28 Aralık 2011

"Yeniye YER aç" ritüeli...



Melissa ve adacayi yapraklarını yanmayacak bir potun içine koydu önce... Bu onun sevdiği bir ritüeldi. Çakmağı aldı, potun içindeki yapraklarin birinin ucunu tutuşturdu. Önce dumanın isli kokusu geldi burnuna, sonra yavaş yavaş adaçayı ve melissa yapraklarının egzotik kokusu yayılmaya başladı. Potu eline aldı ve odanın içersinde bu gizemli tütsüyü dolaştırmaya başladı. Ayin gibi işini ciddiyetle yapıyordu. Evin tüm köşelerinde birikmiş enerjiler yanıp, sanki siyah dumanın içine karşıyordu. O köşelerde ne çok şey birikmişti kimbilir... Bazen ev nefessiz bırakırdı onu, bazen de içerideki huzur hiç bir yerde olmazdı. Yatağının üzerinde dolaştırdı tütsüyü, uykularından yatağa sinmiş kabuslarla vedalaştı sanki... Koltukların üzerinde gezdirdi, misafirlerin bıraktığı negatif enerjiler dağıldı sonra... Duvarların sivri köşelerinden, eşiklerden, kirişlerden, kapı girişlerinden geçirdi tütsüyü, akmayan enerji boşaldı sanki, iyi enerjinin geçişi ferahladı. İçerisi adaçayının gizemli kokusu, melissanın baş döndürücülüyle dolmaya başlamıştı. Tüm ev tütsülendiğinde potu iki ayağının ortasında yere koydu. Sıra ona gelmişti. Tüm bedeni tütsülenmeye başladığında gözlerini kapadı, iki ayağını iyice yere kökledi ve teslim oldu rituelin gerekliliğine... Bedenin biriktirdikleri, enerji kanalları, meridyenleri, düşünce tıkanıklıkları, eskiler yanan tütsüyle havalandı üzerinden.... Başı dönüyordu. Biliyordu onu hafiflettiğini, hep aynı baş dönmesiydi yaşadığı...
.
Bu ritueli nerden bildiğini hatırlamıyordu ama her defasında işe yaradığını hissediyordu. Şamanik genleri ona bu yıl adaçayının yanına melissa yaprağını koymasını fısıldamıştı sanki... Acaba melissanın gizemi neydi diye düşünmeden, dinlemişti iç sesinin söylediğini... Aktarda eli gitmiş, doldurmuştu melissa yapraklarını da torbaya...
.
Rituelin en sonunda camları açtı. Tüm ev, temiz hava ve iyi enerjiyle dolmaya başladı. İçerdeki yoğun koku ve duman dağıldıkça, ev hafifledi. Mayhoş bir koku kaldı geriye, bundan her zaman çok hoşlanırdı.
.
Potun tam sönmesi için onu balkona bıraktı. Sonra banyoya gitti. Bol deniz tuzlu, karanfil, gül kurusu ve yasemin yağlı karışımı küvetin içine boşalttı. Suyu açtı. Deniz sıfır noktasıydı. Sıfır noktası nötr bir enerji demekti. Deniz suyu o yüzden tüm insanlara iyi gelirdi. Şimdi bu suyun şifasıyla sıfırlanacaktı. Küvetin içine girdi. Suya ve şifaya teslim etti kendini... Gözlerini kapattı, dinledi, sustu, bazen kalbi şıkışıp kuvetten çıkmak istedi, nefesine odaklanıp durmaya gayret etti. On dakika sonra sabun kokulu bornozuna sarınıp, odasına geçti. Yorgundu, ağırlaşmıştı bedeni sanki... Ama bu aslında hafiflediği içindi. Taşıdığı yükler gitmişti, tüm enerjiler dağılmıştı üstünden... Bir esinti vardı üstünde, içinde, yüreğinde.... Kocaman bir bardak suyu sakinlikle içti, yatağına uzandı. O gün sanki uykusunu hiç almamış gibi gözleri ağırlaşmaya başlamıştı.
.
Yeni yıl gelmeden yeniye yer açmak güzeldi.
Ne gelecekse hoş gelsindi... O hazırdı...

Gülümseyerek, tertemiz bir uykuya daldı...

09 Aralık 2011

Ağaçların Kalpleri vardır...

İstanbul/ Ağustos 2011
.
.
Uzun zaman yazamadim... Böyle sanki ayva yemişim de, boğazımda takılı kalmış lokmam... (Bu dönemde ayvayı da gerçekten yemiş olabilirim tabii...) Uzun zaman yazamama bahaneler uydurdum; hayat karışıktı, vardır bir nedeni dedim önce... Sonra artık sözün enerjisi bitiyor, herkes yazıyor, konuşuyor, susmak lazım heralde,... dedim. Biraz dinlemeliyim dedim, ama kendi blogumdan tüm bloglara, twitter iletilerine kadar baştan sona okudum da, okudum... Sonra, yeni odam ağaç görmüyor, ayrıca sadece çatıları gören küçük bir camı var, ondan ilham gelmiyor olabilir, dedim... Çok bahanem vardı. Tüm bunlara rağmen inat edip, ne zaman word belgesini açıp yazmaya başlasam, bir korku doldu içime, boş beyaz sayfa ürpertisi koydum bunun ismini de...
.
Hepsi geçti... Ruhumla, kalbimle, göz yaşlarıyla şeffaflaşarak bir dua etmiştim bu yılın başlarında... Duamıydı, yakarışmıydı bilmiyorum, belki de kendinden bir vazgeçişti. Sadece şunu dediğimi çok net hatırlıyorum...”Tanrım, çok korkuyorum ve artık bu korkunun içinden geçmek istiyorum, yardım et bana”.... Bununla beraber, yolum değişmeye başladı. Zordu, zorluydu hala biraz zor ama artık yüreğimi basan o korku kalmadı. Ateşiyle, yürek yangısıyla yürüyen biri gibiydim bir süre... Hayatın beni bağlayan iplikleri bazen boşalıyordu. Kimse farketmiyordu ama, bazen yüreğimden ellerime kadar varıyordu titremelerim... Hiç olmadık şeylere ağlar buluyordum kendimi... Ama her seferinde bir güç, sanki kocaman elleriyle beni sırtımdan tuttuğu gibi silkeliyor, sonra olduğum yere ayakta bırakıyordu. Ben kalbiyle ayakta durabilen biriydim. Kalbimden yıkılırdım önce... Yükselirken kalbimden büyürdüm... Bedenin diğer tüm uzuvları, sadece uzuvdu. Ayaklarıma baktım o an... “Yeryüzünü kavra” ne zordur yeryüzünden daha minik ayaklar için... Ayağa kalktığım her sefer, ayak tabanımın daha güçlü yere bastığını hissettim. Kalbim bu ortaklığa çok sevindi.
.
Artık sözlerin hiç bir önemi kalmadi aslında... Cümleler enerjilerini kaybediyor, tüketiliyor her yerde... Tüketelim...Tüketelim ki bitsin... Bir tabaka daha sıyrılırız. Bir tabaka daha atarız üstümüzden, kendimizi anlatarak olmaktan... Göz göze gelişin, birbirine aşkla- dostça sevgiyle dokunmanın, bir gülümsenin cümle olarak tanımsızlığına varırız belki o zaman... Uzaklara telefonsuz varır belki sevgimiz, sadece düşünerek bile... Cümlelerimizden başlar arınma belki böylece... Hayatın içinde fazla fazlalıklarımızdan da atabiliriz sonra... Çifter çifter aldığımız eşyalar, ağzına kadar dolu buzdolaplarımız, homini homini yediğimiz yemekler... hepsinden azaliriz sonra biraz daha... Korktukça fazlalaştığımızı anlarız... Sözde, eşyada, eylemde....
.
Ağaçların dilleri yok... Üzerlerinde kıyafetleri de... Kökleri var, tutabildiği kadar sarılırlar toprağa... Yağmur yağarsa, güneş açarsa ne mutlu... Ne çoşku gösterirler, ne üzüntü... Dayanırlar, sabrederler ve bence kalpleri de var onların... Yoksa nasıl bu kadar güzelleşebilirler, renk renk, heybetli ve çoşku dolu...
.
Gerçeklikten koptuğum her an, bir ağaca baktım bu dönemde.... Yürürken, oturduğum kafede, ofisin penceresinde... Zamanın aslında bizim sandığımızdan farklı olarak, bir ağaç ritminde geçtiğini hissettim. Rüzgar esti, yaprak kıpırdadı, dallar dansetti... Ağacın gökyüzüne uzanışını izledim. Gövdesinin yaşamla beraber, kabuk bağlayan izlerini takip ettim. Renklerinde çoşkusunu anlamaya çalıştım. Beni en çok onlar sevdi, onlar iyileştirdi sanki...
.
Geçen gün, bir marketin çiçek bölümünde 2 tane bodur bonzai ile tanıştım. Minik, sevimli ve çok yakışıklıydılar... Şımarık mor menekşeler, koket kırmızı açelyalar hiç umrumda değildi. Bu ikisi orada öylece sus pus duruyorlardı. İkisine de gülümsedim. Konuşmadan, beraber eve geldik, onları en güzel topraklar ve saksılarla şımarttım. “Ne gerek vardı, çok teşekkürler” dediler de ben duymadım. Suyu yiyince, kendilerinden geçtiler de sustular. Sabahları benden geç uyanıyorlar. Öyle mutlular sanırım. İskender’le de iyi anlaştılar. Minik kaplumbağam, sabah yürüyüşlerinde onların saksılarının içine giriyor. Sanırım sabah meditasyonu için en uygun yeri buldu...
.
Çatı katındaki odada, minik penceremin önünden onlara bakıyorum her sabah....
Beraber büyüdüğümüzü, beraber zamanın ritmini yakaladığımızı hissediyorum...
ve her sabah hatırlıyorum.
.
Ağaçlar asla korkmazlar....
.
.
.
Yazının ve minik Bonzailerin şarkısı....



(Jai Sri Ram means "Victory to Lord Rama"./ Religious Hindus consider chanting Jai Sri Ram is a way to get rid of anxieties./ Lately it has been used by Hindu nationalists as a slogan in Indian politics.:)

23 Haziran 2011

Göz Hizası





Çocuk yogası eğitmenlik derslerinde beni en çok etkileyen öğreti, bir çocukla göz teması kurmak için karşısında eğilmeniz gerektiğiydi. O zamana kadar çocuklarla iyi ilişkiler kurabildiğimi sanırken, bu eğitim ile aslında onları yalapşalap sevdiğimi anlamam da uzun sürmedi. İlk çocuk yogası dersimde, sınıfa girdiğim zaman kendi kendime şunu dediğimi hatırlıyorum “ ne kadar da küçükler”.... Küçük oldukları için tatlıydı eller, ayaklar, etekler,çoraplar... Fakat gözleri hiç küçük değildi. Kocaman, net bakan o gözlerle ilk doğru teması kurduğumda, hepsinin bakışları tek tek içime işledi. O günden sonra bir çocuğu yanaklarından öpmenin, etlerini mıncırmanın, ona çocuk ağzıyla birşey söylemenin sadece insanın kendi büyüklük egosundan başka birşey olmadığını anladım. 2 yıl boyunca çocuklarla yaptığım derslerde dizlerim çürüdü. Ancak bu şekilde onlardan birşeyler öğrenebildim.

Şimdi yeni full time işim, hikaye fotoğrafı çekmek... Bazen yine dizlerimin üzerinde, gördüğüm manzarada göz hizasını yakalamaya çalışırken aynı duyguyu içimde hissediyorum. Hikayede gördüğümü karenin içine sığdırmak olsa amacım, bulunduğum yükseklikten herşey tepeden de olsa görülebilir. Fakat fotoğraf anı yakalayıp, içine girmekse, karşınızdaki gözlerle aynı göz hizasında olmanız gerekiyor. Ancak bu şekilde fotoğraf doğru ve yaşayan bir an’a dönüşebiliyor. Okuldaki fotoğrafçılık hocamızın öğrettiği bambaşka birşey de burada yine ortaya çıkıyor, göze netle... Gözlere bak vizörden... Göz en gerçek, o anın ve yaşanmış duyguların şahiti çünkü... Ne kadar net bakabiliyorsa, o kadar gerçek akabiliyor an’ın şahitliği... Bir fotograf karesine bakarken de, ilk önce gözlerden bakmaya başlıyor insan... Biraz yüksekten çekilen bir fotoğraf karesi, kadrajı doğrulamazken aynı zamanda çekenin –çekilene karşı bir büyüklük hissini de ortaya çıkarabiliyor... O yüzden mütevazi kareler, istemsiz güzel kareler olarak çıkıyor ortaya....Göz hizasından- gözhizasına aktarılanlar....

Yıllar önce, ergenliğe yeni giren çocukların yaptığı resimleri inceleyen pedagojik bir kitap okumuştum. Kitapta aile içinde özellikle babaları tarafından korkutulan çocukların babalarını kendi göz hizalarından daha yüksekte çizdiği ortaya çıkmış. Yani hem korku var, hem de bu korku karşısında küçülme... Aynı şekilde sınıfta sevmedikleri – hor gördükleri sınıf arkadaşlarını çizen bir çocukların– resmindeki insan figürünü kendi göz hizasından aşağıda-tepeden veya küçük çizdiği de araştırmaların içinde... Bazen aklınıza gelen birini hangi göz hizasında hatırladığınızı düşünün, bu bile onu algılama biçiminizi söyler size...

Göz hizamızda hayata bakışımız var bir de... Hangi sorun bizi aşıyorsa, yükseklere kayıyor gözlerimiz... Hangi sorun canımızı acıtıyorsa, yerlere düşüyor bakışlar... Herşey yolundaysa dümdüz geniş bir kadrajdan bakabiliyoruz hayata, ufuk çizgisi hep orada...

Bugün gözlerinizi düşürmeyin... Aklınıza her gelen şey de,dümdüz bakmaya zorlayın kendinizi, hayatınıza, zor dediklerinize, kızdıklarınıza.... Boyunuzu, yüksekliğinizi kullanmadan eğilin bazen de görebilmek- göz göze gelebilmek için bir kediyle, bir köpekle, çimlerin arasında gülümseyen minik bir çiçekle... Sevdiklerinize bakın, dondurun o kareleri .... ve göz göze bakışın kendinizle, aynadan, camdan yansıyandan ve gülümseyin sevgiyle...
.
.
.
yazarken bu şarkıyı dinliyordum . Çingeneleri seviyorum TIK

30 Mayıs 2011

Doğa Cumhuriyeti

Burcu@Abant

.

Şehir köpekleri nasıl yaşarlar bilmem... Burası dağ, dağ başı.... Geceleri karanlık ve sessizdir burası... Hiç bilmediğiniz bir karanlıktır karanlık, ondan korkarsanız korku çoğalır, huzurluysanız huzur büyür içinizde... Hiç bilemediğiniz bir sessizliktir buradaki, gece şakıyan kuşların-çeşmeden akan suyun sesi gecenin derin siyahına karışır...
.
Ben saçları püsküllü, burnu benekli kırma dişi bir çobanım, yani sokak köpeğiyim... 2 erkek köpekle birlikte yaşıyorum. Şurada oturan büyük erkek köpek, kafası ve bedeni hepimizden heybetli, bakışları kayıtsız ve az çok tehlikeli görünen hani... Mesela o, geçenlerde ormandaki keşif yürüyüşümüzde yabani bir domuzla girdiği kavgada, sol bacağını kaybediyordu az kalsın. Eti bacağından sıyrılmıştı. Büyük köpek kavgaya giriştiğinde, biz onun arkasında sadece havlıyorduk. Sesimizin yetebildiği kadar havlıyorduk. Kavgaya bulaşmadık, sakın korktuğumuzu düşünmeyin. Bu; büyük erkeğin kavgasıydı, biz ona havlayarak destek olduk. Çünkü kural böyleydi. Geceyi havlamalarımız doldurdu, domuz yaralandı ve kaçtı. Büyük erkek her zaman olduğu gibi, cesaretiyle grubun lideri olmayı bir kez daha hak kazandı...
.


Grubun bir diğer üyesi de, şurada duran, hepimize göre nispeten küçük olan erkek köpek... Köydeki sarı evin yaramaz çocuğunun ona bir isim taktı. Halis! ve aramızda da ismi öyle kaldı. Halis, yaşı küçük olduğu için hepimizden biraz farklı... Bir kere insan canlısı, iyi niyetli ama kavgaya da çabuk karışabilecek kadar cesur... Bir gün köyün diğer ucunda dolaşırken, o muhitin köpekleri onu bir güzel tartaklamış. Kulağını koparıyorlarmış az daha... Şimdi aldığı ilk yaranın kabuk bağlamasını, savaşçı kişiliğinin ilk madalyası olarak taşıyor kulağında...

.
Ben dişi olan... Dağ başında dişi köpeklerin bile şansı yok. Doğurup durdukları için çiftçiler sahiplenmek istemiyorlar bizi... Ayrıca ne hamile bir köpeği, ne de doğacak çocukları koruyabilecek bir sistem var burada... Bazen bir dişi için sokak sınırlarını aşıp gelen diğer köyün erkek köpekleri, muhitin gerçek sahibi olan çeteyi kızdırıp kavgaya tutuşurlar. Bu sıklıkla olur. Bu hep dişi köpeğin suçu olarak kalır. O yüzden her yerde olduğu gibi, burada bile dişi olmak gerçekten zor...

.
Ben çok küçüktüm... Henüz ne dişiliğimin, ne de burada dişi olarak yaşamanın zorluklarının farkındaydım. Sarı evin sahibi olan mavi gözlü kadın ve gözlüklü eşi beni arabalarının arka koltuğuna bindirip, Ankara’ya getirdiler. Araba yolculuğum, arka koltukta kusarak, uluyarak geçti. İlk kez şehiri, arabayı, kalabalığı, gürültüyü orada gördüm. Neden orada olduğumu bilmeden, doğamdan, hayatım boyunca tek bildiğim yerden çok uzakta olduğumu hissediyordum sadece... Veterinerdeki ilaç kokusunu hatırlıyorum. Kafesin içinde havlayan şımarık minik köpekler, nazlarından geçilmeyen kedilerle beraber bir hafta geçirdim. Büyük erkeği, Halis’i özledim... Sessizliği, karanlığı, özgürlüğümü özledim. Veteriner beni bir gün üst kattaki başka bir odaya aldı. Korkudan havlayamadım bile, kalbim ata ata ürktüm. Neler oldu hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda yine aynı çiş kokulu kalabalık odada sersem gibiydim. Ne nazlanan ve tıslayarak korku saldığını sanan kedilere, ne de benden ebat olarak hayli küçük süs köpeklerinin benden çok çıkarabildikleri havlayışlarına tahammül edebiliyordum. Bu böyle sürdü. Özgürlüğüme, ormana, arkadaşlarıma hiç kavuşamayacağımı düşünmeye başlamıştım. Gözlerimdeki ürkeklik biraz da o günlerden kalma... Bir gün mavi gözlü kadın ve kocası beni almaya geldi, o zaman yattığım yerden kalkıp umutsuzluğumu biraz olsun silkeleyebildim üstümden... Veterinerden çıkıp, yine o minik arabaya bindirdiler beni... Ben toprağa, otlara, çamura değmeden yol almayı bilmem. Yol uzundu, ben yine huzursuzluk içinde sadece kusuyordum, ta ki bildiğim yol, bildiğim yeşil patikaya sapana kadar... Yattığım koltukta heyecanla dikildim, yol boyunca gözlerim Halis’i ve Koca kafayı aradı. Araba nihayet durduğunda, mavi gözlü kadın kapıyı açtı. O an arabanın arka koltuğundan atlayıp, toprağa değdi patilerim.. Karnımdaki dikiş izinin acısı, içimdeki tüm umutsuzluğu, kendi ormanimda –kendi karanlığımda koşarak, daha çok koşarak arkamda bıraktım. Halis ve Koca kafa yine aynı çeşmenin önünde uzanmış, şekerleme yapıyorlardı. İkisi de beni görünce yerlerinden kalkıp, beni kokladılar. Onlar kokuyordum, hala onlardandım...

.
Sen saçları topuzlu kadın, bu haftasonu sarı eve misafir geldiğinde, önce bizi bildiğin şehir köpekleriyle karıştırdın. Mavi gözlü kadın seni Koca kafanın vahşiliği konusunda uyardı. Halis ise bir parça ekmek için, cüssesinin korkutuculuğuna aldırmadan bahçede sizin yakınınızda durandı. Ben ise o sırada bahçe duvarından sizi izliyordum. Bir parça ekmek verseniz, yanınıza gelebilirdim ama kendimi sevdirmeye hiç niyetli değildim. Halis melül bakışlarıyla mangal keyfinden önce senden bir parça ekmek aldığında, ben daha hareket edip yanınıza gelmeden sen yavaşça yanıma geldin. Sana yüz vermeye niyetli değildim, hayır naz yapmıyordum. Siz insanları sevmiyor da değildim. Evet veterinerde yaşadığım kötü günlerin etkileri vardı üzerimde... Ama biz vahşiydik ve burası Doğa Cumhuriyetiydi, sizin cumhuriyetiniz değildi... Bir parça ekmek, iki okşayışla gönülümüzü aldığınızı sanarak bizi ehlileştirdiniz sanabilirdiniz ama karanlığın-ormanın- tehlikenin içinde ehli kalamazdık. Ekmeği bana çok yaklaşmadan, önüme atıp gülümsedin, birşey demeden ayrıldın. Şaşırdım ama şaşkınlığım ekmeği yememe engel değildi.

.
Gecenin artık iyice çöktüğü, dallarda şakayıkların günün saatini karıştırarak öttüğü bir anda iki kişi evden dışarıya çıktınız. Olduğum yerde doğruldum. Sen ve arkadaşın, doğaya yabancıydınız, ne ile karşılaşabileceğinizi bilemezdiniz ve bulunduğunuz alan bize aitti, siz de bu yüzden bize aittiniz... Karanlık patikada yürümeye başladığınızda sizi bir kaç adım gerinizden izlemeye başladım. Siz durdunuz, ben durdum. Karanlık ürkütmüyordu seni, aksine daha çok yürümek, daha çok korkuyla yüzleşmek istiyordun, hissediyordum. Fakat karşınıza yabani bir domuz, vahşi bir ayı çıkabilirdi. Bu patikanın diğer ucunda bizim bile anlaşamadığımız iki köpekten haberdar değildiniz, zaten gelişinizi hissetmiş olacaklar ki, daha şimdiden ulumaya da başlamışlardı. Geri dönmeye karar verdiniğinizde, benim arkanızda olduğumu gördünüz. Sizi koruyor gibi görünmemek için, ağaçların arasında oyalanır gibi yaptım. Çünkü şehirdeki köpekler bir şekilde size onlar tarafından korunduğunuzu hissettirmiş ve bu sizi onun sahibi yapmıştı. Ben sahipsizdim. Doğaya aittim. Beni gördüğünde, teşekkür ederek yanıma yaklaştığında bir adım geriye kaçmam da o yüzdendi.

.
Karanlık patikadan eve dönüp, elektrikli battaniyelerinizin içinde sıcacık yatağınızda derin uykulara daldığınızda da, biz yine bahçedeydik, Evin içindeyken sizi daha iyi koruyabilirdik. Orası önce bizim bahçemizdi. Bahçe ve içindekiler, toprak, ağaçlar, duvar köşeleri, merdivenler, çiçekler ve yataklarında uyuyan siz, o bahçe önce bizimdi.

.

.

Karanlık gecenin pusu kalktığında, gün ışığıyla tehlike uykuya daldığında ben merdivenlerde yatıyordum. Sen, erken uyanmış, yürüyüşe çıkmaya karar vermiş olmalısın. Dışarıya çıktığında merdivenlerde uyuyan beni farkettin. Sonra da usulca yattığım yerin bir alt basamağındaki merdivene oturmuş oldun. Kalkmak ile durmak arasında kaldım. Sana baktım. Biliyordum gözlerim korku salmıyordu, ürkek bakıyordum. Gözlerini kaçırmadan baktın bana... Elini başıma uzattığında bir an, sadece bir an tereddüt ettin. Çünkü korkmuyordun. Ama benim senden korkmamı istemiyordun. Ellerin başımda gezinmeye başladığı anda, yattığım yerde ellerine teslim oldun. Bizim cumhuriyetimizde, bizden üstünmüşsün gibi değil, bize emanetmiş gibi sevdin başımı... Göz göze geldiğimizde bana teşekkür ettiğini hissettim. Sonra benim gözlerimden karanlıkta geçen ıssız geceleri, orman keşiflerini, tehlikeyi, doğada dişi olmanın zorluğunu, kusa kusa gittiğim şehir maceramı dinledin... Ellerinle dinledin. Yumuşak ve şefkatle, kimin kime ait olduğunu düşünmedi ellerin... Tam beni daha çok sevip, böylesine bir doğada insana alışarak- daha büyük tehlikeye girmemi istemediğini düşündüğün bir anda, elini başımdan çektin. Durduk bir süre... Kısa bir süre... Her misafirin bu saatlerde şehire geri dönüşünün yaklaştığını bilerek, sen gitmeden doymak istedim sevilmeye... Elimi uzattım avucunun içine, sevmeye devam et beni diye... Bir barış imzalamışız gibi, anlamıştık birbirimizi... İkimizde kendi vahşi karanlığımızda savaşlar vermiş, sahiplenmiş, sahiplenilmeye çalışılmış, yabancılaşmış, o hisle bir sürü kusmuş ama sonunda ait olduğumuz yerde hissettiğimiz özgürlüğün ehlileştirilmeyeceğini anlamıştık. Bunu bilerek, el ele doğayı ve onun bize fısıldadıklarını dinledik.
.


Brajeshwari.dd / 30 mayıs 2011/ Abant

.

şu sıra sık sık bunu dinliyorum... tık

18 Mayıs 2011

Doğadaki Son Çocuk



İki aydır, Çocuk Yogası eğitmenlik sertifikamı International Yoga Federation (IYF) onaylı yapmak için tezimi yazmakla meşgulum. Bu tezde, çocuklar için ve derslerimizde yoga ile beraber kullanmak adına okumuş olduğumuz bir kitabın değerlendirmesini de yazmamızı istediler. Ben de bu amaçla "Doğadaki Son Çocuk (Richard Louv)" kitabını okudum ve yazdım. Blogumda da sizlerle kitap hakkında yazdıklarımı paylaşmak istiyorum. Kitabı, sadece konuya ilgi duyabilecek annelerin değil, herkesin okumasını şiddetle tavsiye ederim. Kitabı okuduktan sonra doğa yürüyüşleriniz artarken, onu algılayış biçiminiz gerçekten değişiyor.


......

Bu kitabı kitapçıda ilk gördüğümde, “beni al” diye çağırmıştı. Çocuklarla beraber oynadığımız yoga oyunları içinde bir kez doğa konsepti işlemiştim. Oyunda arının aslında korkutucu olmayan, aksine doğaya yararlı bir hayvan olması işlenirken, arının kanatlarına yapışan polenlerin uçuşarak toprağa yeni tohumlar ektiğinden bahsetmiş, dersin sonunda da biriktirdiğim elma çekirdeklerini çocuklarla beraber saksıya ekmiştik. Çocukların elma çekirdeklerinin büyüyüp, elma ağacı olacağını öğrendiklerindeki hayretleri hala gözümün önünden gitmiyor. Sanırım Doğadaki Son Çocuk kitabı bu yüzden benim ilgimi çeken bir kitap oldu. Kitap bir yandan beni çocukluğumda doğada geçirdiğim o naif zamanlara götürürken, bir yandan da büyüme süreçlerimde doğadan kopmanın kişiliğimde - ruh halimde - hayatı algışayışımda verdiği etkileri anlamamı sağladı. Artık Çocuk yogası derslerimde doğa konusunu daha fazla işliyorum.
.....

Doğa sakinleştirici, öğretici ve bilgedir. Bizler büyüyen, medenileşen(!), sanayisi gelişen toplumlar bu gerçeği unutmaya başladık. Yazar Richard Louv “Çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı, birbirine sıkı sıkıya bağlıdır” derken, çok önemli bir gerçekten bahsediyor.

Çocukların doğa ile kopuşu, onların sağlıklı bireyler oluşunu etkiliyor. Çünkü zamane çocukları sağlıksız yiyecekler ile obezitenin eşiğinde, teknolojik bağımlılıklarla, evlerinde, arkadaşsız, hareketsiz bir şekilde hayat sürmektedir. Çocukların doğa ile zedelenmiş bir bağı var. Halbuki doğa hem enerjisiyle, hem bir çocuğa sunabileceği bilgiler, onun gözlem yeteneğini geliştirebileceği örneklerle gerçek bir öğretmen... Kitap bu konuda çok güzel örnekler ve bilgiler sunuyor. Doğada oynamanın suç haline gelişinden, doğanın yaratıcılığı nasıl beslediğine, bahçelerin ve ev hayvanlarının sağaltıcı gücünden, şehirlerin nasıl doğallaşacağına ilişkin birçok konu ayrıntılarıyla ele alınıyor. Çocukların doğa deneyimlerinden yoksun kalmasının getirdiği fiziksel, zihinsel, ruhsal ve kültürel sorunları anlatıyor.

Amerikalı bir araştırmacı, bir çocuk kuşağının yalnızca iç mekanlarda yetiştirilmenin de ötesinde, küçük yerlere kapatıldığını öne sürüyor. Maryland Üniversitesi'nde hareketbilim profesörü Jane Clark'ın deyimiyle bu 'kutulanmış çocuklar' giderek daha fazla araba oturaklarında, mama sandalyelerinde ve hatta tv izlemek için yapılmış bebek oturaklarında zaman geçiriyor. Dışarı çıktıklarında genellikle,yine bir çeşit kutu olan pusetlere konuyor ve yürüyen ya da koşu yapan anne babalar tarafından itilerek hareket ettiriliyor. Çocuk kutulama işlemi büyük ölçüde güvenlik amacıyla yapılıyor olsa da çocukların uzun vadedeki sağlıkları riske atılıyor

Kitabın arkasında 'yapabileceğiniz 100 şey' adlı bölümde güzel öneriler bulunuyor. Bu öneriler doğada yapabileceğiniz şeylerin harika bir listesi... Yazar yol gösterici olduğu gibi, sonuç odakli önerileriyle kitabın sadece okunmasını istemeyip, öğrenilenlerin uygulanması için bir harita sunuyor adeta önümüze... Bir cümleyi de burada paylaşmak isterim.:''Kötü hava yoktur, yalnızca yanlış kıyafet vardır.'' Genelleme yapacak olursak havaya çok bağımlı yaşayan bir toplumuz. Hava koşulları bizim gündelik hayatımızı etkileyen bir etken.... Fakat başka milletlerde havanın nasıl olduğu insanların gündelik hayatını bu kadar etkiliyor mudur? Sanmıyorum.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, 20-30 yıl önce yetişkin hastalıkları olarak bilinen obezite, kalp-damar hastalıkları, yüksek kan basıncı gibi sorunlar artık çocuklarımızda da görülebiliyor! Nedeni açık değil mi? Kapalı mekanlardaki etkinliklere kıyasla çocuklar doğada, açık havada fiziksel olarak çok daha aktiftir. Sınıflarında, ders çalışırken, televizyon ve bilgisayar karşısında yalnızca zihinleri çalışan çocuklarımızın bedenlerini de çalıştırmaya ihtiyaçları var! Spor etkinlikleri bu ihtiyaca ancak bir ölçüde cevap verebiliyor. Norveç’te ve İsveç’te yapılan çalışmalar, doğal alanlarda oynayan okul öncesi çocukların, düz zeminli çocuk bahçelerinde oynayanlara göre denge ve çeviklik testlerinde daha başarılı olduklarını ortaya koyuyor! (Louv 2008).

Çünkü doğa çocuklarımızın duyularını güçlendirir!
Zamanlarının önemli bir kısmını televizyon ve bilgisayar başında geçiren çocuk ve gençlerin duyusal gelişimleri nasıl etkileniyor?

Elektronik ortamlar yalnızca görme ve işitme duyularına (genellikle de fazla şiddetli bir tarzda) seslenir. Oysa doğada olağanüstü manzaraları, çiçekleri, yaban hayvanlarını görmekle, kuşların ve böceklerin uyumlu seslerini, rüzgarın uğultusunu duymakla kalmaz; her adım başı farklı bir çiçeği, bir otu koklar, doğal varlıkları dokunarak hisseder, doğanın nimetlerini tadar, bunların ötesinde bir de sezgilerimizi harekete geçiririz.

Çünkü doğanın birçok zihinsel ve ruhsal rahatsızlığı iyileştirme gücü vardır!

Doğayla temasın, başta dikkat eksikliği-hiperaktivite sendromu olmak üzere, çeşitli zihinsel ve ruhsal rahatsızlıklara karşı olumlu etki gösterdiğine yönelik bilimsel kanıtlar giderek artıyor.

Gerçi bunu hareketli çocuklara sahip ana-babalar kendi deneyimlerinden zaten biliyordu; doğru ya da yanlış bir tanıyla “hiperaktif” denilen çocuklarının doğada ya da parklarda gönlünce koşuşturma imkanı bulduğu zamanlarda daha uyumlu, daha sakin olduğunu görüyolardı. Ancak bu gözlemlerin bilimsel araştırmalarca doğrulanması (örneğin Kaplan ve Kaplan 1989, Grahn ve arkadaşları 1997, Wells 2000, Taylor, Kuo ve Sullivan 2001) “doğa terapisi”ni giderek daha güçlü bir psikolojik sağaltım seçeneği haline getiriyor.

Bilimsel araştırmalar, doğanın çocukların yaşadığı travmatik olaylara karşı psikolojik koruma sağladığını, onları avuttuğunu da ortaya koyuyor (Wells 2000).

Doğayla temas halinde olan çocuklarda yalnız hiperaktivite değil, kaygı bozuklukları, depresyon ve uyum sorunları da daha az görülüyor. Bu tür rahatsızlıklarla doğada yapılan aktivitelerin azlığı arasındaki ilişki o kadar açık ki, bu belirtileri doğa yoksunluğu sendromu olarak tanımlayanlar var! (Louv 2008).

Çünkü doğada olmak çocukların özgüvenini artırır!

Çocuklarımız artık ağaca çıkmıyor! Önüne gelen bir doğal bir engeli; geçişini zorlaştıran bir çalıyı, dik bir kayayı, yolunu kesen bir dereyi aşmak için çaba göstermiyor. Yaşamı boyunca bunları hiç yapmamış bir çocuk ya da bir genç bir kez olsun yaptığında iç dünyasında büyük bir değişiklik olur; kendine ve yaşama güveni artar!

Çünkü doğa çocukların okuldaki başarısını ve uyumunu destekler!

American Institutes for Research’ün 2005’te yaptığı bir araştırma, doğa eğitimi programlarına katılan ilkokul öğrencilerinin fen kavramlarını algılamalarının, şiddetsiz iletişim becerilerinin, problem çözme yeteneklerinin, öğrenme isteklerinin önemli oranda arttığını ortaya koydu. Hotchkiss İlkokulu’nda başlatılan deneyime-dayalı çevre eğitimi programı sonucunda, disiplin olayları iki yılda yüzde 90 oranında azaldı! (Louv 2008).

Çünkü doğa çocuklarımızın yaratıcılığını geliştirir!

Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalar, televizyon ve bilgisayar gibi elektronik ortamların tersine, doğadaki etkinliklerin ve serbest oyunların çocukların yaratıcılıklarını geliştirdiğini gösteriyor (Chawla 2002).

Artık çocuğumuzun hayallere dalmasına bile izin vermiyoruz! Eskiden anlatılan masallarla bizler mitolojiyi, fantastik hikayeleri kendi beynimizde, hayallerimizde, gönlümüzce yaşardık. Yeri gelir kahraman olur, yeri gelir doğaüstü güçlere sahip olarak hayatlar kurtarırdık. Peki ya şimdi…! Şimdi Harry Potter tarzı fantastik kurgu filmler çıktı ve hayal kurmamıza gerek kalmadı; artık hayallerimizin filmlerini yapıyorlar. Oysa bizler batı ve doğu mitolojilerinin doğduğu anavatanda yaşıyoruz ama ne bunun farkındayız, ne de bir nebze bile olsa bunları çocuklarımıza yaşatabiliyoruz.

Çünkü doğanın da çocuklara ihtiyacı var!


Doğa koruma konusunda öncü görevler üstlenen kişilerin çocukluk yıllarında doğayla yakın temas içinde olduğu ortaya çıkmıştır (Wells ve Lekies 2006). Demek ki gezegenin doğal mirasını koruyabilmemiz için çocuklarımızın doğayla ilişkisini onarmamız şarttır! Daha basit ifade edelim: Şimdi çocuklarımıza doğa sevgisini kazandıramazsak, yarın doğayı kim koruyacak?
Kitaptan alıntılar...

”Doğa; yüce, hırçın ve güzel doğa, sokağın, güvenlikli sitelerin ya da bilgisayar oyunlarının sağlayamayacağı bir şey sunar. Doğa çocuklara kendilerinden çok daha büyük olan bir şey; sonsuzluğu ve sonrasızlığı kolayca tasavvur edebilecekleri bir çevre verir. Bir çocuk, az bulunur açık bir Brooklyn gecesinde bir çatının üstünden yıldızları görerek sonsuzluğu algılayabilir. Doğal bir çevre bir çocuğun üzerinde hem etki gösterir, onu doğrudan ve çabucak insanın evriminin yapıtaşlarına götürür: toprak, su, hava, büyüklü küçüklü diğer akraba formları. Bu deneyimden yoksun kalırsak ‘’yaşamlarımızın bağlı olduğu büyük örgüyü unuturuz’’ diyor Chawla..

‘‘Dikkatin kendiliğinden harekete geçtiği bir ortam bulunabilirse yönetilen dikkatin dinlenmesine olanak sağlanır. Bu da cazibesi güçlü olan bir ortam demektir.’’Doğadaki cazibe etkeni sağaltıcı bir etkiye sahiptir ve yönetilen dikkat yorgunluğunun giderilmesine yardımcı olur. Kaplan’lara göre doğa, bu tür sağaltıcı yöntemler arasında en etkili olanı olabilir.

”Doğayı ve doğal oyunu çocuktan esirgemek ondan oksijeni esirgemek gibidir.”

Çocuklarımız artık ne kendi dolaysız deneyimlerinden Doğa’nın Büyük Kitabı’nı okumayı, ne de gezegenin mevsimsel dönüşümleriyle yaratıcı şekilde etkileşime girmeyi öğrenirler. Kullandıkları suyun nereden geldiğini ve nereye gittiğini pek azı biliyor. İnsani kutlamalarımız göklerin büyük ayiniyle uyumlu değil artık.” WENDELL BERRY
“Carlos geçen haftalarda bitki ve hayvanları yakından incelemişti, şimdide bunları defterine çiziyordu. Diğer öğrencilerle birlikte bir doru vaşağın avını sessizce izleyip avlanmasını görmüş,rahatsız edilen bir çıngıraklı yılanın yuvasından gelen ani vınlama sesini duymuş ve daha yüksek bir müziğin ritmini hissetmişlerdi.’’ Buraya geldiğinde nefes alabiliyorum’’ diyor Carlos.’’ Burada varlıkları duyabiliyorsun. Şehirde her şey apaçık. Burada ne kadar yakından bakarsan o kadar çok şey görüyorsun.”

Doğanın sessiz bilgeliği, şehir görüntüleri gibi her yerdeki ilan tabelaları ve reklamlarla sizi aldatmaya çalışmaz. Sizi herhangi bir örneğe uymak zorundaymışsınız gibi hissettirmez. Sadece oradadır ve herkesi kabul eder..! ”

”Biz bir U dönüşü ile şu ikisi arasındaki dengeyi yeniden bulan kuşak olabiliriz: sanal gerçeklik ve bütün yaşamı destekleyen şey, yani Doğa.”
___________
bu iletiye ancak bu şarkı yakışırdı.
DOĞA için çalıyorlar...


13 Mayıs 2011

Hayatla DaNS


Günlerdir bazen boş sayfalara bakıp, bazen de yarım kalmış sözcüklerimi zamanı değilmiş diyerek tamamlamadan uykuya yatırıyorum. İstanbul serüvenim, Ankaraya geri dönerek sürüyor. Hiçbir şey bitmiyor. Herşey birbirine bağlı... Şehirler, hayatlar, yaşamlar, dostluklar, ayrılıklar.... Gitmek, ayrılmak, kaybetmek, sonlandırmak kelimelerinin anlamı dışında- onlara yüklenen enerjilerden kurtulmak lazım... Bazen “nokta” diye tanımladığımız her nokta, büyük bir harfle başlayacak yeni bir cümleyi doğuruyor içinde... Her gün noktalar koyuyoruz cümlelerimize... Hikayemiz sürüyor... Biz istesekte istemesekte...sürer gider... Sürdürmeye bile gayret etmemeyi öğreniyorum. Arkama baktığımda büyümelerimi, önüme baktığımda yolculuğun sonsuz olasılıklarını görüyorum şimdi...

İstanbulda son katıldığım nefes workshopında, çocuk yogasi derslerimde çocuklarla beraber dans ederken yaşadığım özgürlük duygusunu hissettim. O gün, bu duygunun hep içimde varolmasını diledim. Öylesine ki, bedenlerimiz zihnimizden, yaşamlarımızdan yansıyan tıkanıklıkların izlerini taşıyor. Dans eden insanların kendinden geçtiği anın içinde hiç birşey düşünmediğini görebilirsiniz. Ne zaman ezbere hareket ve tempo tutuşlar başlıyor, işte o zaman dışarıdan iyi görünme kaygısı başlıyor. Ne zaman düşünce akıla takılıyor, dans duraklıyor.

Dans ederken kollarınızı mı kaldıramıyorsunuz, daha çok sarılmalı sevdiklerinize... veya kollarınızı siz açmalısınız öncelikle... Ayaklarınız mı hareket etme konusunda tutuk, o zaman daha akışa bırakmalınız hayatı- her adım risk değildir. Kalçalarınız- beliniz kütük, çalkalanmıyor mu? Cinsel kimliğinizle barış imzalamalı- hayata varlığınızla güven duymalısınız.

Tüm bunları nasıl yapacağız... Sadece ritme bırakarak.... Ritm- vucudun hangi şekle-forma-harekete girmesi gerektiğidir sadece... Bir formülü yoktur. Dinlediğiniz tempoyu kalpten hissettiğiniz ve o tempoya hizalanarak kendinizi bırakabildiğiniz zaman dans edersiniz. Kim ne diyor, kim nasıl dansediyor, hangi figürü attıyor umrunuzda olmaz... Hayat gerçekten böyle bir şey... Akışa bırakmak kendini...

Artık sizin dışınızda dansedenlere, kendi bedeninizin yaptığı figürlere bakmayıp, kendinizden geçerek, temponun içinde akmaya başladığınızda gözlerinizi kapatmak isteyip, gökyüzüne çevirdiğinizde yüzünüzü bir varoluş ipliğine bağlanır sanki ruh.... özgürlük akar içinize...

Aile yogası dersimde çocuklarla sırayla dansediyorduk. Grubunun önüne geçen kendi figürleriyle duvara kadar yürüyor, geride kalanlarda onu taklit ediyordu. Çocukların hiçbiri taklit edilemedi. Sırası gelen anne-babalar ördek gibi yürüdü, dansöz gibi kıvırdı. Onları taklit ettik. Sonra çocukları öykündük. Onlar gibi, çocuk olduk, kendimizi ve bedenlerimizi yuvarladık ritmin içine...

Bol bol dansedin. Hayatla dansınız kolaylaşır..

Bol bol kendinizden geçin...
Kendinizden, kendim dediginizden vazgeçin...

Sadece bir iplik kalır geriye...
Kendiniz koparken, gerçek bağlanır yüreğinize...
Özgürlük, mutluluk, çoşku dolar...
Beden-kalple bağlanır ritmin kendisine...
...
Şimdi muziği açın ve salınarak gözlerinizi kapatıp, kendinizi hayata bırakın.....
.
.
.
Brajeshwari / 12.5.2011 / Ankara


ZAZ - Je veux


Şarkının türkçe çevirisiyle sözleri

ritz'de bir suit oda versen bana, istemem
chanel'den mücevher, istemem
bir limuzin versen bana, ne yaparım onunla ki?
uşaklar teklif etsen bana, ne yaparım onlarla?
neufchatel'de bir malikane, bana göre değil
eiffel kulesini teklif etsen, ne yaparım onunla?

aşk isterim, eğlence, iyi huy
beni mutlu edecek olan paran değildir
ölürken kalbimde bir el olsun istiyorum
haydi birleşelim, özgürlüğü keşfedelim
tüm önyargını unut
buyur benim gerçekliğime

iyi görgünden sıkıldım, bana çok fazla
ben ellerimle yerim, ben böyleyim
yüksek sesle konuşurum, dolaysızım
ikiyüzlülüğe son verelim, ben kurtuldum
çifte konuşmalardan yoruldum
bana bir bak, sana kızgın bile değilim, sadece ben böyleyim

aşk isterim, eğlence, iyi huy
beni mutlu edecek olan paran değildir
ölürken kalbimde bir el olsun istiyorum
haydi birleşelim, özgürlüğü keşfedelim
tüm önyargını unut
buyur benim gerçekliğime

25 Mart 2011

Bir yerde KorKu varsa....


Doğayı, ağaçları, yolculukları, denizi, kemiklerinizi ısıtan güneşi ve içinizde çiçeklenecek baharı özlüyor musunuz?

Hayat bir garip değil mi şu sıralar? Bir sürü bilinmez ve kaosun içinde çalkalanıyoruz. Kıyılara vuran dev tsunami dalgaları, yer kürenin şiddetle sarsılması, nükleer sızıntı tehlikesi, olasılıklar, korkular, yasaklar... yazma yasağı, okuma yasağı.... ülkelerin anlaşmazlıkları, savaşlar, koltuk hırsları, sayısız töre ve kadın cinayetleri, haksızlıklar, hastalıklar, kayıplar, kaybedişler... Bir yandan kaosun içindeyiz, diğer taraftan baharı bekliyor griye çalınmış yüreklerimiz... İçimizde dışımızdan farklı değil sanki...

Zamanı linear bir doğru gibi kurgulayıp durduk. Başlangıç vardı, bitişe varana kadar yapılacaklar vardı. Hep ileriye doğru gitmekti hedefimiz... ’Sonra bakarız’ dedik çoğu şeye, avuttuk bazen kendimizi... Oysa zaman bir yanılsama... Zaman, yuvarlak bir sarmal aslında... O yüzden belki de belli aralıklarla aynı dönemleri yaşayışımız... Sarıp sarıp aynı noktaya varışımız, aynı noktalarda tıkanışımız...

Neler yaşıyorsunuz? Derin bir karmaşa, belirsizlikler, eskiyen enerjileri bırakamamanın verdiği tutkun korkular, cevapları bir ileri tarihte verilecek anlık sorular, sıkıntı belki, hayatın tek-düzeliği mi yoksa yalnızlık mı daha çok dipsizleşti, karar verememek mi sorun, beklemek mi neyi beklediğini bilmeden?
.
Nasıl duygular içindesiniz? Hüzün mü, Öfke mi, Soru işaretleri mi? Yoksa tanımsız ve sürekli değişken mi günlük ruh haliniz? Başkalarına duygularınızı dillendiriyor gibi görünseniz de, gerçek anlamda dinliyor musunuz kendinizi?

Artık hayatımızda belirli aralıklarla sürekli tekrar eden aynı kördüğümden sıkılıp, bazı şeyleri bırakabilmek, bazı duygulardan kurtulabilmek, DEĞİŞMEK veya yaşadığınızı DEĞİŞTİRMEK gerekliliğini hissediyor, ama korkuyor musunuz?
.
Aslında ürkütücü bir kelime “Değişim”... Huzursuz eder insanı... Neyin değişeceği ürkütür, yeni geleni bilememek ürkütür. Bu noktaya her gelişimizde, bilmediğimiz cenneti yaşamaktansa, bildiğimiz cehennemi seçer, vazgeçeriz...
.
VAZGEÇERDİK!
.
Aynı çıkmazın içindeyseniz, aynı hüzünleri yaşıyorsanız, aynı öfkeyi yıllardır taşıyorsanız, değişmenin zamanı gelmiştir. Bir yerde kendini sürekli tekrar eden bir duygu varsa, orada sizden ilgi bekleyen –kabul edilmek isteyen birşey vardır. Onunla savaşmamaya, örtbas edip başkalaştırmamaya ve ona bağımlı olmamaya dair öğretiler barındırır içinde aynı zamanda... Yaşadığımız süreç, bağımlı olduğumuz tüm eski enerjileri bırakmamızı söylüyor bize, her belirsizliğin kötülük getirmeyeceğini fısıldıyor. Duymazdan geldiğimiz o fısıltı! duyduğumuz ise bağıran- hayatı yoran çok korkan egomuz.... Korkan, korktuğu için hırçınlaşan bir çocuk düşünün. Öyle ki, siz tam onu uyuttuğunuzu sanırken- ‘uyuyamadım’ diye yanınıza kıvrılan, siz tam onu oyalayacak birşey buldunuz diye düşünüp işinize bakarken- bir anda yanınızda belirip gününüzü sabote eden, konuşmanız arasında eteğinizi çekiştiren bir çocuk o aslında.... O sizsiniz... korktukça, onunla beraber korkan da sizsiniz aslında...

Çocuklar değişimi sevmezler, ama ilk onlar uyum sağlar değişime...
Konuşun onunla, sizinde korktuğunuzu ve onu çok iyi anladığınızı bilsin...
Hatırlatın ona; çok sevildiğini, herşeyin yolunda olduğunu...
Sarılın ona, kendinize sarılır gibi.....
.
belki biraz ağlar, ama sonra mutlaka sakinleşir, tutar elinizi....
.
Bir yerde korku varsa, orada büyümek için bir neden vardır. Kalbinizde henüz açılmamış bir kapı düşünün. Önünü yığınla duyguyla doldurmuşsunuzdur. O kapının varlığını bilmektir korku... kapıyı açamamak değildir...

... el ele yürüyün kapıya doğru...
Kapının önüne yığılı onca ağır duygu,
artık korkuyla beslenmediği için siz adım attıkça yok olup gider... Kapı açılır...
Ve bir de bakarsınız, çocukluğunuz sizden önce koşa oynaya kapıdan geçer..

.
mutludur artık,

gülümseyerek " gel hadi! burası çok güzel" der...
.


Her mevsim biraz daha büyür çocuklar
ve en güzel onlar çıkarır baharın tadını....



Brajeshwari/ 19 Mart 2011/ Ankara




TOM PETTY- Learning to fly

01 Mart 2011

İstedim ki, bir tapınakta iki sütun gibi olalım....




Küflü, islenmiş sütunlarının arasından içeride hep bir ağızdan söylenen duaların sesi duyuluyordu sadece...

Alalade bir tapınak burası aslında... Ne heybetli dağların, ne de ormanları görürdü manzarası... Sokağın sonununda, artık yolun bir yere çıkmayacağına inananları şaşırtırdı. Sıra sıra dökük evlerle dizili yolda, büyük bir bahçe ve yüzyıllık ağaçların arasında gizlenir, parlardı adeta.... Şehirde yolunu kaybeden yada yolunu kaybetmek isteyen turistlerin karşısına çıkardı apansız... Tapınağa giren turistler artık turist olmaktan çıkar, bir kez içeri giren oraya ait olurdu yürekten... Bahçenin sokağa bakan alanında mahallenin kara yüzlü, elleri kirli, ayakları çıplak çocukları mutlulukla oyunlar oynar, çamurlu yolu köşede manava çıkardı. Bahçesi dışardan bakınca düzenlenmeyi beklerdi. Boş, kırık saksılar bir yanda, toprak yığınları bir köşede, el arabası başka bir taraftaydı. Fakat bahçe, içeri girip, yola doğru baktığınızda yüzyıllık ağaçların, muson yağmurlarının beslediği yabani çiçeklerin fısıltılarıyla güzelleşirdi birden bire... Süsüne, görkemine, kırığına, yıkılmışlığına özen gösterilmemiş, yenilenmemişti hiç bir köşesi... İstenmişti ki görüntüde olmasın hiç birşey, bir çatısı-damı olsun inananların, yürekleri doldursun içeriyi, öyle anlam bulsun.... Öyle de olmuştu. Binlerce tapınağından biriydi sarı ülkenin... Herşey sanki sarıydı burada... Kırmızı bile biraz sarıya çalardı...

Bahçeden geçen minik patika yolu buyur ederdi sizi tahta verandaya... Sandal ağacı tütsülerinin ve köri ile tatlandırılmış patates yemeğinin birbirine karışan kokusu çalınırdı hemen burunlara... İçeride hep bir ağızdan söylenen şarkının, zillerin, davulun büyülü ritmi sizi adım adım yaklaştırırdı kendine... Verandaya adım atınca kapısı olmayan tapınağın, iki büyük sütunu karşılardı sizi... Ayakkabılar burada çıkarılırdı. İçeriye girdiğinizde, sütunlarla çevrilmiş büyük bir avlu, avlunun merkezinde renk renk çiçeklerle donatılmış altın rengi bir sunak göze çarpardı. İç avluya dört bir yandan bakan üst balkon kat, mavi kapılarla odalara açılırdı. İçeride seslerin yürekten gelen ritmini, sessizliği, kalbinizin atışını, hayatın çoşkusunu hisseder, kendinizi binlerce duygunun arasında bulurdunuz. Diğer insanlar gibi kilim minderlerin birine oturup, onlardan biri olurdunuz bir anda... Sizin gibi ama görüntüde sizden farklı ten renginde, farklı göz biçiminde, farklı kıyafetten, farklı kokan insanlarla bir olur, duanın içinde tanışıklığınızı onaylardınız aynı ses ağzınızdan çıkıp tek sese, duaya dönüştüğü anda kalbinizde... Tapınağın çatısı bir ağızdan söylenen dualarla dolar, gökyüzüne ulaşır, sonra içinize akardı adeta... İçerideki baharat kokusu yoğunlaşır, tütsülerin kokusu büyülü esintiyle burnunuza çalar, renkler değişir, şeffaflaşır, işte o an kalbiniz kocaman bir gülümseyle açılır, hiç olmadığı kadar sevgiyle dolardı. Başka bir katmanda, sadeliğin, şeffaflığın, niyetin, birliğin, bağlılığın ve sevginin içinde bulurdunuz kendinizi... Derisiz, kemiksiz, kimliksiz, cinsiyetsiz, hafif, uçuşan bir hale gelirdi kendinizi hissettiğiniz... O an en çok siz, en çok biz, daha da fazlası herşeyle bir olurdunuz.

Dua tüm ritmiyle havaya, bulutlara, yüreklere ulaşırken ziller çalar, davul ritme eşlik ederken, tapınağın verandasındaki heybetli iki sutun bu birliğin yükünü hafifleyerek taşırdı adeta... Tahta veranda her zaman bahçedeki ağaçların sarı yapraklarıyla dolu olurdu. İki adam, ellerinde uzun sopalı süpürgelerle o yaprakları ibadet edercesine süpürürdü... Sessizlik içinde, duanın içinde, ağaçların döktüğü yapraklara, işin niteliğine söylenmeden, düşünmeden, dua eder gibi süpürürlerdi... Dışarıda esen rüzgarın sesine saygı duyarak hareket eder, çocukların kahkahalarıyla eş bir ritimle, parmak uçlarında danseder gibi süpürürlerdi o yaprakları.... Üstlerinde sarıya çalan kavuniçi kıyafetleri vardı, sarı yaprakları toplarken sararmıştı belki de kıyafetleri... Yapraklar büyük bir özenle verandanın aşağı köşesinde süpürülerek, toplanır, sonra rüzgar estiğinde verandaya tekrar dolardı, ama onlar, yine dünyanın en önemli işini, büyük bir incelikle, ilk kez yaparcasına süpürmeye devam ederlerdi.

Mutfakta elleri krem görmemiş kadınlar, bacaklarını altlarına almış, baharat kokuları arasında patates soyardı. Sessizce, birbirleriyle konuşmadan, sadece patatesi ellerine alıp, gözleri bıçağın hareketlerini izleyerek, patates soyarlardı. Kaç patates kaldığını bilmeden, kaç tane soyduklarını saymadan soyarlardı. Yemek hazırlanırken, içine dua da karışırdı.

Biz bu tapınağın girişindeki iki sutun gibiydik işte... Görünüşte kapısız bir tapınağa açılan, kapı görevi gören iki mermer parçasıydık alt tarafı... Ama ne ben, ne sen olmasan orası bir giriş olmazdı, buyur etmezdi içeri böylesine....
.
.
.... Yaşanmışlıklar birer yaprak gibi solup, hayatımızın üstüne düştüğünde onları süpürmekten yerinmeyelim istedim. Yaşamın katmanları bir bir soyulurken, kaç katman var daha, kaç deri attı yüreğimiz diye sormayalım istedim. Hayat akarken, biz acele etmeyelim, onun ritmine saygı gösterip, hatırlayalım istedim büyürken içimizde bıraktığımız çocuk kahkahalarını... Yüzümüz birbirimize bakmasa da aynı manzaraya bakarken sessizce anlaşabilelim istedim sadece... Kalbimize koyduğumuz her duyguyu, iyi-kötü-farklı diye ayırt etmeksizin buyur edelim, sunduğumuz sevgiyle onu beraber dönüştürelim istedim. Yediğimiz paylaştıkça kutsal olsun, duamız gökyüzüne ulaşıp bize aksın, önce kalbimize dolup, sonra çevremizdeki kalplere ulaşsın, gülümsetsin, birleştirsin istedim. Biz oluşumuzda, aslında bir oluşumuzu hissedelim istedim...

Duanın içinde ellerimi birleştirdim kalbimin üstünde... Oturduğum yerden tapınağın girişinde duran o iki sütuna baktım uzun uzun... Seslerin, çoşkunun, kalbimin atışları ve baktığımın içinde, seni hep seveceğimi bilerek teşekkür ettim varlığına...
.
.
O an sarı bir yaprak daha düştü verandaya...
Süpüren olmadı....
.
.
Brajeshwari.dd ( Şubat 2011 )
not: kimseye değil... kendime yazdım...



Deva Premal – Jai Radha Madhav by get_max

14 Şubat 2011

Sevmek üzerine... 14 Şubat üzerine değil!


14 şubata dair guzel birsey yazmak niyetinde değilim. Sevgililer günü hakkındaki görüşüm, ticari bir kaygı oluşundan öteye gidemiyor malasef... Bu günün anlamı yılın her gününe yayılmalı, her gün en az 5 dakika sevgililer günü kutlanmalı... İçten bir öpücük, kocaman kalpten bir sarılma, belki en samimi duygularla “ iyi ki varsın, çok değerlisin” diyebilmek birine-birilerine, ve göz göze gelebilmek sevgiyle... Hayatımızda en çok eksik olan şey bu belki de... Sevdiklerimizi-varlıklarını onurlandırabilmek... Bunu karşılayacak veya temsil edebilecek bir hediye var mı? Bir yüzük, bir demet çiçek ne kadar yerine geçer birini onurlandırmanın...
.
Bize verilen hayat ve onu yaşarken içini doldurduğumuz öncelliklerimizi düşünüyorum. Önceliklerimiz hep sağlık, huzur, sevgi, barış ile başlarken, tüm bunların yanına-dibine-ötesine ilişen binbir şeyin peşinden koşuyoruz. Koşturmamız arasında asıl önceliklerimiz unutulmuş, ulaşılmamış, sahip olunmamış şeyler olarak kalıyor. Öyle ki huzuru karmaşada, sağlığı sadece sporda, sevgiyi başarıda arıyoruz ve kayboluyoruz. Bunu destekleyen binlerce algı bozucu şey hayatımızın içinde... Televizyon, medya, haberler, twitter, facebook, trafik, kalabalık, reklamlar,.... Geçenlerde tam yemek saati televizyonu açmış bulundum. Bir trafik kazası haberinin karşısında yemek yiyordum. Sonra bir anda durdum. İzlediğim bir film sahnesi değil, gerçekti! “Kaza olmuş, yazık” diyerek geçiştirmek, yabancılaşmak, insanlığımdan uzaklaşmak olası bir uyuşma haliydi... Televizyonu kapattım, yemeğimi de bitiremedim. Sosyal medya kanallarında insanların yazdıklarını okuyorum sık sık... Birisi nezle olmuş, diğerinin doğum günü kutlaması var, birisi birşeye kızmış... Yorum yazanlardan biriyim bende bunlara.. Sakın ben yapmıyorum sanmayın... İki klayve tuşuyla birinin kuru kuru dogum gününü kutlayıp, digerine geçmiş olsun ve öbürüne “kızma bu kadar” diyerek sanal sosyalleşmenin tutuk, tatsız, insani olmayan bir yanını hissediyorum her gün... Daha az yazıyorum o yüzden... Herkes bir marka, bir iletişim mecrası olma yolunda... Videolar, özlü sözler, tatilde çekilmiş fotoğraflar paylaşarak “burdayım” diyor. İnsanları tanımanın, neleri sevdiğini anlamanın ve paylaşımların yerini alan bu sanal paylaşımlar bir süre sonra hissizleştiriyor insanı... Bakmaz, ilgilenmez, görmez oluyorsunuz. Herkesin ne çok diyeceği var. Ne çok haber vermek istiyor ne yediğini, nerde olduğunu, ne düşündüğünü... Tüm bunların sonucunda kişi-kişiler hakkında ne öğrenmiş ve neyi paylaşmış oluyoruz.. Ruhunu bilip, bedenen yanyana olup, gerçek paylaşımlarda bulunup-göz göze gelişler yaşadığımız insanlar gittikçe sanal bir karaktere dönmeye başlıyor. Tüm bunların nimetleri olduğuna itiraz edemem ama bizi nasıl içi kof yaptığını da görüyorum.
.
İçi boşalan herşey anlamını kaybediyor. Sadeleşmek, azalmak yolunda kalabalıklaşıyor, yoruluyor, işin içinden çıkamıyoruz. İçimizde ne yaşıyorsak, dışımıza da o yansıyor. Aynı şekilde dışımızda ne yaşıyorsak içimizde de aynıları yer alıyor. Hissizleşiyoruz.
.
Herkes konuşuyor. Sözcükler çok gerçek enerjiler taşıyor. Bu çağın en değerli anahtarı ses- yani seslendirdiklerimiz... Politikacıların, siyasetçilerin bunca konuşması, tartışma programlarının bu kadar çoğalması bu yüzden... Şarkıcıların çok ünlenmesi bu yüzden... Sosyal medyanın insanları her alanda konuşacak-seslenebilecek ortamlar yaratması bu yüzden... Hepimizin cep telefonu olması bu yüzden.... Blogların çoğalması bu yüzden.... Yazılı t-shirtlerin olması bu yüzden.... Sokaklarda dikkatimizi çeken reklamların-panoların-tabelaların çoğalması bu yüzden.... Herkesin bu sihirli, değerli, enerjisi bol- taşıyıcı sesi- bir mesaja-bin mesaja çevirerek tüketmesi bu yüzden... Doğayı, bilgiyi, erdemi... tükettik, sözcüklerimizi tüketiyoruz şimdilerde...
.
Seslerimiz, söylediklerimiz bizim hakkımızda kişisel bilgiler verirken, hayatımızdaki olumlu-olumsuz enerjileri de taşır. Mutsuz ve öfke dolu sözcükler tüketen bir insanın tüm gün çevresinde gri bulutlar dolaşır. Güzel ve pozitif sözcüklerle gününü süsleyenin güneşi üstünde parlar. Böyledir sesin-sözcüğe dönüştüğü enerji... İnsanı çevreler, etkiler.
.
Bugün hangi sözcüklerin enerjileriyle donatıldığınızı veya hangi enerjiyi söze dönüştürerek onun enerjisiyle dolaştığınızı bilmiyorum. Ama madem bugün sevgililer günü... Sevgi hakkında birşeyler hatırlayalım... Sözcükleri usul yerini bulsun diye tüketmeden, içini boşaltmadan kalbimizin sesini....
,
Şu an kimi–neyi düşündüğümüzde sevgiyle doluyor yüreğimiz... Sessiz, sözsüz, yazısız, mimiksiz... sadece düşünüp, hissedelim, dolalım o sevgiyle ve gülümseyelim belki...
.
İyi ki var diyebilelim gönülden... Teşekkür edebilelim varlığına, varlıklarına... ve bu duyguyu bize yaşatan her tür nedene, olaya, paylaşılana... Yüzleri, siluetleri, hayatımızdaki konumlarının ötesinde yüreğimize dokunuşlarını hissedelim... Sevgiye, bir oluşumuza varalım sonra.... İçi tekrar dolsun “sevgi” sözcüğünün ve sevmelerin... Mümkünse böyle kalsın, hiç boşalmasın, sadece Şubat ayına denk gelen bir güne sığdırılmasın sonrasında... 365 gün/ günde 25 saat hissedebilelim sevgiyi, sevildiğimizi.....
.
Sevmek, çok değerli ve güçlü bir titreşime sahiptir. Önce sevmelerimiz bizi sarıp sarmalar, sesli olarak söze dönüşmese bile, hisseder o an bunu sevilen her zaman....
.
.
... İyi ki var’sın...
iyi ki var’lar....
.
Brajeshwari / 14.02.2010
.
.

20 Ocak 2011

Hayatın KATMANLARI





Yaşadığı çamura rağmen saf ve kirlenmeden açar lotus çiçekleri, ışıkla temizlenir yaprakları, aynı yaşamın bizi temizlediği gibi....



Geçen ay Body Worlds sergisinde, tüm vucut derisi titizlikle çıkarıldıktan sonra koluna bir kıyafet gibi asılmış modelin önünde yarım saat zaman geçirdim. Modelin kolundan sarkan derisinin üzerinde, ona- yaşanmışlığına dair izler aradım. Yer yer parçalanmış ayak tabanları, bacak kısmının üzerinde duran minik sarı tüyler, diz bölgesindeki derinin deformasyonu, bir eldiven gibi sarkan ellerin avuç içlerindeki çizgiler,.. büyüleyiciydi. Koca bir katmandı deri... Altında yer alan kasları, sinir sistemini, damar ağlarını, organları, kemikleri saran, koruyan, bir arada tutan...

Bedenin katmanları var. Algının katmanları var mı? ... Peki hayat kaç katmanlı?

.
....
.
Dersin ilk dakikalarında yoga matımda ayakta durduğum an sadece kütle olduğumu düşünürüm. Bedenen ağırlığım, ayakta duruşum, yüksekliğim, kapladığım alan vardır önce sadece... Sonra hareketlerin içinde erimeye başlar bu katman... Kollarımın, bacaklarımın, bedenimin içindeki tüm kasların varlığına, birbirleriyle uyumuna, esnemelerine, daralıp, açılmalarına şahit olurum. Ayak parmak köklerim yeri kavrar, en zor duruşlarda tüm bedenim sağlam dururken sol elimin işaret parmağı titrerken gözüme takılır, boynum uzarken, bakarım sırtımda ona nazikçe eşlik ederek hizalanır peşi sıra.... Bir katman daha açılır, beden somut var oluşundan farklı bir gerçeğe açılır. Göğüs kafesim her nefesle açılır, nefesi bırakışta arınır bir katman daha... Nefes içe doğru yolculuğun büyülü anahtarıdır, onu izlerken yolculuk devam eder. Bir katman daha bırakır kendini o anda... Başka bir katmanda duyguların, yaşanmışlıkların, dokunuşların izlerine takılır bazen zihin, ama tüm dünyevi duyguların senin gerçekliğin olmadığını, sanal bir koruma katmanı olduğunu anlarsın bir aşama sonra... Sonu yoktur bu bırakışın, eriyerek çoğalmanın, sadeleşmenin, azalmanın, katman katman lotus çiçeği gibi açılmanın... Olası bir noktaya varıldığında, bedenin insanı sınırlayan tüm duvarları yıkılır tek tek... Geriye saf, şeffaf, hafif, uçuçu her defasında değişen bir hediye kalır... Öylesine gerçektir ki geriye kalan, elle tutulamaz, tarif edilemez sadece yaşanır. Bazen önemli sandığımız tüm sıkıntının uçuşudur, hafifletir... Bazen hiçliğin, boşluğun içinde salınımıdır, özgürleştirir... Bazen tüm dünyayla, gökyüzüyle, toprakla, insanlarla bütünleştiğini hissedersin, güven duygusuyla dolar yüreğin... Bazen seslenir özlemle sevdiklerin... Bazen de aşk çıkar ortaya, aşka bulanır her zerre baştan aşağıya, içten dışarıya...
.
Doğayı algılayışında katmanları vardır. Bir ağaça bakarken varoluşun tüm izlerini sürebilirsiniz yada onu sadece yeşil-ağaç-odun olarak görebilirsiniz. Algınız ne kadar derin ise, doğaya saygınız artar. Çünkü doğada göz ile görülen gerçeğin gerisinde, başka gerçeklikler vardır. Toprağın bilgeliği, tohumun bilgisi ve tüm bunların ışığında bize söylediği...
.
Müziğinde katmanları vardır. Anlamanın katmanları vardır. Konuşmanın katmanları vardır. Onları boyutsuz algılamak, sığlaştırır bizi...
.
Yaratım sürecinin- yazmanın katmanları vardır. Yaratmak; kendini unuturak, teslim ederek o ulvi güce... Bazen de yaratmış olmak için öylesine...
.
Dokunmanın katmanları vardır. Elini değdirmek vardır bir omuza veya hissederek akar içinden duygu ellerinle dokunduğun adama....
.
Bakmanın katmanları vardır. Sadece bakar olduğunun içinde kör noktalar vardır.
.
Yaşamın içinde katmanlar vardır. Doğmak, yaşamak –ölmek değildir sadece yaşam... Kabuk kabuk soyar bazen bizi, katman katman ayırır... Hissettirir, acı çektirir bazen... Dirençlerimiz bir katmandır, bilinçaltımızın izleri başka bir katman, korkularımız yoğun katmanlar... Yaşamın derinliğinde katmanlar vardır. Her katman bedenin, yaşamın, görünenin ötesinde başka bir gerçekliğe soyunur.
.
En çok birine-birşeye aşıkken katmanlarımızı azaltırız. Çünkü dışarıdan bize yansıyan aşk, içeride tüm katmanların yok olduğu yerde–yaşamın gerçeğiyle aynıdır, benzer... Ona ulaşmak, sahip olmak, bütün olmaktır tek tutkumuz...
.
İyi bir işin, mutlu bir hayatın, sağlığın, huzurun, dostluğun da aşkla ilgisi vardır. Tüm bunları sağladığımız-sahip olduğumuz anlarda zamansız, bedensiz ve özgür hissederiz çünkü kendimizi... Aynı, aşk’ın içine düştüğümüz anlardaki gibi.... Ama hep daha fazlasını isteriz... Doy(a)mayız aşk'a...
.
Gökyüzünün katmanları vardır.
Yeryüzünün katmanları vardır.
Gece bile katmanlıdır.

Aşk ise hep orada...
Tüm katmanlardan sıyrılıp
varmamızı bekliyor O’na....

.
.
.
Brajeshwari / 19.01.2010
.
.
Yazarken bu şarkıyı dinledim..




Dove Coloured Fools / Oil canvas indirmek için tık
Yorumlara göre, şarkıları indirenlerin sayısı bazen göz kamaştırıcı...
Olsun sizi de seviyorum, keyfinize bakın... :)

16 Ocak 2011

Yuvarlak Sorular ve Albinolar


Bende biraz havadan sudan bahsedeyim istiyorum blogumda... Yazma tarzımı da biraz değiştirmek istiyorum. Bu yazı light bir geçiş olur yeni olana... Hem sadece yazmak değil, paylaşacağım şeyler de var aslında...

Son zamanlarda neler yapıyorum? İşaret dilini öğrenme çabalarım hızlı bir şekilde devam ediyor. Murat ile yaptığımız özel dersler dışında, gün içinde konuşmalarımda da ellerimi kullanarak- onları etkin kılmaya çalışıyorum. Çünkü ileride ellerim konuşacak, şimdiden antreman yapmam gerekiyor. Konuştuğunuz –anlattığınız ne ise ellerinizle konuyu desteklemeye çalışın, ne kadar acemi olduklarını göreceksiniz, eğer bu söylediğimi işaret dilinde nasıl anlatabilirim diye merak ederseniz, o zaman hemen benim yaptığım gibi işaret dili sözlüğünü indirip, bakabilirsiniz.

Bazen internette o kadar çok yazı okuyorum ki, okuduğum yazılarda yeni ingilizce kelimeler öğrenip bunların türkçe karşılıklarını düşünüyorum. Mesela Solipsist: kendisinin gerçekten varolan tek şey olduğuna inanmak anlamı... Başka bir açıklamayla; diğer insanlar ve evren, herşey sadece hayal gücünde vardır, onları hayal etmeyi bırakırsan, var olmayı keserler düşüncesine sahip olmakmış. Bu biraz kendini fazlasıyla önemsemek gibi görünse de, her insan biraz solipsist değil midir? Bunun üzerine çok yazılar, öyküler yazılabilir.

Öğrendiğim yeni kelimelere başka örnekler: Dysania: sabah yataktan kalkma zorluğu, Petrichor: yağmurdan sonraki toprak kokusu, Philophobia; aşık olma korkusu, Hypophrenia: nedensiz üzüntü hali demekmiş. (Bunların türkçe tam karşılıkları var mıdır? Konu hakkında bilgisi ve fikri olan varsa yazar mı? Sizinde bunlar gibi örnekleyeceğiniz kelimeler varsa benimle paylaşır mısınız?)
.
Beni şaşırtıp, farklı olan şeyler ilgimi çekiyor. Bunlardan biri de albinolar... Çok güzel geliyorlar bana... Ama hikayeleri ne kadar az, sanki beyazlıkları gibi görünmez her biri... Albinolar saçlarını boyuyabilir mi? neden aklıma düşüyorsa böyle şeyler, merak ediyorum. Bunu araştırırken albino sincapları koruma derneği, albino afrikalılara, albino tavuskularına, orangutanlara, Tanzanyadaki Albino futbol takımına kadar bir sürü fotoğrafla karşılaştım.

Bu meraklarım dışında, çocuk ve gençlik yogası eğitmenlik sertifikamı International Yoga Federation imzalı tekrar almam için bir takım ödevler yazıyorum. Aklım hep çocuklar için çalışıyor. Yazma, hikaye kurma, oyun oluşturma kısmı harika geçiyor fakat yarım saatlik 8-15 yaş arası gençlik yogası dersimi videoya kaydetmem gerekiyor. 8-15 yaş arası çocuğu olan İstanbullu bloggerlardan, çocuklarını yoga yaptırmak için ödünç alabilir miyim? Eğer “olur” derseniz, bana bir mail atabilir misiniz?
.
Evvelden beri zumbaracıymışım da haberim yokmuş? Hayatımı yıllardır yoga, masaj, reiki, fotoğraf çekmek gibi hobilerimle sürdürebilmek isterim. Para kazanma gerçekliği bir yana, sevdiğiniz şeyleri yapmaktan keyif almak diğer bir yana... Zumbara kısaca” para yerine zamanın kullanıldığı bir paylaşım sitesi”... Mesala yoga dersi mi almak istiyorsunuz, siteye üye olup yoga dersi verdiğini ilan eden birinden yoga dersi alabiliyorsunuz. Aynı şekilde sizde mesela çok iyi photoshop mı biliyorsunuz? Bunu hizmet olarak ilan edebilirsiniz. Daha açıklayıcı bilgi için lütfen Zumbara adresini ziyaret edin veya şu videoyu izleyin, ilginizi çekiyorsa beni zumbarayla tanıştıran şu yazıyı da okuyun derim.

Bu aralar sık sık internette kendimi kaybederek fotoğraf tarıyorum. Sevdiğim, beni düşündüren, gülümseten fotoğrafların olduğu kocaman bir arşivim var. Onları burada paylaşarak sizinde düşüncelerinizi almak isterim. (Malasef fotoğrafın kime ait olduğunu yazmadığım için kaynak gösteremiyorum.)
.

Bu fotoğrafı her gördüğümde gülümsüyorum. Bunun bir kurgu olduğunu düşünmeksizin, ne konuştukları hakkında binbir şey düşünüyor, işin içinden çıkamıyor, karar veremiyor ama fotoğraftan sızan dostluktan her seferinde çok etkileniyorum. Siz neler hissettiniz?
.
.
Yıllarca yazılarımı paylaşırken çok keyif alarak yorumlarınızı okudum. Artık hayatın bana öğrettiklerini yazmanın dışında, bu tür şeyleri de sizlerle paylaşarak hayatımın içinde olmanızı istiyorum.
.
Güzel bir hafta geçirelim...
Sevgilerimle...
.
.
Brajeshwari / 15.01.2010


Crowded House / Four seasons in one day... indirmek için tık!



10 Ocak 2011

Konuşan ELLER...


Ellerinize baktığınızda ne görürsünüz? Onlar nasıl hizmet ederler bizlere? Ellerin bir hafızası olsa, anlatsa nasıl bir hikaye çıkar acaba? Onlar bazen sadece araç hayatın içinde, bazen gerçekten aktarıcı gönülden geçenleri iletmeye,.. yaratarak, yazarak, dokunarak.....
.
Hamur yoğuran bir kadının elleri, kadının marifetinin dışında, hamura neler katar kimbilir... Karnı ağrıyan bir çocuğun annesinin dokunuşu ilaç kadar etkili değil midir?
.
El'in ne çok anlamı var, ne çok atasözü ve deyim üretilmiştir el ile ilgili... Aristo el için “araçların aracı” demiş. Yaşamın tanığı, en sadık hizmetkarlar, beynin en önemli uzuvları ve en yalansız olanı... Elini uzatırsın ilk tanıştığın insana, el sallarsın senden ayrılana, bi elini savurursun bazen boşver manasında, elini koyacak yer bulamaz bazen insan heyecanlanınca... Görmeyenin gözleridir, duymayanın sesi-dilidir eller...
.
Şehrin en gürültü saatinde, bir cafeye oturuyorum. Yoga dersinden yeni çıkmışım ve ders sonrası hissettiğim huzuru sindirmek için bir çay alıp, görünmez oluyorum düşüncelerimin içinde... Ellerime bakıyorum. Tüm ders, parmaklarımın kocaman açılıp, matı kavrayışı, yere köklenmesi ve hareketin içinde beni dengede tutuşlarının sızısını hissediyorum avuç içlerimde... Sanki bu ders fazlasıyla ellerime yaramış gibi... Enerjileri temizlenmiş, nötrlenmiş, hafiflemiş, esnemiş, gerinmiş nefes alıyor yepyeni adeta ellerim... O an telefonuma bir mesaj düşüyor. Sanki her şey doğru kurgusuyla ilerliyor, tam ben bugün ellerimin bunca farkındayken... “Bugün buluşalım mı?” diyor mesaj... “olur,saat 5.30 uygun” yazıyorum parmaklarımla tuşlayarak...
.
Hikayenin başı aslında şöyle başlıyor. Aylar önce Ankaradan İstanbula dönüş yolundayım. Otobüs koltuğunda ellerime bakarken, kalbime düşüyor bu istek önce... Zihin habersiz... Bilirsiniz, kalbe düşünce ateş, o artık evrene teslim edilmiştir... Kalpte ateş büyür, evren sizin için çalışmaya başlar...
.
Güzel arkadaşım Pöti ile buluştuğumuz başka bir akşam, sohbetin içinde nedensiz sese dönüşüyor içimdeki ateş... “Ben işaret dili öğrenmek istiyorum” demiş oluyorum sadece paylaşmak adına... Öyledir ya işte, evrenin sizin için çalıştığının tebessümü... “ Bizim şirkette Murat var, işitme engelli, ders veriyor, senin için sorayım mı?” Ben soru sormadan cevap veriyor Pöti’min aracılığıyla evren bana... İçimdeki isteğin, heyecanın, mutluluğun arasında gülümsüyorum yollarımın açılışına... ”Tamam” diyorum mutlulukla... İşte hikaye böyle başlıyor...
.
Kocaman sesli harfler, gürültünün arasında, sessizliğin minik elleri geliyor aklıma... İşitme engelli çocukları düşünüyorum. Onların ses olan ellerini... Dünyayı tanımak, kendilerini anlatabilmek, dokunmak adına işaretler ile elleriyle ördükleri kelimeleri... Seslilerin dünyasında kendi sessizliklerindeki aydınlık yüzlerini...
.
Sessizlikte durabilmek cesaret ister. O cesur çocuklara anlatacak çok hikayem, oyunlarım var benim... Onlarla yoga yapmak istiyorum aynı şimdi çocuklarla beraber yaptığım gibi... Arının hikayesini, korsanların maceralarını, korkak kaplumbağanın cesaretini anlatmak istiyorum onlara da... Oyunlar oynamak, duyamadıkları kendi kahkahalarını kulaklarımla değil, kalbimde duymak istiyorum aslında... 35 yaşıma kadar öğrendiğim tüm kelime ve sesleri bırakıp, onların dilini öğrenmek için Murat’ı beklerken oturduğum bankta bu istekle yanmaya devam ediyor kalbim...
.
Murat beni eliyle koymuş gibi buluyor. Dedim ya, evren yine yardımcı oluyor. Yan yana yürüyerek, oturacağımız mekana doğru ilerliyoruz. Murat dudaklarımı okuduğu için, yan yana yürüyüşlerimizde yüzüme bakıyor devamlı... Ne kadar unutulan birşey, yüzüne bakarak, gözlerinden anlamak, dudaklarından dökülen sözcüklerde izlemek bir insanı... Oturduğumuz gibi sohbet etmeye başlıyoruz. Murat; kendiyle barışık, öz güvenli harika biri, tanıdığım, bildiğim biri gibi... Zekasına, rahatlığına, samimiyetine, cesaretine hayran kalıyorum. Konuşurken yavaş ve vurgulu konuşmaya çalışıyorum. Söylediklerim dudaklarimdan dökülürken, ses ve vurgular beynimde yankılanıyor. Sesimi düşürüyorum en alçağına, Murat beni yine anlıyor. Sanki konuşmasam, yine anlayacak gibi gülümsüyor her defasında...
.
Sohbetimiz bittiğinde, dersimize başlıyoruz. Ben çoktan bana maille yolladığı alfabeyi çözmüş olduğum için, üzerinden geçiyoruz harflerin... Sonra sayıları, zaman tanımlarını öğreniyor, minik cümleler kuruyoruz beraber... Ben küçük bir çocuk bilinciyle, daha çok daha çok öğrenmek istiyorum. Bir an önce seslerimizi unutup, ellerimle anlatmak istiyorum herşeyi...
.
Aralarda sohbetimiz devam ediyor. O kadar çok şey yapmak istediğini anlatıyor ki, o hayallerini anlattıkça bende çoşkuyla doluyorum. “Yok böyle bir Dans” programının tüm geliri, işitme engelliler için yapılacak bir okula gidecek. Ama niye işitme engellilerde dans etmiyor o programda” diyor ve ekliyor ”Ben Tango, salsa biliyorum”... Hak verirken, hayranlıkla dinliyorum onu... “İşitme engellilerin oluşturduğu korolar kurmak istiyorum, tiyatro oyunları hazırlamak..” diye devam ediyor. Tanrı bana, benim gibi hayalleri olan bir aracı yollamış diyor içim bunları dinlerken...
.
“peki bana bir şarkı söylesene” diyorum hayallerinden biri olan şarkı söylemeyi duyunca... “ Son bir sigara içelim, yavaş iç, öyle git gideceksen...” diye şarkıyı sessizce mırıldanıyor. Sözler tamam, beste az çok yerini tutuyor. Ama aklımda sadece, şarkının sözlerinde geçen “ yavaş iç” kısmı kalıyor, onun şefkatle elinin üstüne dokunarak yavaş kelimesini işaret diliyle gösterişi kalbime dokunuyor. “Nasıl dinliyorsun” bunları diyorum. Kulağında bir kulaklık var Murat'ın... Sesleri algılamasına yardımcı olan bir kulaklık... Müziği sonuna kadar açıp, sözleri de internetten bakıp şarkıcının dudaklarını okuyarak dinlediğini anlatıyor. Dinlediğim, sözlerini ezberlediğim tüm şarkıların kolaylığı aklıma geliyor.
.
Dersimiz bittiğinde bir kırtasiyeye gidip, bana bir defter alıyoruz. Defterime ders notlarını yazmak ve bu defteri de onunla seçmek istediğimi söylüyorum. Bu sefer yine yan yana ama kol kola yürüyoruz. Yoldan geçen bir motoru farkedip, beni geri doğru çekip “Dikkat” diyor. “Motorun sesini mi duydun” diyorum. Hem önümüzdeki arabanın aynasından gördüğünü, hemde duyduğunu söylüyor. “Nasıl bir ses duydun” peki diye soruyorum. Sorum, onun kulaklığı yardımıyla ne kadar duyduğunu anlayabilmek adına... Bana şöyle cevap veriyor..” Gerçek anlamda duymak nasıl birşey bilmediğim için, sana tam cevap veremem. Bir ses hissettim sadece" diyor... Bunun üzerine başka soru soramıyorum. Gerçekten duymanın ne demek olduğu üzerine onun kadar sessizliğe bürünüyor içim çünkü... Koluna daha sıkıca tutuyorum.
.
İsteğim üzerine, Murat yeni defterimin ilk sayfasına tanışmamıza, bugüne dair bir not yazıyor. Defterimi kapatıp, sonra dolmuş durağına geçiriyor beni... İşaret diliyle “Çok güzel bir gündü, teşekkür ederim” diyor. Ben önce ellerimin acemisi, sesli olarak söylediği şeyi tekrar edip, sonra işaret diliyle ilk tam cümlemi kuruyorum. Sarılıp, ayrılıyoruz. Dolmuş hareket ettiğinde defterimi açıp, yazdığı notu okumaya başlıyorum. Yüzümde kocaman bir gülümse, kalbim sıcacık oluyor...
.
Gece yatağıma yattığımda yiğenim Defne'nin uyumadan önce ellerini kullanarak, o sıralarda öğrendiği herşeyi bilinçsizce peşpeşe yapışı aklma geliyor. Tel sarar Defne derken ellerini çevirmesi, kaç yaşındasın dediğimizde bir işaretini parmağıyla gösterişi , gel diyişi... Bende uyumadan önce öğrendiğim herşeyi aynı Defne gibi hatırlayıp yapıyorum, en sonunda evrene, mucizelere, aracı olana, gönlüme ateşi düşüren ve yardım eden O’na işaret diliyle teşekkür ediyorum.
.
Ellerim kalbimin üstünde uykuya dalıyorum....


Brajeshwari/ 8.01.2010
.




Imagine Glee from Daniel Reigada on Vimeo.