23 Eylül 2010

Göz Göze ...





Çocuklarrr” diye bağıran bir yetişkin, kendiyle yaşıt diğer çocukları rahatsız edebilir. Diğer çocuklar büyüdüklerini sanırlar, çünkü artık çocuk değillerdir kendilerince... Oysa yanılırlar, hepimiz hala çocuğuz ve büyüdükçe bir bok olmuyoruz...



2. Çocuk yogası eğitimimi geçen haftasonu 3 günlük bir eğitim ile tamamlamış oldum. Rainbow Kids yoga eğitimi, benim daha önce Ankara’da aldığım eğitimin 3 güne sıkıştırılmış bir haliydi. Fakat bu eğitim ile beraber yeni oyunlar öğrendim ve yepyeni insanlarla tanışmış oldum. Yoga sayesinde kurulan her dostluk benim için çok değerli... Yogayla sosyalleşmek beni hep mutlu ediyor ve bir sürü çocukla tanışmak, bunun nasıl bir duygu olduğunu anlatamam...




Toplam 30 kişiydik. Eğitime katılanların hepsi uzaktan yakından çocukların içindeydi. Bazımızın çocuğu vardı, bazımız bir şekilde çocuklara eğitim veriyorduk ama hangimiz kendimiz için oradaydık, henüz bilmiyorduk. 3 günlük eğitim, günde dolu dolu 7 saat süren hoş anılarla dolu..... Eğitimin ilk dakikalarında, herkes kendini tanıttı. “İsmin ne, ne iş yaparsın?” Eğitmenimiz Caye, başka bir soru daha ekledi tanıtım konuşmamıza “ büyüyünce ne olacaksın? ”... Kimse böyle bir soru beklemiyordu, sistem bir anda durakladı. Büyüyünce olmuş olduğumuz şeyi, olmuşmuyduk peki?


Çocuklara öğreteceğimiz her tür oyun, yoga duruşunu öğrenmeye koyulmuştuk. Notlar aldık, yoga duruşlarını deneyimledik, oyunların içinde yer aldık. Ne kadar kolaydır halbuki yerde yuvarlanmak, nedensiz kahkaha atmak, hoplamak-zıplamak... İlk gün tutukluğumuz, büyümenin verdiği tutukluktu. Öğrenmek için ordaydık, ama oyunu, çoşkuyu yaşamak için hatırlamamız gerekti.

.

Dolu dolu geçen iki günün ardından son gün yan yana, kol kola, ayaklarımızı tutarak, sırtlarımıza masaj yaparak bir sürü oyun oynamıştık. O gün kim olduğumuz daha da önemsizleşmeye başlamıştı. Düşmemek için yanımızdakine sarılmıştık sık sık, denizde dalga olmak için yan yana dizilerek yerde yuvarlanmıştık bir sürü... Dokunmak adına bir sürü yol almıştık. Maskeleri, kimlikleri bırakıp çocukluğumuzu yaşadığımız bir noktaya varmıştı artık samimiyetimiz...


İşte o gün eğitmenimiz Caye hepimizi el ele tutuşturdu. Bir grup içerde, diğer grup dışarda çember yaparak göz göze mandala çalışmasına başladık. Fonda hafif bir müzik... Göz göze geçen dakikalar... Her 2 dakikada bir çember dönüyor, karşında başka bir çift göz....


Normalde o kadar uzun bakmıyoruz hiç kimsenin gözlerimizin içine... Hatta normal şartlarda gözlerimizi kaçırıyoruz sık sık... Çemberin içinde ilk bakışlar kaçtı bazen, bazen kıkırdayarak gülümsedik. Hem yanımdaki iki kişinin elini tutuyorum, hem karşımdakinin gözlerinin içine bakıyorum. Nasıl bir akış var. Elllerimden, gözlerimden yüreğime... Baktığım yerde cümleler geçiyor içimden... Sessiz, göz göze konuşmalar... O kadar çok konuşuyorki ki içim ? “Merhaba, tanışmıyoruz ama... “ “ Şimdi sen ne görüyorsun acaba?” “Niye gözlerin doldu şimdi?” Soruları bırakmaya karar veriyorum. Güzel şeyler söylemek istiyorum gördüğüme, görünene, benden –ona, ondan ben’e.... “Çok güzel bir çocuksun... Sevgiyle görüyorum seni... “ Çember 3. Kez hareket ettiğinde afacan bir kız çocuğu düşüyor karşıma... Birbirimize mimiklerle neler anlatiyoruz kimbilir. Gülümsüyoruz, kıkırdamamak için kendimizi zor tutuyoruz, sonra şefkatle yumuşayıp sanki birbirimizin saçlarını okşuyoruz. O noktada gözlerim dolmaya başlıyor. Gözlerimi hareket ettirmediğim için lensim gözümü sulandırıyor diye düşünüyorum. Halbuki biliyorum, içime işliyor bakışlar... Kaçamıyoruz, görünmeye başlıyoruz, baktıça şeffaflaşıyoruz. Göz ne çok şey anlatıyor. Neler gördük, nasıl baktık, kimbilir ne anlattık ? Çember bir kez daha dönüyor. Masmavi bir çocuk... Gözlerini kaçırmak istiyor ama kaçırmaması gerekiyor... Öylesine kasmış ki kendini, yanakları kırmızı kırmızı... Gözleri dolunca, tutuyor kendini, onun yerine benim gözlerim yaşarıyor. Büyümüş bir erkek çocuk görüyorum karşımda, büyüdüğü için bırakamayan kendini.... Dakika yine atıyor, gözlerimizle teşekkür edip eş değiştiriyoruz yine.. “Merhaba”.. bakıyoruz içimize, yüreğimize... Uzun uzun, gülümseyerek şefkatle... İçimden “çok seviliyorsun, merak etme” diye geçiyor, gözleri doluyor, sonra benimde artık yaşlar süzülüyor yanaklarımdan... Dakika dolduğunda, yüreğim sevilmekle dolu dolu teşekkür ediyorum ve yine eşimi değiştiriyorum. Hepimiz çemberin içinde, yüreklerimizle bakıyoruz birbirimize... Bu sefer çok ağlamış biri geliyor karşıma... Gülümsüyorum. Beraber gülümsüyerek temizliyoruz içimizdekileri... Güzel şeyler fısıldıyor yüreğim, küçük bir kız çocuğunun fısıldaması gibi... Biz” diyorum cümlelerimde artık, gördüğüm benden çünkü... Benim gördüğümü o da görüyor... Aslında aynı çemberin içinde hepimiz görmekteyiz bir’liğimizi... Kapılar yıkılıyor, duvarlar çöküyor, süzülmesi gerekenler boşalıyor içimizden, gülücükler atılıyor, ruhumuz fısıldıyor gözlerden yüreklere... Çemberin içinde kaç çocuk gördüğümü sayamam. Renk renk, cıvıl cıvıl, saf, güzel, pırıl pırıl... Kaç çocuk gördüm içimde sayamam. Kaç kapı açıldı içime, kaç duvar yıkıldı, süzüldü içimden gitmesi gerekenler ve kendimde kaç tanesiyle karşılaştım, saymadım. Çember tamamlandığında bir tur atılıyor hızlıca ve durduğunuz noktada karşınıza düşen kişiye sarılın diyor eğitmen... Sarılmak değil bunun adı, herkes birbiriyle kucaklaşıyor gözleri kapalı.... Kalp kalbe kucaklaşıyor, hatta yetmiyor daha da sarıyor kollarını....



Yerlerimize geçtiğimizde sessizlik hakim... Herkes artık daha iyi tanıyor birbirini... Herkes daha arkadaş, daha kendi....



Gözler aklımdan gitmiyor öğle molasında... Tüm katılımcılar birşeyler duymuş göz göze geldiğinde... ve ne güzel bir duygu ki, çoğu cümle eşleşiyor o an karşılıklı içimizden geçenlere... ve tanıdık, özlediğimiz sevgiye....




Göz göze gelindiğinde insanın içinden en çok “ Sevilip sevilmediği korkusu” geçermiş... Çocukken başkalarının sizi sevmesi için kodlanmışsanız, büyüyünce de aynı korkuyla yaşarsınız. O yüzden, çocuklara kendilerini başkalarına sevdirmek için kodlanması yerine, önce kendilerini sevmeyi öğretilmesi gerekiyor.


Geçen haftasonu benim gibi bir sürü çocukla tanıştım... Şimdi ne zaman aynada kendimle göz göze gelsem, “seni çok seviyorum çocuk” diyorum kendime. Ve kendi gözlerime bakarken, aslında herkese sevgiyle baktığımı biliyorum.


..


Brajeshwari.dd / 20.09.2010


.
. Itsumo Nando / indirmek için tık


Şarkı şöyle der :
it's calling, somewhere deep in my heart.
i want to have an exciting dream always.
there are countless sorrows,
but i will surely see you beyond them.
every time one makes a mistake,
one just knows the blue of the blue sky.
it looks that the path continues to no end,
but these arms can hold the light.
my silent heart in the time of farewell,
the body that becomes zero listens carefully.
the mystery of being alive, the mystery of going to die,
it's the same with flowers, winds, and towns.
it's calling, somewhere deep in my heart,
let's make a dream, always and time after time.
rather than count the number of sorrows,
let's sing softly with the same lips.
in the closing memories,
i always hear the whisper that i do not want to forget.
even on a shattered mirror,
a new landscape can be reflected.
the morning of the beginning, the quiet window.
fill up the body that becomes zero.
i no longer look for it over the sea.
the shining thing has been here always,
i have found it in myself.

19 Eylül 2010

Burada !






Bayram tatili, tatilsiz geçen 2 yıl sonunda yüzümüzü güneşe çevirip, ayaklarımızı denize değdirip, bedenlerimizi şezlonglarda umarsızca bırakıp, unutmak, zihnimizi sıfırlamak için beklenen bir zaman dilimi olmuştu bizim için... Öncesinde geçirilen taşınma, şehre alışma telaşı yerini geri sayılan günlere bırakmıştı. 4 gün sonra, 3 gün, 2 gün, ve Bodrum’a ayak basışımız...

Son bir yıldır, iş değiştirmiş, hayatın bize, düzenimize verdiği yeni yönlere söylenmeden girmeyi başarmıştık. Ürküyorduk ama iyi yürekliydik, tek gücümüzde buydu. Dostlarımızı, ailemizi, evimizi bırakıp, şehir değiştirmiş, yepyeni bir evde, yepyeni bir hayata adım atarken yürekli olmaya çalışmadan kendimiz olmaya karar vermiştik. “Evinize, İstanbul’a alıştınız mı? “ diye soranlar olmuş, tüm yerleşme, alışma, korkuyla yüzleşme safhalarını bir kenara bırakıp, yorgunluğumuzu da çok fazla dillendirmeden “insan burda da insan, yol burda da yol, burda da nefes alıyoruz” diyerek alıştığımızı söylesekte, alışmanın tam anlamını sorgulamamış, yaşama bakmaya seçmiştik. Sadece çok özlemek vardı içimizde... Özlemekle başetmek zormuş gerçekten... Yıllar önceki bir sohbette en başedilmez duygunun ‘pişman olmak’ olduğunu emin bir şekilde söylemiştim. Ama özlemenin ne demek olduğunu bilmediğimi şimdi anlamıştım. Ankara’da ailemle yaşayan kedimin fotoğrafını öperken, son dersimde taktığım küpelerin öğrencilerimden bana şans getireceğini düşünürken, babamın aradığını görüp duygusallaşmamak için kendimi frenlerken tam kalbimde hissetmiştim özlemenin başedilmezliğini. Arkadaşlarımızla, ailemizle aramıza mesafeler girmiş, ilişkinin mesafelere takılan sürüdürülemezliğini öğrenmiş, ama onları sevmenin ömür boyu süreceğini yaşayarak tecrübe etmiştik. Bunu öğrendikten sonra ‘özlemek’ kelimesi çok fazla dillenmeden, ötelenen hatta hayatın içinde ızdırap verici bir yük haline getirilmeden kapı dışarı edilen bir duygu halini almıştı. Özlemek, yalnız kaldığında, kendini kötü hissettiğinde, yabancılaştığında yasaklı kelime olarak ilan edilmişti.

Bodrum’un Eylül günündeydik. Sürekli derin nefesler alıp, “ben burda yaşarım” diyordum. Artık yaşadığım, kök saldığım şehirden koptuktan sonra her yerde yaşayabileceğime inanıyordum. Çoğu zaman yersiz, yurtsuz hissediyordum kendimi ama artık çok fazla kendi ülkemdeydim. Kendimleydim. Şezlongun üzerinde sağa sola dönerek kitabımı okurken, bazen kıyıya vuran dalgalanın sesine, bazen ufuktaki yelkenlilere dalmışken bu düşüncelerin içimden akışını izliyordum. Aynı zamanda gölgesine kurulduğum ılgın ağacının, narin ama iğneli yapraklarına hiç bir zaman bakmadığım kadar dikkatle bakıyor, onu anlamaya çalışıyordum. Gözlerim kapanıp, güneşin ve gölgenin birbiriyle çekişmesine aldırmadan, çocuk ve dalga sesleri arasında, ılık rüzgarın ninnisiyle mutlu uykulara dalıyordum. Elimdeki kitap yanıbaşıma düşerken, hikayenin kahramanı Azra’nın bir sonraki sayfada anlatacağı şeyleri düşlerken, kendi rüyalarıma doğru yolculuğa çıkıyordum. Sanki yattığım şezlong ığıl ığıl denize doğru kayıyor, ben sahilde minik dalgalar eşliğinde rüyamdaki yolculuğa çıkıyordum. Zihnim uçuşuyor, bedenim hafifliyor, ben hiçbirşey yaparak düşüncelerimin, yüklendiklerimin ve kalbinden geçenlerin seyrini sürüyordum. Ne zaman deniz kokusuyla, tarçınlı güneş kremi kokusu burnuma çalınıyor, o zaman kendimi cennette hissediyordum. Rüya adeta uyandığımda da devam ediyordu.

Bir sürü ten, vucüt, ayak, kol, göbek görüyordum sahilde... Bazıları güneşe taparcasına bronzlaşmaya çalışırken gözüme takılıyordu. Bazısı yağlı, yuvarlak, sarkmıştı bedenlerin... Eskimişti çoğu... Bazısı genç, diri ve beyazdı. Oturduğum yerden yılın en az dokuz ayı saklanmış bedenlerin, deniz kenarında özgürleşmelerini, oldukları gibi ortaya çıkmalarını izliyordum. Hangi kıvrım, hangi vucut güzel kalabiliyordu? Deri eskiyor, şekiller deforme oluyor, buna rağmen içimizde yenilenen, şekillenen duyguların, öğretilerin gerçekliğine varıyordum her seferinde... Büyüyen, çoğalan, sadeleşen ve farkına varıldıkça güzelleşen...

Denize baktığım zaman, uçsuz bucaksızlığında öğreticiliğini hissediyordum. Uzaklara bakmak, insanın en yakınındaki detaylarda boğulmasını önlüyordu. Geceleri deniz korkutucu gelebilirdi bazılarına... Ama ben denizin kendi karanlıklarıyla barıştığını düşünüyordum geceleri... Herkesin sırları vardır, onun neden olmasın ki?

Hiç karnım doymamış, şimdiye kadar hiç tad almamışım gibi güzel sofralara oturuyorduk... Şeftali başka suluydu, balık başka bir leziz, suyun tadı daha serin, karpuz sanki daha kırmızıydı burada. Yediğimiz yemekler, keyifli sohbetlerle birleşince sağlıklı oluşumuza, hayata, karnımızın tokluğuna tekrar tekrar şükrederken buluyordum kendimi...

Saat gece yarısını geçtiğinde geceyi biraz daha fazla yaşamak için uykuyu öteliyor, sonra bir sonraki günün varlığını hatırlayıp beyaz yataklarımızın içinde, uykunun beyazlığına bırakıyorduk bedenlerimizi... Günlerden hangi güne uyandığımızı, saatin kaç olduğunu bilmeden yeni güne başlarken, her gün biraz daha bronzlaşmış tenlerimize rağmen, her sabah uykunun beyazlığı bulanıyor, şeffaflaşıyordu ruhlarımız sanki...

O gün yine böyle duygularla uyanmıştım. Ama unutmuştum doğum günü çocuğu olduğumu... Sabahın ilk öpücükleri yanaklarıma konarken, yüreğimden bolca gülümsüyordum. Telefonda yanımda olanların sesini duymakla mutluluğum artıyor, kutlama mesajlarına bakarken kalpten teşekkür ediyordum yüreğime dokunanlara... Büyümüştüm. Bugün ne rüzgar benim için esiyor, ne de deniz benim şerefime dalgalanıyordu. Eskiden sahibi olduğumu sandığım gün şimdi herkesin olabilirdi.

Kahvaltı masasında her zaman oturduğum sandalyede yerimi almıştım. Bahçedeki taş sedirin hemen arkasındaki tepede kök salmış palamut ağacına dalmıştı gözlerim... Bahçenin en güzel yerinde, denize ve tüm manzaraya hakim bu ağaçtan gözümü alamıyordum her sabah olduğu gibi... Kahvaltı başladığında uykunun mahmurluğundan gözlerimin daldığını sanıp, ister istemez doğum günü çocuğunun ne düşündüğünü sormuş oldular...

Düşünüyordum. Bu ağaç sonbaharda nasıl görünüyordu acaba? Bizler büyük şehirlerde –kışın şartlarına uyum sağlarken, o bu sırada manzarada ne görüyordu? Kışın tenhalığında yalnızmıydı? Göz gözü görmeyen Bodrum yağmurlarında seviniyormuydu toprağının kana kana suya doymasına ? Peki ben niye bu ağaca dalıp düşüncelere dalıyordum her sabah?

Sadece ağzımdan “Ben burada yaşarım” diye bir cümle çıkmıştı sorulan sorunun bir kaç dakika sonrasında... Gülümsemişti masada yanımda oturan sevdiklerim.... Belki burada yaşama isteğim ciddiye alınmamıştı, belki doğum günü çocuğu olduğum için her söylediğime gülümseyeceklerdi, bilemiyordum...

Hayatıma kışlar geliyor, güneş açıyor, manzara devamlı değişiyor, bazen tenha, bazen kalabalıklaşıyordu ortalık fazlasıyla... Tüm bu değişimlere rağmen, artık biliyordum; sayılar büyüyordu sadece, içimde başka bir matematik çalışıyordu büyümek adına...

Ben zaten gördüğüm ve hissettiğim yerde, “burada” yaşıyordum. Sayılarla yolun yarısındaydım ama yolun kalanında yaşayacağım şeyleri düşünmeden, yeni şeyler dilemeden öylece duruldum. Sanki büyümek adına işleyen çark bir milim daha hareket etti o an içimde... Hafiflemiştim. Palamut ağacı bana bakıyordu şimdi.... Gözlerimi kaçırmadan ona gülümsedim.


.

.

.


Brajeshwari /13.09.2010 / Bodrum-Gümüşlük

.

.
.



.

... Kendime doğum günü hediye şarkısı ..Dans etmek serbest...