmak istiyorum şimdi de... Babam flörtleşsin benimle yine... Arkadaşlarımdan bazılarına kızdığım gibi saçını çekmek, çimdik atmak istiyorum hala… Haksızlığa uğrayınca bar bar ağlamak istiyorum bazen… Bazı günler fazladan sorumluluk binince üstüme, yüzümü aşağıya düşürüp, omuzlarımı kaldırıp “ı ıhh yapmıycam işte, bana ne” demek istiyorum... Bende restaurantta, arabada, böyle olmadık yerlerde “of sıkıldım bu ayakkabılardan” diyip fırlatmak istiyorum birini oraya, birini buraya… Beni kırmızı yanaklı yapacağını düşünerek domateslerin üzerine tuz döküp yuvarlamak istiyorum mideme, şimdilerde alerjim var demek yerine... Üstüm batınca, batmış olsun istiyorum. Çamaşır sepetini, ütü aletini bilmeyeyim istiyorum. Sonra, benden büyüklere abla, abi diye seslenebileyim, isimlerine beyefendi –hanımefendi gibi kibarlık çengeli tutturmayayım istiyorum.... Çikolata amca, çikolata getirsin yine her geldiğinde, büyüdük diye eli boş gelmesin istiyorum evimize... Bayramlıklarım olsun istiyorum benim yine, kat kat ispanyol eteği diksin annem ama tam yuvarlak açılsın böyle ben dönünce kendi çevremde... ve birileri şimdi de beni götürse yine Lunaparka... Elma şeker, pamuk şeker yiyebileyim kalorisini düşünmeden yüzümü batıra batıra... Ve kedileri o zaman olduğu gibi ayağımda sallayarak uyutabilirim diye sansam keşke, şimdi büyümüş olsam bile.....

Büyüyorum. Neye göre büyüdüğümü de bilmiyorum.

İçim hala çocuk aslında... Umut dolu, heyecanlı da çokça... İçimdeki çocuk ruhu hatırladığım zaman hep neşe kaplıyor içimi.... Çevremde herkesi çocuk olarak görüyorum sonra sıklıkla... Patronu, telefonda konuştuğum müşteriyi, apartman görevlisini, arkadaşlarımı, sokaktaki adamı... Çok rahatlatıyor bu beni... O zaman bir afacanlık geliyor üstüme... Çocuk kalbiyle seviyorum böyle düşündükçe... Ve gülümsediğimi farkediyorum onlara... Aslında ne kadar saf ve temiz olduğumuzu hatırlıyor belki de bu bana...

Bir yılın içinde birden çook doğum günü kutluyorum sonra ben... Bazen günde iki- üç kez kutladığım oluyor... An duruyor ben mutluluktan bir kare fotoğrafımı çekiyorum kendimin... Yeniden doğuyorum çünkü o an... İşte bu an diyorum, ne güzel, ne anlamlı, ne kadar içime işledi yaşadığım.... İşte bu an diyorum, nefes aldım şükürler olsun... İşte bu an diyorum, baksana şu güzelliğe, durdu zaman... ve bu an diyorum, evren bana bir supriz yapıyor, doğum günü hediyesi veriyor sanki... İçimden mumları üflüyorum sonra, zaman akmaya devam ediyor kaldığı yerden hayata...

Tesadüf bu ya, evren bugün bir hediye verdi yine şans eseri.... Ben bu satıra kadar yazımı yazmıştım... “Hadi sen gel” dedi “Çocuk yogası eğitimine katıl”... İçimdeki çocuk zıpladı, hopladı... " Bir sürü arkadaş mı?, oyun mu oynayacağız?, ağaç mı olacağız şimdi, kaplan, kobra, kedi mi bazen de?...” şahane diye bağırdı, Burcu görünüşte sessizdi ama sevinçten içi çığlıklar attı....

Bugün Benim doğum günüm... ve biraz daha büyüdüm bugün...
Yarın biraz daha büyüyeceğim ve sonunda kocaman bir kız çocuğu olacağım :)

Bu yazıyı buraya kadar okumuşsanız eğer, doğum günü dansıma eşlik etmenizi istiyorum. Benim için çok özel aşağıdaki şarkıyı paylaşmak istiyorum sizinle... Bu şarkıyı dinlediğim zaman hayatı izliyorum sanki, umut çoğalıyor ve kendimi akışa bırakıyorum... Şarkının sözleri pek önemli değil... Siz üzerine kendi sözlerinizi düşleyin. Gözlerinizi kapatın, düşünceyi bırakın, gülümseyin ve salının.



Bu güne özel dileğimi sadece benim dilemem yetmez, hepimiz hayata dair dileklerimizi birleştirelim... Hayat aksın, biz devam edelim ve büyüyelim beraber...

Mumları bugün izninizle hepimiz adına ben üfleyeceğim...
Çünkü Günün büyükü benim...:)




Üstümüze pasta dökmek serbesttir...
Balon patlatmak serbest,
zıplamak Çook serbest....
.
13 Eylül 2009







31 Ağustos 2009

uÇuRTma



Saatlerce yürüdüm, gezgindim bu şehirde... Ayaklarımın gittiği kadar yürüdüm. Minik molalar verdim. Tekrar ayaklandım... İçimde kilometreler aştım, arkama bile bakmadım. Amacım ne varmaktı, ne de adım saymak, ben sadece yürümek istedim.


Yolum düşürmüştü yine aynı yere beni… Belki de vardığım hep aynı yerdi, ama her gelişimde biraz daha değişmiştim. Kapısında beni bekliyordu… Kollarını açıp "Gel " dedi... "Gir içeri..."

Girdim...
Aynı huzuru hissettim içeride...
Yıllardır uğradığım Beyoğlu St.Antuan kilisesinde...

Mumların olduğu tarafa yöneldim... " Cebindeki bozuk para kadar dileğin, ne fazla -ne az, ona göre" dedim kendime...

Sıra sıra banklardan beni çağırana doğru ilerledim. Üşüdüm önce sessizlikte... Sonra yavaş yavaş mutluluk ve huzur dolmaya başladı tüm hücrelerime...

Şimdiye kadar içeride edilmiş tüm duaların fısıltılarını duydum içimde... Tüm kalplerin iyi niyetini, tertemizliğini bir de... Duanın içinde durdum, dinledim sessizce... Bende yüreğimi bağlayıp, katıldım tüm bu dileklere...

Oturdum banktaki yerime... 3 tane mum elimde... Hepsi benim için kocaman dilekleri taşıyıp, için için yanacaktı biraz sonra...

Önce ne dilemeliydim bilemedim.
Sonra dinlemeye başladım kendimi istemsizce...
İzin verdim içimden akıp geçenlere...

İlk mumu elimde tuttuğumda kendi dileğini aldı benden bir anda... Bu vardı zaten aylardır aklımda, yüreğimde, yaşamımda...

İkinci mumu elime aldığımda bekledim. O da düştü avuçlarımın içine, elimde tuttuğum mumu, sevip okşadığımı farkettim o anda…

Üçüncü mum en heybetlisiydi içlerinde... Diğerlerinden büyüktü ve belki de en önemlisiydi dileyeceklerim arasında... Bunları düşünürken Teşekkürler dedi içim... 3.mumu şükrettiğim herşey için tutmuştu ellerim... Sıkı sıkı tuttum onu, sağlığa, mutluluğa, sevgiyle çoğalmaya ve en çokta huzura teşekkür ettim...

Mumlarımı, başka birinin dileğinin ateşiyle yaktım. Dilek bile başka birinin dileğiyle yanabiliyordu ne garip... Yerleştirdim diğerlerinin yanına... Beraber yanacaklardı, beraber havaya karışacaklardı biraz sonra…
.

Sağ duvardaki yazıya gözüm ilişti.

Burada yaktığım mum ile…
içimde yaktığın ışığı bana anımsat

İçimdeki sevgiyi yeniden uyandır
İçimdeki her türlü bencilliği, kıskançlığı ve kini yakarak kül et
ve yüreğimi ısıt

Kilisede uzun süre kalamayacağım
bu mumu yanık durumda bırakıyorum
Gün boyunca
duamın sürmesi yardımcı ol...


Gülümsedim… İçimde kelimeye dökemediklerim buraya yazılmış gibi dedim. Yerime geçtim, biraz daha sessizlik ve huzur solumak istedim..

Güneş ışığının vurduğu mineli pencerelerdeki ışığı seyretmeye daldım. Tüm renkler ve ışık içime aktı sanki kırmızı, yeşil, sarı ve mavi... Görüş açımdaki pencerede, bir pencere açık bırakılmıştı. Oradan içeriye gerçek hayatın renkleri sızıyordu. Görüntüde bir çatı vardı, bir de bulutlar bana göz kırpıyordu. Dışarıya doğru daldı gözlerim… Ne bir kiliseydim o anda, ne de o bankta oturuyordum... Pencereden çıkmıştım, bulutun üstünden bakıyordum.

Mumlarıma baktım. Gün boyunca duamın sürmesi yardımcı ol... dedi kalbim..

O anda, bir uçurtma havalandı baktığım o açık pencereden...
ve içeriden, yüreğimden…

Uçurtmanın ipine bağladım hayata dair her şeyi…
Kırmızıyı, Maviyi, Sarıyı ve Yeşili...
diğer ucuna da kendimi bağladım...
bıraktım
ben ve uçurtma arasındaki
tuttuğum ipin kendisini...
.

24 Ağustos 2009

Mutlulukla Beklemek...

Gökçe fülüt çalsın, şarkı söylesin ve ben hep bu güzelliğin fotoğrafını çekeyim...
Dinlemek için tık

Bugun yeni bir hafta başlıyormuş... Yine her sabah olduğu gibi bazen yorgun, bazen de hevessiz zor uyanacakmış ama hemen moodunu değiştirecekmiş bu hafta... Çünkü bu hafta çok güzel bir haftaymış aslında...


Sabah güzel uyanacakmış. Hemen annesinin yaptığı reçellerden güzel bir kahvaltı sonra... Kayısılı reçele soyulmuş badem katan annesinin güzelliğini hatırlayacakmış gülümseyerek...

Yolda bağıra çağıra şarkı söyleyecekmiş arabada, daha da güzel başlamak için güne... Belki de direksonunu tutarken, salınacakmış bedeni iki yana...

Trafik bu mutluluğun şerefine açılacak, park yeri kolay bulanacakmış ... “Ah siz mi geldiniz, buyrun en gölge yer bakın boş.. ”

İşe girdiği gibi telefon çalabilirmiş, oflamayacakmış bu sefer... Bu hafta güzel bir hafta diyecekmiş kelimelerinin arasında telefondaki kadına... "Merak etmeyin işleriniz yolunda... "

Masasının karşısında oturan bilge adam yine susacakmış ama o duyacakmış o sessizlikte onunda mutlu olduğunu... Sessizlikte gülümseyeceklermiş birbirlerine..

Burcu telefonun çalıyor” diye ofisi inleten ama telefonu çekmeyen sekretere kızmayacakmış için için... Bu hafta ona kızmayacak kadar mutluymuş, o masasından çalan telefonu çekmese de koşarmış telefonuna...

Bir bakacakmış saat 11.30 olacakmış yine, “Gün ne güzel akıp gidiyor “ diyecekmiş... Zorlamadan yormadan... Terasa çıkıp Ankara manzarasına bakacakmış, bakarken tüm gördüğü manzarayı mutlu sayacakmış, daha da mutlu olacakmış bunun sonrasında.

Arada işten başını kaldırınca Msn’den sevdiklerine güzel bir hafta geçirmelerini dileyecek, kendi mutluluğundan biraz bulayacakmış onlara da... “ Tatilden döndün mü canım.. ”, “ Kahve mi ısmarlayacaksın yoksa bugün bana ...” , “ Baktın mı çektiğimiz fotoğraflarına...”, “ Nasıl geçti haftasonunuz ...” Hepsi belki de aynı soruyu soracaklarmış konuşmanın ilerleyen dakikalarında. Onun cevabı ise hep aynı olacakmış “ Biraz heyecanlanmaya başladım ben aslında..

Öğle tatilinde yedikleri yemekten sonra garsona bu sefer demeyecekmiş “Çaylar daha önce ikramınızdı ama”, garson kız da o bunu demediği için çayları hesaba yazmayacakmış nasıl olsa...

Öğleden sonra telefonlar çalacak, notlar alınacak, mailler gelecek, gidecek, Burcu üst kat –alt kat arasında dolaşacak ama manzarasındaki bulutlara bakmayı ihmal etmeyecekmiş masasına her oturduğunda... Hayallere dalacak, arada kaçamak gülümseyecek belki minikten gözleri dolacak, sonra mutlu olmaya devam edecekmiş o an, anın iki noktası arasında...

Bu hafta günler böyle geçecek. Burcu yatıcak, kalkacak, düşleyecek... yatıcak, kalkacak, gülümseyecek... yatıcak, kalkacak heyecan ile yollara düşecekti nasıl olsa... Tekerlek dönecekti oraya...

Yolculuğunda ikisinin çocukluk halleri aklına gelecek, içten içe gülümseyecek... Yaptıkları komik kavgaları düşünecek, her şekilde ikiside birbirini çaktırmadan yine affedecekti... Çıktığı yolda, bir anılara dalacak, bir geleceğin hayaline bulanacak ve varmak için sabırsızlanacaktı.

Yollar geçecek, içinden geçen anılar bitmeyecek, heyecan gittikçe artacak ve gece yarısı bir otel odasına varacaktı. Sabah için eşyalarını hazırlayıp, belki de yarım bir uykuya dalıp, güneşin henüz doğmadığı bir sabaha uyanacaktı.

Annesi, babası önceden orada olacak. Karışık duygularla onlar kızlarını, Burcu ablasını, “Anne” olmaya ameliyathaneye yollayacaktı. Bekleyeceklerdi sabırla... O bekleyişte baba olacaktı ameliyattaki heyecanlı bir adam, bir anne artık anneanne, bir baba ise dede ve ben (gerçek bir) teyze... Beklerken oluverceklerdi bir an... Dualarının arasında, anıların arasında, göz göze gelişlerindeki bir anda....

“Anne” ve “kızı” yeni mertebelerini onatırcasına, odaya girdiğinde mutluluk çoğalacak, gözyaşları karışacak, anılara en güzeli eklenecekti hayatlarına... O gün doğan mucizeyle, mutlu olmak için bir artı nedenleri daha olacaktı bundan sonra…

.
.

29 Temmuz 2009

Sevgiyi anlatmanın BiR yolu


Geldiğinde kocaman sarıldık birbirimize… Sayısal olarak beraber az zaman geçirmişte olsak bu sarılmada kocaman bir şey vardı paylaştığımız, ondan bana, benden ona akan… Kollarını boynuma doladığında, kalbimde sıcaklığını hissettim. Kavuşmak değildi, özlemek hiç değildi hissettiğim, çok güzel sevgiydi dolup dolup birbirimizden birbirimize taşan… Gözlerimi kapattım sarıldığımızda, o vardı, ben vardım, uzadı zaman… Usuleten yapılan öpüşmeler, usuleten merhaba yerine geçen sarılmalar, usuleten omzuma dokunan ellerden yüreğime böylesine akmayanlar aklıma geldi o an… Sevgiyi anlatmanın bin yolu varsa, göstermenin de binbir yolu… aslında tek bir yolu vardı ki, o da yüreğinle sevebilmekti, hepsinden daha da gerçek olan


***
25 yıldır arkadaşız… Ne kadar büyüsekte, bir halimiz vardır ki göz göze geldiğimiz anda birbirimizi o çocuk halimizle görürüz… Üzerimizde kapri pantolonlar vardır, yine iki afacan yüzme antremanından kaçmışız sanki o an… Kıkır kıkır bir gülme tutar bizi… Kaç yaşında olursam olayım, onunla çocukluğum olurum… Bilirim her göz göze gelişimizde, onda ve bende koca bir tarih saklı, orada saklanır, ufacık olur, yaşatırız çocukluğumuzu birbirimize baktığımız an gözlerimizde… Ondan bana hep bu akar yüreğime...

****
Okulda sıra arkadaşımdı. Yıllarca dipdibe oturduk. Ona en çok " Ne düşünüyorsun" diye sorardım. Anlatmaya çalışırdı, olmadı mektup yazardık... Şimdi de "Ne düşünüyorsun" diye sorarız sık sık birbirimize... Soru sessiz sorulur, cevap sessiz verilebilir, gülümsenir aynı sırada oturup bakar gibi aynı noktadan aynı gökyüzüne...

***
"Müzik dinleyelim" diyorum. "Olur "diyor. Tüm gün konuşmadan oturuyoruz ofis odamızda... “Biliyor musun, saydım ! bugün sadece 10 kelime sarfettik birbirimize” diyorum en afacan halimle...."En iyi dostlar sessizlikte anlaşır" diyor gülümseyerek... Gün içinde çalan telefonlar, bitmeyen iş trafiğinde beynimin- içimdeki koşturmacanın durmasını istediğimde onun sessizliğine sığınıp, dinleniyorum. Sanki "Sakin ol “diyor, “dur ve hayatı dinle..."

***
Hep güldürüyor beni... Gülerken ağlamak geliyor bazen içimden... Öylesine ki sadece mutlu görmek istiyor beni, biliyorum... Aradığında telefonu açtığımda bile gülümsemeye başlıyorum... İçten içe hayatı fazlasıyla ciddiye alıyor aslında... Bazen o nüktedan haliyle yeni bir espriye ortam hazırlarken, içimden durduruyorum zamanı... Kalbimin hissettiklerini kare kare çekiyorum, hiç unutmamak için yürek hafızamda o anı..
.
.
Dokunduğun gerçektir... Söylediğin doğru yere ulaşıyorsa gerçekleşirsin..
Ama gerçekten yüreğinde hisediyor ve hissettiriyorsan gerçeğin ta kendisisisin...

.
Soru yok, cevap yok, yargı yok...
Dirençsiz, mücadelesiz, olduğu, olduğun gibi....
Açılır kapı, dolar yüreğine
dolup dolup taşacak gibi...
sözcükler susar,
dokunmaz kimse kimseye
ama yine de

akar sevgi...
.
Sana yazmak istedim bu yazıyı aslında...
Ama seni anlatamam... Çünkü varlığını kelimelere sığdıramam...
Yüreğime işlediğin o inanılmaz sevgiyi ve hissettirdiğin güven duygusunu bilirim bir tek... Her gün içime sızan, beni yaşamım boyunca her zaman ayakta dimdik tutan...
Teşekkür ederim varlığına...
İyi ki doğdun güzel adam...
Canım Babam...
.
.
görsel buradan alınmıştır.

24 Temmuz 2009

Kırmızı DOMATESLER


Nikah kıyılmıştı. Eğlence piste taşınmış hatta çoşma aşamasına gelinmişti. Pistte tahminimce 30-60 yaş aralığındaki 10-15 kadın halaya uygun halde uzun tuvaletlerini kollarına toparlamış, topuklu ayakkabılarıyla acemi adımlar atarak, birbirlerine uyum sağlamaya çalışıyordu. Şapşal görünüyorlardı.

“Bu dünyayı kurtaracaksa, bak işte bu Kadınlar kurtaracak” dedi masada yanımda oturan, dans pistindeki manzarayı benimle izleyen kadın ...

Acı acı gülümseyerek onayladım. Söz ondan çıkmış, bana varmış ama ikimizde Kadın olarak üstümüze alınmamıştık. Havada asılı cümleyi olduğu yerde bıraktık, bir “ahh ” çıktı nefeslerimizden, halaya ve kadınlarına baktık öylece...

***
Kadın” diyor okuduğum kitap “ toprak gibidir. Doğurur, büyütür, besler, çoğaltır, kötüyü bile dönüştürür. Toprak verimsizleşince kurur, toz olur, üretemez, besleyemez, büyütemez içindekileri.... Halbuki o toprağın farkında olan, onu verimli tutmayı bilir, canlandırabilir enerjisini, yeniden doğar, çoğalır, çoğaltır, değişir, mevsimlere ayak uydurur, sabırlıdır, hoşgörülüdür. Özü sevgidir, Kalbindedir o toprak kadının......


***
Artık çocuk istiyoruz” diyor bir arkadaşım... Ama olmuyormuş, deniyorlarmış... Zormuş denemek... Zormuş, olmamaması.... Onun gibi çocuk isteyen ama çocuğu olmayan arkadaşlarım geliyor aklıma... Annelerimiz zamanında böyle zormuydu çocuk sahibi olmak diyorum. Çocukluğumu düşünüyorum, hiç aklıma gelmiyor çocuğu olamayan teyze –amca...


***
Televizyon karşısında otururken, kanal değiştiriyorum. Bir gece programı... Aralarında konuk olan bir terapiste dönüyor kamera o anda... Sunucu soruyor. “Siz terapilerinizde hipnozu nasıl kullanmaya başladınız..” Kadın anlatmaya başlıyor. “Hipnoz yapan bir İngiliz doktor ile tanıştım. Bana, bende çatışan dişi ve erkek tarafımı anlattı. Kadınlığımı rededen tarafıma yabancı değildim. Çok yorucu bir iş hayatım vardı. Erkek gibi çalışıyordum ayrıca. Uzun süredir de eşimle çocuk istiyorduk o dönemde... Hipnoz yapan doktor kadınlık yargılarımı açığa çıkardı, barıştırdı beni onlarla... Hipnoz sonrasında birçok şey yaşadım. Dört ay sonra hamile kaldım, üç yaşında şimdi kızım... ”.. Televizyonu kapatıp, uyumaya gidiyorum. Kadına hipnozla ne yaptıklarını düşünüyorum. Neyi kabul etti, neyi anlamıştı acaba?..

***

Geçenlerde iki erkek öğrencimin derslere istikrarlı katılımından dolayı bir cümle ağzımdan çıkmış oluyor. ”Erkeklerin yogaya katılımından çok mutlu oluyorum, içinizdeki kadınla barış imzalamanız ne güzel” diyorum. İkisi de önce gülümsüyor, sonra Engin bey “içimdeki kadın” diyor kaşını kaldırarak? “Hepimizin içinde kadın ve erkek taraflar var. Ying-Yang gibi... Gece ve Gündüz gibi... İkisi dengedeyken gerçek huzuru ve mutluluğu yakalıyoruz. Derslere katılımızla Sevgi, Şefkat, Barışı dengeliyorsunuz içinizde varolan Erk ve Güç ile... “ diyorum, duruyoruz bu sözü söyledikten sonra öylece... Dersten eve gelirken, bu sözü kendimin de duyması için söylemiş olduğumu farkediyorum.


***
Toprağının farkında değilse o kadınlar ve erkekler... Kadın erkekleşip, erkek “içinizdeki Kadın” dendiğinde bir anda yanlış anlamaya meyilleniyorsa... Barış, Hoşgörü, Sevgi yeşermiyorsa o topraklarda, büyüyüp çoğaltılmıyorsa... Yerine toprak kuruyup toz oluyorsa, güç ile, hırs ve öfkeyle... Savaşlar çıkar... Aşk biter... Erkek gökdelenler yükselir boy boy ağaçların büyümesi gereken yerlerde... Erk önem kazanır, insanlar para için yarıştırılır... Dişi yaz mevsimi bile soyunmaz sıcağını, eser soğuk soğuk akşamları.... Sular kirlenir, balıklar ölür... Yağmur sel olur, Uçaklar düşer... Çocuklar öldürülür... Kadınlar gebe kalamaz... Teknoloji ilerler ve biz tüm bu çoraklıkta toprağı özleriz doyasıya...

“Birgün deniz kenarında bir evim olacak, domates yetiştireceğim bahçemin topraklarında”... Böyleydi hayalim... Topraktı özlediğim... Ama içime baktığımda kendi toprağımı göremediğim, bir türlü içimdeki yıkıcı ve yapıcıyı dengeleyemediğim...


kelimelerimi ekiyorum şimdi.
Gök gürlese de, savaşlar devam etse de,
öfke hüküm sürse de,
sabredeceğim.
*
Ağaç gibi sevgiyle sabredeceğim.
*
Sonra da o topraklarda
umudun
Aşkın
ve kırmızı domateslerin
yeşermesini izleyeceğim...

.
.
..
.


Görsel buradan alınmıştır.



14 Haziran 2009

Teşekkür...



Bazen öğrenmeye ihtiyacın kalmaz demişti sevdiklerimden biri.. Çünkü bildiğinin farkına varırsın hatırlar gibi... Bu durumda bazen bildiklerimizi dışarda ararız. Ne bildiğimizi bilmeden, neye ihtiyacımız olduğunu anlamadan bilmeye aç gibi dışarıdadır bilgi... Belki hayat bizi bilmek konusunda, dışarıya öteliyor kendimizden... Belki yaşadığımız sosyal çevre... Ve gitgide uzaklaşıyoruz böylece kendimizden, iç sesimizden, şaman genlerimizden, aslında bağlantıda olduğumuz benliğimizden...


Bazen bir işaret gelir ya hayatın kendisinden... En çok okuduğum, en çok “bilgi”lendiğimi sandığım bir zamandı, bir arkadaşım bana sevdiği birini anlatıyordu. Ona düşüncesini sorduğunda, elini şakaklarına götürüp "evrene soralım" dermiş ve çok objektif birşey söylermiş karşılığında, kendini katmadan, kitap cümlelerini sokmadan sözcüklerinin arasına... Cevabı çekermiş adeta evrenden... En önemlisi de söylediğini kendine mal etmezmiş. Ermiş olabilir ya da durugörü sahibidir demiştim o ara... Ama öyle olmadığını düşünüyorum. Yoksa niye kalsın bu sohbet böylesine hafızamda...

Derslerde dengeyi öğrettiğimde, en çok ben dengeleniyorum sanki... Ruhaniyetim ve hayata dair durduğum terazi kefesinde... Geçen bir yıl sadece yoga yaparak yaşayabilmiştim. Çok mutluydum. Şimdi hem yogayı, hemde maddi dünyayı dengelemeye çalışıyorum. İş yerinde saat 6.30’a kadar koşturduğum herşey, kapıdan çıktığım zaman anlamını kaybediyor. Derse girdiğimde, o derse en çok benim ihtiyacım olduğunu görüyorum sonra... Tüm öğrenciler, benim için sanki orada... Yüzüme bakarlerken, kendi hocamın yüzüne bakışımı görüyorum. Yeni bir asana, ne mutlu... Hareketi doğru yapınca, doğru yaptığının onayı, ne mutlu... Nefeslerin derinleştiği, farkındalığın arttığı ve yoganın hayatıma nufus edişini hissettiğim anlar, ne mutlu... Ben orada, o noktada hepsinde kendimi görürken küçücük oluyorum karşılarında... Saygıyla eğiliyorum hatırlattıkları karşısında... Hiçbirşey bilmediğimi, herşeyi orada öğrendiğimi gösterdikleri için gözlerinin içine bakarak teşekkür ediyorum gönülden. Bu durumda kim hoca önemli mi ?...

Bilgi, evrenden bize sızıyor zaten... Bilmek için bilmediğimiz, bilmek için çaba sarfetmediğimiz sadece bilgiye kalbimizi açık tuttuğumuz müddetçe... Bazen bir kitap yarım bırakılmış olsa da, devam edebiliyor içimizde... Dünya acı mı çekiyor, isyan mı ediyor, mutsuz mu, arınmak mı istiyor... Peki bugunde yağmur yağar mı dün olduğu gibi bu sıcakta ? İş yerinin terasındayım... İş arkadaşlarımdan biri cevap veriyor. Romatizması var. Kolları çekiliyormuş, “yağacak” diyor. Gülümsüyorum bende... Birkaç saate kalmadan güneş, gök gürültüsüne bırakıyor yerini.. Gökyüzü parçalanıyor, akıtıyor tüm nimetini... İçim hafifliyor. Dünya temizleniyor diyorum, çünkü ben temizleniyorum yağan yağmurla...

Eskiden minik akıl defterime küçük notlar yazardım. O minik cümleler büyürdü, blogumda kök salardı. Şimdi bir toplantıda algım uçuşuyor, minik defterime yazacak bir cümle geçiyor içimden, önümdeki deftere toplantının notunu yazar buluyorum kendimi... Sözcükler kaybolup gidiyor notlarımın arasında...

Söz veriyorum tutamıyorum sonra.. Gitmek, görmek, buluşmak isterken gidemiyorum. Sonra gitmemenin nedeninin olduğunu düşünürken, kalmamın nedenlerinden mutsuz olabiliyorum. Verilen söz uçup gidiyor, sözün içindeki inandırıcılığım da... Tutkuyla istemek mi gerek, böyle olması gerekiyormuş demek mi gerek, söz verdin gerçekleştir mi demek gerek, emin olamıyorum o anda...

Merkür diyorum.. Merkür düzelsin, yörüngesi hizalansın Dünyayla düzelecek.. Ama aslında düzelmemin bir an meselesi olduğunu da biliyorum açıkca... Sadece bakmam ve görmem gerekiyor aslında... Bakmaya doyamıyorum görmemeyi seçtiğim şu ara...

Şimdi biraz durma zamanı benim için... Durduğum noktada tüm gel-gitleri kabul ediyorum. Hiçbirine yakın değilim. Hiçbirini sahiplenmeden izliyorum sadece... Hayatın akmasına izin veriyorum. Hayat akarken, bir süre bloğumla ilgilenmeyeceğim. Onu çok sevdiğimden ilgilenmeyeceğim. Kelimelerimi sadeleştirmeye, arınmaya gidiyorum biraz da... Hayatın bana gösterdiği işaretleri yakalamaya gidiyorum. İçimdeki dengelerimi kurmaya... Teşekkürümü etmediğim göz göze kalışlarımı yaşamaya birazda... En çok ta kendi gönül gözüme bakmaya...

Ağustos sonu ailemizin yeni ferdi, beni teyze sıfatıyla onurlandiracak Defne dünyaya gelmeden dönerim belki... İki yıldır gazete okumayı boykot ederken, bir gün kendimi tüm hikayeyi okur bulduğum o içler acısı cinayet sonuçlanana kadar dönmem belki... Bir fotoğraf çekerim, işte bu dediğim an dönmek isterim belki... An durduğunda, ben o anın içinde kaybolmadığım ve ellerimle tuttuğumda içimden bir sözcük geçer,köklenmek ister, ben dönerim belki...

Hep güzel şeyler yazmak istedim bu bloğa... Yazdıklarımın geri dönüşleri için, hayata öncelikle teşekkür ederim.

Bu molayı haber vermek istedim okuyorsanız eğer... Gözlerinizin içine bakamadan teşekkür ediyorum hepinize... Kelimeler aracılığıyla beraber büyütüp, bende çoğalttıklarınız adına... Zamanla sanaldan daha gerçek olan dostlarıma ya da sessiz izleyici olsanız bile, varlığınıza.

Teşekkürler...
.
.

02 Haziran 2009

Kendime Ninni

İzleyin

Ofiste nasıl bir uyku haline girdiysem, youtube'dan bu ninniyi dinler buldum kendimi. Bu çizgi karenin içinde olup, uyumak istedim. Danalar kovulsun, klarnetçiler uçsun ama ben uyuya kalsam oracıkta..
.
Belki Sürahi hanım anne, ayran ve gözleme de yedirir bana uyanınca ?
.
Uykuya dair.. eski yazılarımdan birini ekliyorum bu postun devamına..



Gözlerim kapanıyor.. İçimde birşey havalıp duruyor.. Herşey mi yavaşladı yoksa sokakta insanlar mı koşuyor ne.. Ben mi kaldım tek başıma dünyada... İnsanların hepsi uyuyorda, bi ben mi ayaktayım.. Bu sokaktan gelen sesler niye sakinleşti böyle ninni gibi... Telefonları unuttu insanlar sanırım.. Araması gerekenler önce uykularını alıp, uyanınca çaldıracaklar zırıl zırıl benim numaramı tam da ben uykuda havalanıp uçarken.. Öğlen öğlen ben mi direniyorum uykuya.. Masamın arkasındaki yeşil koltukla flörtleşiyoruz uzaktan uzağa.. ”gellll biraz kestir huzurlu kollarımda” diyor, sonra ofisime getirdiğim şalım bağırıyor “ üstünü örterim battaniye gibi, sıcacık olursun ”.... Gözlerim ağırlaşıyor.. Uykum mu geldi.

Tavuğun kanatlarını kıvırıp, kafasınıda koltuğunun altına sokup bir süre tutarsanız uyuyakalırmış.. Benimde kollarımı birleştirip masama koyun, uyumamak için direnen kafamıda üstüne koyarsanız hemen uyurum heralde şimdi.. Aynı tavuk gibi işte...

İnsanların hayatlarının %25 ‘i uykuda geçermiş.. Ben şimdiye kadar yaşamımda olması gereken süreyi doldurmamış olabilir miyim? Ne bu öğlen öğlen basan... 10 dakika öğle uykusu bir saat ayakta tutarmış adamı.. Şuracıkta 20 dakika uyusam – beni ayakta tutacak o 1 saatte eve gider, kalan 1 saatte de yatağımın yolunu bulurum evde..

Küçükken hep az uyurdum.. Sabah ilk kalkan hep ben olurdum. O yüzden uzun bir çocukluk geçirdim.. Doya doya yaşadım çocukluğumu, uykumdan çaldıklarımla.. Şimdi büyümeye mi çalışıyorum daha çabuk acaba..

Ahh ah Shiraz ne guzel uyuyordur şimdi evde.. Cam kenarında yatıyorsa birde, değmeyin keyfine.. Patilerini altına çekmiş, hırıl mırıl horluyor bile olabilir.. İskender suya bırakmıştır tüm kütlesini, uyukluyordur eminim..

Yatağımı özledim sanırım.. Sabun ve uyku kokan pijamalarımı... ve İçine girdiğimde bulutların beni sardığını hissettiğim yorganımı...

''uyku öyle güzel birşeydir ki uğrunda butun gün uykusuz kalmak gerekir '' demiş nietzsche....

Uyku gün içinde öğrenilenlerin indekslendiği, tekrarlanan verilerin silindiği, hafızanın yeniden organize edildiği süreç diye geçiyor.. O zaman uyumalıyım ben biraz şuracıkta... Gün içinde öğrendiğim herşeyi indexlemem için... arayanlara da “hafızamı organize ediyordum” derim n’olcak..

Ya Bizim niye evrimimiz hayvanlarınki gibi olmamış ki.. At veya eşek gibi ayakta uyumuyoruz. Yada gözlerimiz açık... Niye hep yeryüzüne yatay pozisyona girmemiz gerekiyor.

Biliyor musunuz Japonya’da da iş yerlerinde öğle uykusu izni varmış. Bu çalışanlara ekstra para veriliyormuş uykuyu özendirsin diye... Ne ekstra kazanırdım ben Japon olsam.. Adamlar çok çalışıyor.. Sanırım ondan... Aslında benim bir ara hayattaki en büyük fantazim, okuduğum bir kitapta yazan uyku testine girmekti.. Sadece uyuyorsunuz, kafanıza ve kalbinize bir çeşit algılayıcı sensör takılıyor.. Uyduğunuz süre boyunca para kazanıyorsunuz.. Ne ulvi bir görev.. Ne işle meşgulsun diyenlere “uyurum” demek hoş olurdu... “Derin ve güzel uyuyan insanlar” aranıyor dense, hiç düşünmem sanırım..

Bir yerde okumuştum. Uyku, Tanrının kullarına verdiği hediyedir diye.. Uyku cennetten bir parçaymış.. Uyku cennetmiş..

“Git yüzünü yıka Burcu”.. çalışmaya devam et en iyisi.. ne uykusu !!..
Cennetini ertele geceye..
Hadi ayılmak için bir kahve yap kendine !!


01 Haziran 2009

apartman BOŞ'luğu


Bir anın içindeydim.
Apartman boşluğunda..
Bekliyordum sadece..
Ne evin içindeydim.
Ne de sokakta..

Oradaydım

Ortada,
Arada...
nefesim yankılanıyordu merdiven helezonunun
yukarıya doğru uzanan boşluğunda...


Sadece bekliyordum. Koşturarak gelmiştim. O gün hocamın dersini ben verecektim. Nanda’yı bekliyordum gelsin diye kapının anahtarıyla...

Dışarıda beklemek yerine içeri girsem keşke dedim. Şans bu ya, kadının biri yürüyüşten geldi açtı kapıyı, teşekkür ederek süzüldüm alt kata... Karanlıktı. Yorgundum da... Kapıya bakan merdivene yığdım eşyalarımı, beklemek için oturdum basamağa...

Ses yoktu ortalıkta... Yan kapıdan evin içinden mutfakta birinin yemek yaptığını hissettim. Aynı anda dışarıdan bir arabanın geçişini dinledim.

Boruları saydım, kapıdan oturduğum merdivene kadar olan merdivenleri saydım. Kapılara baktım... Neye açılıyor, neye kapanıyorlardı acaba ?

İçeride ne yaşınırdı? Kapının arkasındaki orada mı kalırdı, dışarıya taşınmazmıydı? Dışarıya her çıkışta, nereye giderdi ayaklar... ve Dışarıda ne vardı?

Dışarıdan gelmiştim, içeriye girmek istedim ve unuttuğum bir bölgede öylece oturmaya başladım o "an" orada..

Ne evin içiydi orası, ne dışarısı... Kendimin, varlığımın, var saydıklarımın, beni var ettiğimi sandıklarımın dışındaydım. Ben dediğim evin dışındaydım. Dışarısı vardı birde... Hayatın içine açılırdı kapı... İnsanların, sokakların, dönemeçlerin olduğu, yokuşların, çukurların, egoların, hırsların, iş yerlerinin, arkadaşların, aşkların, hatıraların ve yaşamdı orası... Bazen kendimi hayata kapatırdım o kapılardan ve bazen de hayata dönerdim o kapıların eşiklerinden geçerdim... Arada hep aynı apartman boşluğundan geçerdim de, farkına varmamıştım hiç böylesine... Ordaydım... İki kapının arasındaki o tarafsız bölgede...
Kendimden dışarıda, hayatın bir kapı arkasında...

Ben hep kapılardan geçerdim, kendimi evde bırakıp, kalanımı orada saklar, hayata akar, işin kapısından geçer, iş kadınını orada bırakır ve yogaya giderdim. Kapıyı çalardım yogaya başlamadan önce de... İçeri girerken, dışarıda bırakırdım hayatın keşmekeşini ve en önemlisi kendimi... Orasıydı nefesimi hatırladığım, tüm ben’liklerimden sıyrıldığım kapı... Halbuki burada, bu merdiven basamağında bulmuştum. Oturduğumda farkettim tüm gerçeği...

Bugün işe gelirken, Ben dediklerimden çalışkan, ciddi, düzenli olanı toparlayıp, Ben kapısından geçirdim, içeride kalanlarımı kilitledim sakladım akşam geri dönecek bütünleyecektim hepsini nasıl olsa... Hayata çıkmadan önce, yürüyerek inmeye karar verdim asonsör yerine... 7. katta durdum ve oturdum merdivene...

Hangi kapılardan geçiyoruz dedim içimden... İki kapı arasındaki boşlukları unuttuğumuzu hatırladım...

Yakınınızda bir kapı vardır mutlaka...
İşin kapısı... Evin kapısı...
Ve bir apartman boşluğu vardır hayata açılan kapıya gelmeden arada..

Bir kaç dakika bile olsa...
Oturun derim orada...
İçerideki kimliğinizin, içeride kaldığını göreceksiniz..
Henüz dışarıya da adım atmadıysanız...
Kalın orada...

O boşlukta bakın kendinize ve boşluktaki yansımanıza...
kapılara bakın..
Merdivene
basamaklara
boşluğa
Veya içinize...

Ben kapısı ve Hayat kapısının arasında...
Kendinize açılan bir kapı vardır mutlaka orada...
Göz hizasında veya kalbinizin oralarda..
..
.
Kapıyla karşılaşma bir sonraki yazı da..

Görsel buradan alınmıştır.

27 Mayıs 2009

Son Zamanlarda....


Bazen sevmekten ısırasın gelir ya
Sanırsın hep aç dolaşırsın...
sevgiyle sarmaladığın çocuğuna, eşine, arkadaşına...
Canım dersin, birtanem dersin yetmez..
İfade etmez bu kelimeler içindeki karışık sevgi taşmalarını..
Orijinal olmaz bir de onlar..
Bi bakmışsınız herkes birbirine Hayatım, Aşkım, Canım der .
Yok dersiniz bu değil ifadesi içimdeki yansımanın....
.
Ben uydururum. Yeni sıfatlarımı uydurmaya bir başlayayım. Kimse tutamaz beni… Kelimeler karışır, sesler bitişir, büzüşür, yepyeni canlı mı canlı kişiye özel hitaplar çıkar bir anda..
Yazımın sonunda anlatacağım hepsini... Bekleyin...

.
Şu ara yazamıyorum. Merkür gerilemeye(www.astrolojist.com/merkur_geri.asp) girdi ve onun hayatımızda temsil ettiği tüm “iletişim” gerçeği de sekteye uğradı. Okuma, yazma, konuşma… Maillerim gitmiyor. Enerjimle bilgisayar bozabiliyorum adeta. Sonra telefon numaralarım uçtu, sırf kimseyle ileteşemeyeyim diye bunlar, biliyorum. "Sevgili Merkür" diye başlayan bir yazı yazacaktım. Yazdırmadı kendisi... "21 Haziran’ı bekle" dedi... Dil çıkardım bunun karşılığında kendisine..
.
Yoga Din'miş. Öyle demiş Diyanet.. Bir kızdım okuyunca... Sonra dedim salla Burcu salla… İnsan bilmediği şey hakkında ne güzel yuvarlıyor. Affettim içimde kızdığım benlerimi… Onu da yazamadım dolayısıyla…
.
Minik Maggie Simpson konuşmaya başlamış. Emziğini çıkarıp, bebek haklarını savunmuş. Gazeteden kestim koydum o haberi panoma... Ne güzel haber dedim, umutla ve mutlulukla doldu içim nedense…
.
Bezden
iki tane çanta diktim. Tamamen uydurmasyon olunca harika oluyor yaptıklarım… Emprovize işlerde sonuca ulaşıyorum ama işin içine kural girince beceremiyorum. Güzel olsun diye başladığım şeyler bir acaip oluyor da, yapalım bakalım dediğim şeyler beni bile şaşırtıyor. Bunu yemeği tarifiyle yaparken yaşıyorum sıklıkla.. Neden acaba?
.
Blogumu çok seviyorum. Fakat acaba yorumları kapasam mı diye düşünüyorum. Şöyle estiği gibi yazsam. Bana yazsam, okumak sizin tercihiniz olsa… En gizli yerlerden çıkarsam kelimeleri … Temizlesem köşeleri… ve en önemlisi de böylece söyleyebildiğim şeyi yapabildiğim kadar net söyleyip, kendi sırrıma erer miyim?…Peki yorumlarınızı özler miyim?
.
Herkesin okuduğu kitaba veya izleyip sevdiği filme hemen ilgi gösteremem ben… Ne favori oldu, çekerim kendimi onun alanından… Elif Şafak’ın yeni kitabını aldım. Bir gün okuyacağım nasıl olsa diyerek… İki sayfasını okuyup bıraktım. Şimdi hikayeyi ben devam ettiriyorum hayalimde… Okuyup bitirmekten daha eğlenceli buluyorum bu durumu… Kendimi heyecan ile dolduruyorum. Biliyorum evde, yatağımın ucunda duruyor kitap öylece…
.
Kendime gri bir ayakkabı aldım sonra. Kaç kez vitrinin önünden geçerken kedinin ciğere baktığı gibi yalanıp durdum, saymadım. Sonra "kendine niye bu işkenceyi yapıyorsun ki” dedim. “Gir ve al”… Aldığımda da kendime hediye ettiğim bu ayakkabıya bir hediye nedeni uydurmam lazım oldu. Tamam dedim, “Kedi “olmak nedenim oldu.. :) Ayakkabılarıma bakıp, miyavladım sıkça... Sabah yeni ayakkabı diye uyanır mı kediler... Ben uyandım valla.
.
Geçenlerde üniversiteden bir erkek arkadaşım ile uzun yıllar sonunda buluştuk. Yoga yaptığımı duyunca, gülümseyerek sordu “ Kutuya girebiliyor musun, hani kendini katlayıp giriyorlar ya” Gülümsedim bende… Plazma ekran kutusu var, tüplü televizyon kutusu var hangisi diyemedim... Hatırladıkça kocaman kocaman güldüm katlanmış haldeki kendimi düşünerek...
.
Biliyorsunuz, sosyete pazarları her yerde… Geçen hafta sonu üzerine çizim yapacağım yeni projem için beyaz t-shirtler almak için pazara gittim. Arabaya park yeri bulamam diye, pazarın servisine binmeye karar verdim. Sakince servisi durdurdum ve bindim. Şöför bana dönüp, “ Nasılsınız Hocam” demez mi? Meğer yoga dersime girmiş iki kez... Bir duygulandım. Trafikte artık sinirlenmediğini söyledi. Arabanın içindeki herkese de yoganın kendi üstündeki etkilerini anlattı. Uzattığım paramı da almadı. Gözlerim dolarak, pazara gittim.
.
Ablam hamile.. Bana “sen ultrasonda Selma’nın kızını görmüştün. Efla o görüntüye benziyormuydu doğduğunda “ diye sordu. "Benziyordu" dedim. Minik burunlu, yuvarlak kafalıydı ultrasonda da… “Bizimki” dedi “ne bana, ne babasına benziyor laz bakkal amca adeta,.”. “Yapma” dedim gülerek. “Yok” dedi “babama da benziyor belki biraz”... “devam et güzel şeylere bakmaya…” dedim.. "Güzel olacak benim yiğenim mutlaka…”
.
Bakmak demişken, tüm gazeteler ve dergiler ofise düzenli geliyor. Geçen bir reklam dergisinde, bir yazı okudum. Diyor ki, “Reklamın iyiliği veya kötülüğü onu yaratanların kalplerinde ve ona bakanların gözlerinde gizlidir”…Hadi ordan dedim ilk okuduğumda... Reklam abartma ve hatta yalan sanatı da olsa çok sevdim bu sözü bir yandan da… Hayata uyarladım hemen “ hayata ne katıyorsak o anda kalbimizden geçen ve bakanın gözlerinde gizli değil midir gerçekler ?”…
.
Böyle yazmak istedim bugün..
Havadan sudan, ordan şurdan…
.
Ha ne diyorduk..
Sıfatlardan bahsediyorduk.
Benim yarattıklarımdan…
Ben son dönemlerde jiju, jijoj, jijim diyorum sıklıkla cümlemin arkasına... İsmin yerine geçiyor bunlar... Çok seviyorum kendiliğinden çıkan bu ji’leri…. Samimi geliyor "hayatım"-" güzelimden" daha fazla… Şeftaliye aşeren bir annenin, şeftali yerken mutluluğunu anlatırken çıkardığı sesler gibi :)
.
Neyse, sorabilirsiniz tabi...Tüm bunların karşılığında sana ne diye hitap ediliyor diye... Cevap vermem gerekli mi emin değilim ama...
.
Bir dakika içinde 5 şey düşündüğüm için sanırım..
Aynı anda 3 konudan bahsedebildiğim için..
Saksı hiç durmadığı için belki de.....
Saçlarımda uzayıp, kabarmaya mı başladı acaba kafamda?
.
Yeni sıfatım çok yaratıcı…
Bence çok sevimli…
Hatta bana ait bir sıfat yaratıldı diye duygulandım bile ilk duyduğum anda…
.
Tamam söylüyorum
Yeni sıfatım Kavanoz kafa.. : )
.
Kavonozun içine kendinizden ne doldurduğunuz,
Ve ona bakan gözlerde saklı değil midir gerçek aslında...
Hem istersem katlanıp, girebilirim de kavonozuma... ?!




..
.

Görsel buradan alınmıştır..



22 Mayıs 2009

Tek ayak üstünde, Denge...


Yürüyorum... Ayak tabanlarım yere temas ediyor ve bir ayağım havalanıp, diğeri başlıyor değme işlemine... Tek dizim kırılıyor, uzanıyor ayağım dokunacağı yere... Ben bunu yaparken, dengeyi öğreniyorum. Hem içerden, hem dışarıdan dengeleniyorum.

Ayaklarımla ilerlerim. Bileklerim yürümek için karar merkezlerim. ”Yürü, hareket et” diyerek onları yönlendirir beynim… Ne zaman hayatımda karar vermekte zorluk çekerim, hemen bileklerimi zedelerim…

Tabanlarımda denge merkezimi bulduğum an, kaldırıp bir ayağımı, toprağa değdiririm. Nefesimle eşlik ederim adımıma. Ayaklarım yere temas ettikçe artar farkındalığım... Baştan ayağa yenilenirim. Ayak tabanlarımın altında vücudumdaki tüm sinir uçlarının bittiği noktalara masaj yaparım böylece... Sırtım, boynum, kalbim, kollarım, kulaklarım, midem, bağırsağım, hepsini uyarır ayak tabanlarım... Şifalanırım.

Ve tek ayak üstündeyim şimdi... Dengemi korumaya çalışıyorum. Diğer tarafa fazla fazla yüklediklerim düşüyor üzerimden... “Bunlar fazla “diyor “at bunları”... Biliyorum fazla olduklarını, taşıdıklarımı ve bir türlü bırakamadıklarımı... Denge için, dengesizlik gerekir. Bedenim bu alıştığım ağırlığı atmakla şaşalar önce, yalpalarım, ama sonra alışırım. Diğer ayağımı kaldırdığımda yine boşluğa düşer gibi olurum, önce sağa –sonra sola ve merkezimi bulurum hemen sonrasında... İki taraf eşitlenir şimdi… Sağ ve sol... Dişi ve erkek... İyi ve kötü… Şefkat ve öfke... Siyah ve beyaz... Merkezde bütün olur hepsi...

Kollarımı yukarıya doğru uzatırken, vücudumun üst kısmını dik tutmam gerekir... Ayaklarımın biri önde, dizim doksan derece, diğeri arkada yay gibi uzanmakta geriye... Yukarıya doğru uzanırken tüm bedenimle, ayaklarımla yeri kavrarım... Tüm bunları yaparken, yukarıya yükselişi, vücudumun oluşturduğu üçgenleri, statik dengeyi anlar, merkezimi bulurum aynı zamanda... Yaşama benzer bu, iki elimi birleştirip uzandığım, bir ayağımla önde attığım adım, arka tarafta dengemi sağladığım tüm duygularım...

Sonra başka bir duruşa geçerim. Bedenimin bir yanı açılırken, diğer tarafı sıkışır. Bir matematik problemi gibidir yaşadığım… Hem yana, hem yukarıya, hem de aşağıya, hem sıkışma- hem de daralma... Direndikçe zorlanır beden... Ama ben bırakabilirim direnmeyi... Öğrenirim hayatın kendisi gibi, iki ayrı ucu yaşarken mutlu kalabilme yollarını keşfedebilmeyi...

En önemlisi nefesi anlarım. Nefeslerimizi... Varlığımıza üflenen değeri... Onu tüm vücudumuzda dolaştırıp, doldururuz ciğerlerimizi... Her nefeste temizleniriz. Her nefeste güzel enerjiyle doldururuz bedenimize... ve her nefeste, şükrederiz nefes alabildiğimize...

Yoga hayattır... Yaşam gibi bir sanattır...

İnancın acıysa acı çekersin. Baktığın sadece duruşun ise, sadece duran bedenini görürsün... İçeride herşey...
Neyse testinin içindeki, dışarıya da o dökülür zaten...
.
Ben beni anlamadıkça, seni anlayamam aynam... Ben bu bedeni beden diye kavradıkça, sadece et ve kemikten ibaretim aslında. Unutuyoruz ama bu beden, bir de kocaman bir ruh taşımakta...

Derinleşir içimde yollarım, bütünlerim kendimi kendimle önce, sonra seninle, sonra hayat ve evren ile, tek bir nefeste...
.
Ve yaklaşırım beni ben yapan Yaradana..
Bize hediye ettiği emanet nefesimle, her nefeste biraz daha...
Şükrederim O’na ve varlığına..

Merkezinde kal,
ister ayak tabanlarının altındaki o küçücük noktada..
İster düşüncenin ortasında...
İster ağzından çıkan her kelimenin vurgusunda...
İstersen yaşadığın dramın hayata tutunan kancasında...

ya da..
Elini uzatıp sevgiyle dokunduğunda...
Gözlerinle güzel baktığın manzarada...
Gülümseyen kelimelerinin arasında...
Kalbinin orta yerinde...
Aldığın ve verdiğin
Her Nefesinde...

ruhun ne taşıyorsa,
doldurduklarından dışarıya...
Nefesinle yaklaş ona...
.
.

12 Mayıs 2009

Bulutlar ne kadar yakın?



Bazen aynı ya herşey... Bazen çok dar ya, hayata bakabildiğimiz o nokta... Bazen söylenmeye başlıyoruz ya deli deli... Hani, olmasına imkan yok, iyi olan diğer alternatifin... Bazen öyle bunaltıyoruz ki kendi kendimizi... Bazen mutluluğun nerede olduğunu soruyoruz ya, kucak dolusu mutsuzlukla... Hani, bir yol arıyoruz ya, ana yoldan sapan o mutlu yan yola... Günler karanlık ya bazen, güneş tepede bile olsa... Biz gülmüyoruz ya, gülümsemek dudağın iki yakası kadar yakın bir mesafede olsa da...

Yol, binalar, köşedeki benzinci, yolun sağındaki çukur, 60 saniyede yeşile dönen kırmızı ışık, altından her gün geçtiğin köprü... Geldiğin ve vardığın nokta hep aynı mı yoksa?

Yukarıdan bakıldığında dünya ne garip... Bir uçak seyahatinde, her gün geçtiğim Eşkişehir yolunu havadan gördüğümde bunu düşünmüştüm. Bulutların yanından, yaşadığım yere bakıyordum. Dizi dizi evler, Avm’ler, Odtü ormanı, arada birbirini kesen yollar, düzenle yerleştirilmiş ışıklar, yoldaki karınca gibi görünen arabalar ve göz hizamda aşık olduğum o tombul mutlu bulutlar....

Küçük dünyamda, o yol ne kadar muhimdi. O yolun üstünde geçerdi ömrüm... Gittiğim, geldiğim, taşıdığım kendimi... Ne zaman bunalsam, gökyüzündeki bulutlara bakar, yolun üstünde de olsam kendi gerçekliğimden uzaklaşır, havalanırdım o an..

Şimdi kendi gerçeğimden yukarıdaydım. O bulutların arasında... Üstelik başka başka yolları, ormanları, dizi dizi binaları, dereleri, dağları, ülkeleri, şehirleri, okyanusu bile geçecektim birkaç saate kadar...

Oradan gördüğüm manzaraya benzetmiştim kendimi... Yan yana koyduğum evler, benim hayattaki varlık nedenlerimdi adeta... Dizmiştim onları da ard arda... Yollar geçerdi aralarından... Bir ona, bir diğerine giderdim iki neden arasındaki o güvenli yolda... Ağaçlar vardı, içimdeki yeşil alanlardı onlar... Nefes alıp verdiğim duraklardı sessizliğimde... Arabalar yaşamın sürekliliği gibi, akıp giderdi gitmesi veya dönmesi gereken yere... O binaların içinde, kimbilir hangi beni yaşatırdım. Evcimen olan Burcu mutfakta yemek pişirirken, diğeri bilgisayarının başında yazı yazar, biri yogaya gider, bir diğeri de hayatı dondurmuş bulutları izlerdi baktığı pencerede bazen...

Yaşadığımız nokta kadar yer, aslında çok daha büyük bir resmin içinde... Kim bilir, ne yapmaktasın o minicik noktanın içinde... Hangi kaygıları yüklenmişsin, hangi çaresizliklerini toplamış taşımaktasın sırtındaki küfede... Mutluluk sapağına dönmek isterken, yol mu bulamıyorsun bu kocaman haritanın içinde... Onlar, bunlar ve şunlar, yada insanlar.... Biz ve siz, sen ve ben arasında bir duvar yok buradan bakıldığı zaman... İçindeki yeşil alanlar yetmiyor mu artık nefes almaya... O zaman biraz daha ilerle batıya... O tarafta ağaçlar var ve kocaman bir orman oluyorlar beraberce... Hep kaderin talihsizlikleri mi yağıyor üstüne, biliyor musun dağılıyor o karanlıklar biraz ilerde... Güneşi görmek için biraz yürümeyi denesene...
....

Şimdi bir çiçeği kokla
Bir çocuğun gözlerine bak
bakar gibi aynada..
Sonra da sev onu...
yüreğinle sev hatta...

Bir de çal bakalım kalbinin kapısını......
orda mı
aşk hala...

Eğer uçabileceğine inanmazsan
asla göremezsin kanatlarını sırtında...
ve bulutların,...
aslında ne kadar yakın olduğunu sana...


...


Görsel buradan alınmıştır.

04 Mayıs 2009

dünyaya GOL atan Adam

* "der ball ist rund" Sepp Herberger


Kahvelerimiz önümüzde, caddeye nazır oturmuş, sohbete başlamıştık. Hayatta herşeyin giriş kısmı, başlangıcı heyecan vericidir.

Neler vardı anlatılacak, ah nasıl özlemişim bu mimikleri, bu tanıdığım ılımlı enerjiyi... Oturduğumuz o bir saate o kadar çok şey sığdırmak istiyordum ki... Onunla beraberken kelimeler ortalıkta uçuşmaz, her cümle derinlerde bir yere oturur, mutlu ederdi beni... Her görüşmemizde, güzel bir kitap okumuş gibi, tadı damağımda kalırdı sohbetin..

Neler yapıyorsun” dedim heyecanla....
"Dünya’ya gol atıp duruyorum” diye cevap verdi.
Biraz yaramaz ve biraz şaşkın bir mimik vardı yüzünde...
Gol ?” dedim gülümseyerek...

Gülümsedik beraber...

Aşık olmuştu. İçine ergen biri kaçmış gibi şaşkındı. Nerden başlayacağını bilmiyordu. Belki de sözcüklere dökemiyordu hislerini... Kelimeler her zaman taşırmıydı, yüklendikleri anlamı peki ?

Yüzündeki yandan gülüş, bana da bulaşmıştı ister istemez..
E bu harika bir haber” dedim..

Öylesine bir hali vardı ki, içindeki pırıltı dışına taşıyordu. Sonra tüm detayları geçip, anlatmaya başladı.

Su yüzüne çıkmışım, denizin dibinden nefessiz çıkardığım bir avuç kum var elimde... Dondurabiliyorum sanki zamanı... Küçülüyorum, büyüyorum, çocuklaşıyorum bazen, devleşiyoruz beraberken... Tüy oluyorum, hafifliyorum.... Bedenimden havalanıyorum... Bazen kale duvarı oluyorum, korumak istiyorum onu kendimden...

Ne güzel duygular bunlar, hayata gol atmak böyle birşey demek ki” dedim istemsizce..

“Dünyaya gol attım sanki.. Koca dünyayı yenmişim, şampiyonum... Zamanın bir adım önüne geçmişim, şu ana bakıyorum bir dakika ilerden" dedi.

Durduk, gülümsemimiz yüzümüzde... Kalenin öbür tarafına geçtik... Yuvarlanarak ağlara değdik, içimizdeki tüm seyirci çığlıklarla yerinden zıpladı, kolları havada mutluluk dansı yaptı beraber. Top toprağa henüz değmiş değildi.

Herşeyden daha güçlü hissediyorum kendimi... Yüreğimin böylesine kabardığında, onu taşıyacak gögüs kafesine sahipmişim meğer... Bu kadar şaşkınken de, güzelmişiz hepimiz... Bugün ev sahibine gülümsedim biliyormusun... Suratsız patron “sende bir değişiklik var bügünlerde” dedi.. Yürüyorum ama ayaklarım değmiyor ki yere... Sabahları mutlulukla uyanıyorum, uyanık rüyanın içindeyim sanki... Ayaklarım titriyormuş hala benimde, elimi kolumu koyacak yer bulamıyormuşum. Ah o usta olduğum kelimeler var ya... Onlar uçuşuyormuş beynimden benimde... Düşünceler ses olurken, anlamsızlaşıyormuş. Sadece susmak ne güzelmiş. Bu acemilik, bu hafiflik....

Dinlemeyi tercih ettim, doyasıya anlatsın diye... Çünkü yaşadığı bana da mutluluk olarak dönüyordu, sözcüklerle...




Beraber gülümsüyorduk.. Dünyaya Gol atan bir adamın mutluluğuydu. Hayatı boyunca orta alanda top koşturmuştu, iyi bir pasördü, hep beraber ulaşılan başarıların kahramanlarındandı. Ama bu sefer tüm oyuncuları geçmiş, kaleyi görmüştü ve anladı ki *top yuvarlaktı.

Bir gol, başkasını getirmişti, sonra bir diğerini... Aynı para parayı çeker gibi, Aşk aşkı çekmiş, yeni aşklar doğurmuştu içinde...

"Hadi" dedi. "Bu aşk yine acıktırdı beni... Kalk, birşeyler yiyelim. "Hesabı ödedik, kol kola girerek caddeye çıktık.

Aşık insanın enerjisi lazım herkese... Herkes aşık olsa, hepimiz uçarak dolaşsak ve böyle şapşal şapşal gülümsesek keşke...”
Bu sözümü iltifat saydı, devam etti gülümsemeye..

Parkın köşesindeki büfede birşeyler yemeğe karar verdik. Minik hasır taburelere oturduk, siparişlerimiz geldi. Ben gözlemimi dişlerken, o da ekmek arası köftesini yiyordu. Sonra bana döndü.

“Baksana,
Şu ciddiye aldığımız Dünya, ekmek arasına girse,
o açlıkla ağız dolusu bir ısırık alsak şöyle...
“Ohh bee” dermiyiz..
Yedim seni be dünya.. !!!”


Kahkahalarla gülmeye başladık.

Sessizlik içinde yemeklerimizi yemeye ve zamana attığımız golün ihtişamının tadını çıkarmaya devam ettik...

Zamanda yuvarlaktı nasıl olsa...
Saatler döner, günler döner, aylar döner
Yıl 365 çeker..
Ama biri var ki,
zamanı biriktirir..
gol atmaz mı?
4 yılda bir...
.
..



Görseller
1/2

25 Nisan 2009

Elmas mı Bu ?



kimilerinin yara izleri yüzündedir
bir kahramanlık taşır orada öylece...

kimilerinin dizlerinde vardır yaranın izi...
yüksek bir yerden düşmüş olabilir belki....

kimilerinin yara izleri çocukluktan kalma.. Unutulmuştur orada...

kimilerinin yara izleri çocukluktan değildir... büyümeye koşarken olmuş olabilir..
kimilerinin yara izleri kalbindedir... bir aşktan hatıra...

kimileri yara izini tutarak yazar,
ya ondan aldığı güç ile yazmakta...
ya da kelimeler ile pansuman yapmakta oraya.
..
bazen de elin hemen altında saklanmaya çalışılmakta,

YARA aslında hala için için kanıyor da olsa....

Ders bitmişti. Öğrencilerle ayaküstü sohbete başlamıştık. İçlerinden biri benimle konuşurken hep gözlerini kaçırıyordu. Gözü gözüme değdiği anda, gözlerini çevirip düşüncelerini savuyordu aklından... “Bu gözünün üstündeki iz ne güzelmiş” diyivermiş oldum aniden.. Yüzünde bir soru işareti belirdi,” Gerçekten mi?” dedi şaşkınlıkla gülümsedi.. “Öyle” dedim. “Boncuk gözlerine, kalbinden yansıyan duru güzelliğine hoş bir nişan gibi..." Rahatladı bir anda...”Sana ait, senin o ve sende güzelliğe bürünmüş çok güzel bir iz.." Öyleydi gerçekten... Bütünün içinde, bir anlamdı ona anlam katan, simetride farklılaştıran... Ben bunu dediğimde daha da rahatladı, eli gitti gözünün üstüne, üzerine sürdüğü koyu farı silindi, farkına bile varmadı o an.
.
İzler vardır. Çirkindir, çirkin diye bilip, onu öyle taşıyana....
İzler vardır taşıyanın kabuluyle güzelleşir, parçası olur onun, bütünleşir.
Ben çok severim izleri... O İzleri takip etmeyi...

.
Bal rengiydi gözleri, kızıl kahveydi saçları... Teni bembeyazdı. Ben ona incir surat derdim. Öyle güzeldi ki, incir gibi "ye beni" derdi adeta... Yüzünün sol tarafında, köpeğinin bıraktığı ince bir iz taşırdı kaşının ortasından yanağına kadar inen... Ona baktığımda, yüzünde o yaraya rağmen köpeğine duyduğu sevgiyi görürdüm. Küçüktü, kendinden 3 kat büyük köpeğine sarılırken olmuştu yara. Yüzü kanlar içinde, oynamaya devam ettiğini anlatırdı her defasında... Köpeği öldü, o hep o izi taşımaya devam edecekti kendi yüzünde, köpeğini hatırlayarak sevgiyle...
.
Benimde bacağımda bir izim var böyle... 18 yaşımda, yazlık evimizin olduğu yerde, motosiklette kiralanıyordu. Rüzgarı seviyordum o zamanlarda da... Bir de çok aşıktım birine, daha hızlı gitmek istiyordum olduğu yere... Motosikleti akşam saati dükkana teslim ederken, bacağımı egzost borusuna yapıştırdım. Çok acı çektim, 2 hafta denize giremedim. Geçti acısı bir süre sonra, ama izi kaldı o zamandan hatıra... O yara benimle beraber büyüdü. Bileğimde olan yara şimdi dizimin yakınlarında... Her gördüğümde, o deli hallerimi hatırlarım. Yine olsa, aşk için yine yaralanırım. Çocukken duvara çizerek boy ölçülür ya, ben o yaranın dizime gelişiyle üzerimde çizdim büyümemin çizgilerini adeta...
.
Görünen yaralar vardır böyle... Bir iz taşır, hikayesi vardır. Ne güzelmiş dedirtir hep bana...
.
Bir de başka izler vardır, insanlar yüreğinde taşır. Görünürler bazen, bazen de saklanırlar yolunup durdukları kabuklarının altında... Ben o izleri de severim. Beyazlamaya başlayan saçlar gibi, yaşama dair anılardır onlar, varlığı sevilerek taşınabilir.
.
Kimi saklamayı seçer, fondotenle örter yaralarının üstünü...
Yokmuş, hiç olmamış gibi...
Oysa yürek fondoten tutmaz, yara ister istemez gösterir köşeden kendini...
.
Bazımız yaralı bereli sanar onunla kendini...
Bazımız taşır üstünde onu, sadece ona ait olan değerli bir mücevher gibi...

.
Bugün bir arkadaşım oldu benim. Kendisi tam 6 yaşında... Parmağımdaki obsidyen yüzüğüme baktı, sonra da cebinden bir taş çıkarttı heyecanla... Taşı gösterip, bundan yüzük yapmak istediğini söyledi...” Ama bu alalade bir taş” dedim görgüsüzce. ”Başka yüzükler alayım ben sana, mesala uğur böcekli, barbie bebekli ?”. Hayır dedi ısrarla “Bunu istiyorum. Bunu takacağım ben...” Gülümsedim içimden... İpe bağladık taşı, altından ataçla yüzük yaptım parmağına, bir de sağlam olsun diye yapıştırıcı sürdük taşın altına. Tüm gün eli havada dolaştı Leydi havasında... Herkese gösterdi yüzüğünü... Onu öyle görenlerden biri sordu...”Ne güzel bir yüzük bu, taşı nedir, değerli mi”... “Evet” dedi ama anımsayamadı bir anda... Koşarak yanıma geldi. Kulağıma fısıldadı.” Hani bir taş vardı ya.. hımm... Elmas !! Elmas !!...” dedi ve hızlıca gitti soruyu soranın yanına... Adamın pantolununu çekiştirip, ”Elmas bu, baakk” dedi yüzüğünü uzattı tüm ihtişamıyla, üzerine de hikayeler uydurdu sonra. Gülümsedim.
.
Kimine göre, cebinde bir elmas yok yüzük yapılabilecek..
Kimine göre, yüzüğümüz yok, üzerinde böcek yada bir barbie bebek..
Kimine göre, ipten ve ataçtan yüzük mü olur ?
Kimine göre yerdeki taş, bildiğin çakıl taşı işte....
Ayrıca elmas yüzüğü olsa ne yapacak ki?
Kimisi senin yüzüğünü çöp der, güzelmiş derken yüzüne...
.
Kimisi cebindeki taşları hala saklamakta en kuytu köşede, kendisi bile görmez o dipte...
.
...
O Elmas yüzüğünü taşırken etrafta,
Saklamamasını diledim eğer birgün hepimiz gibi
olur da yara alırsa...
.
İçimden "umarım böyle taşırsın" dedim
Elmas bir yüzüğü taşıyan Leydi havasında..
.
Kim değer biçebilir ki,
sen onu elmas bildikten sonra..
.
.