24 Şubat 2009

korkmaktan Korkmuyorum...


Bundan yıllar önceydi. En yakın arkadaşım Özge İngilterede master yapıyordu. Artık geceleri onun yokluğunu aratmayan sevgilisi Koçi ile beraber dışarıya çıkıyordum. (Koçi , soyadı olan Koçak'tan türetilmiş bir takma isimdi.) O zaman barlarda DJ lik yapıyor, beraber girdiğimiz her yere bedava giriyor, hoş karşılanıyorduk. Dünya tatlısı kocaman bir adamdı. Beni koruyor, kolluyor, abilik ediyor, zaman zaman yanımdaki korumacı haliyle bahtımı kapatsa da, en önemlisi ikimiz beraber olunca Özge’yi özlüyor, bu özlemi beraber paylaşıyorduk.

Yine bir gece Koçiyle buluştuk. Barın girişinde Koçi sayesinde tanıdık kontejanından harika karşılandık. Barda yerimize kadar eşlik edildik. Bu arada Koçi tanıdığı herkesi öpüyor, sarılıyor, bir yandan da göz ucuyla beni yanlız bırakmamaya çalışıyordu. Öpüşme –selamlaşma faslı bitince barda oturup rahatça sohbet etmeye başladık. Çevremizdeki herkes alkolunde etkisiyle dans ediyor, biz etrafı izlerken, sohbet etmeye devam ediyorduk. O sırada oturduğum yerde, arkamdaki boşluktan biri beni sıkıştırarak barmene içeceğini söyledi. İstemsizce sıkıştırıldığım için, arkamı dönüp baktım. Çocuk rahat bir tavırla gülümsedi. Ama ben ona gülümsemedim. Koçiyle sohbetimiz devam ederken, yarım saat içinde aynı çocuk yine aynı şekilde beni oturduğum yerden sıkıştırdı ve bara uzandı. Yine arkamı dönüp baktım. Yandan kalçasını bana doğru savurdu, aynı gülümsemeyi yüzüne taktı, göz kırptı, içkisini alıp uzaklaştı. Beni o kadar dar bir alanda sıkıştırdığı için bir özür bekliyorken, Koçi’ye dönüp, bu da neydi dedim. Koçi benimle yer değiştirdi. Birkaç saat sonra sohbet iyice koyulaşıp, muziğinde etkisiyle keyfimiz yerine gelmişken, ainden barın içindeki herkes çoşkuyla el çırpmaya başladı. Arkamızı dönüp, neler oluyor diye baktığımızda, yarı çıplak, vucudunun üstü ve yüzü simlerle kaplı, altında dore pantolonlu bir erkeğin içeri girdiğini gördük. Koçi, gecenin ilerleyen saatlerinde dansçıların çıktığını, bu simli yaratığında onlardan biri olabileceğini söyledi. Çocuk dans ederek kalabalığın içine girdi, yanına gelen herkesle birkaç figür beraber dans etti ve bara doğru yaklaştı. Bir bardak su istedi. Yanımdan geçerken yine kalçasını atarak, “naber fıstık” diyerek uzaklaştı. Bu simli dansçı, biraz önce beni sıkıştıran aynı çocuktu. Biraz önceki gülümsemenin, rahat tavırların nedenini şimdi anlamış oldum.Çocuk beni gözüne kestirmiş oldu.

Önce dans ettiği kare standa çıktı, dj tempoyu arttırdı, içeride herkes kendinden geçerek dans etmeye başladı. Simli dansçıyı izlerken, bedenini kontrol edişine, tempoyu ayak uyduruşuna hayranlıkla bakıyordum. İçimdeki kızgınlık duygusu, takdire dönüştü bir anda... Birkaç şarkı sonra, dans ettiği standtan indi ve içerideki herkesi çoşturmak adına gelip bizim oturduğumuz barın üstüne çıktı ve tam önümüzde dans etmeye başladı. İçkilerimizi elimize alıp, kafamızı ona doğru kaldırarak dansını izlemeyi sürdürdük. Bir ara bana doğru eğilip, “Barıştık mı?” dedi. O an herkesin gözdesiydi, barışmadık desem neler olacağını bile düşünemediğim için evet anlamında kafamı salladım ve içkimi ona doğru uzatıp şerefe yaptım. Gülümsedi, birkaç figürü önümde bana doğru yaptı bu barışmanın şerefine... Arka taraftaki bir guruh çığlıklar içinde eşlik etti bu dansa... Sadece onu izlerken, ne ara elini bana uzattı, beni barın üstüne çekmeye çalıştı hatırlamıyorum. Elimde içkim, Koçi’ye beni kurtar diye bakıyorum, Koçi gülümsüyor ve “hadi dansedersin” diyor gözleriyle... Şimdi yılan gibi kıvrılan simli adamla, işten çıkıp gömleğiyle gelmiş ben barın üstünde duruyordum. Ne yapacağım ben dedim içimden. Tempo arttı. İçeride dansçının yaptığı bu jeste herkes çığlıklar atarak onay verdi. Dansına alkış tuttum bir süre, çok utanıyordum. Barın üstündeydim, tüm hayatım gözümün önünden geçti. Simli adam, en favori hareketlerinden birkaç figürü yanımda döktürdü. Anladım, barışmamıştık. Bu dansın hadi sıra sende kısmı da vardı biliyordum. Tamam dedim. Yapmadığın şey mi... Tempoyu duy ve bırak kendini... Sen ne hissedersen, onu hissettireceksen.. Ezbere değil, hissederek dans et.. Cesur ol.. Simli adam, içine yılan kaçmış hareketinden sonra, kalçasını bana doğru savurdu yine, elini beline koydu, “hadi bakalım dedi” gözleriyle... Dans etmeye başladım, bıraktım kendimi... İyi bakalım dedim kendi kendime, neden korkuyorsun ki, cesaret korkmamak değil ki dene.... Tempoyu duydum, ayaklarımı ona uydurdum. Kollarımı ve bedenimi kendi bildiği figürler içinde bıraktım ve düşüncelerimi attım bir kenara, sadece dans ettim. Simli adam bir süre baktı, sonra mutlu oldu ve bana eşlik etmeye başladı. Aynı figürleri yapmaya başladığımız zaman, içerdekiler iyice çoştu, Koçi o an bana gururla bakmaktaydı. Şarkı biterken ona kalçamı savurdum, “Şimdi barıştık” dedim, teşekkür ederek gülümsedim. Elimi tutup öptü, beni sandalyeme indirdi. Alkışlandık bir sürü... Ben saklanacak yer aradım bana bakan, gülümseyen tebriklerde..

Gece bittiğinde, Koçi’yi tanıyan bar mudavimleri artık beni de tanıyordu. Hatta sonradan öğrendiğim kadarıyla, Koçi’ye benim için burada dans etmek ister mi kendisi diye sormuşlar. Yaptığımız showun bir kurgu olduğunu sanmış içeride bizimle dans eden muşteriler.. Ben ise sabah unutmuştum herşeyi... “Burcu, yüzündeki o simlerde ne öyle” diye sabah kahvaltısında Annem sorunca hatırladım geceyi..
....
Gecen Pazartesi hocalardan biri burnundan ameliyat olduğu için dersini ben vermek zorunda kaldım. Yoga vereceğimi umarak gittim. Fakat bir yandan da katılımcı profilinin Pilates dersine geldiğini bilerek huzursuzdum. Ders sandığımdan kalabalıktı. Onlara yoga egitmeni olduğumu söylediğimde, (Korku bu ya) arkadaki bir çift pilatese geldiklerini ve haber verilmemisinden dolayi rahatsızlıklarını dile getirdi. Tamam dedim.”Yogayla esneyeceğiz, Pilates ile güçleneceğiz, merak etmeyin”. Bunu söylerken, dersi nasıl bitireceğimi bilmiyordum. İçimde yine aynı korkuyu hissettim. Girdiğim pilates derslerinde öğrendiklerim yogaya benzerdi. Yapabilirdim, ama mutlu olurlarmıydı. 23 kişi yüzüme bakıyordu. Bırak dedim, teslim et kendini... Yapabileceğinin en iyisini yap ve gülümse... Robbie Williams ve Madonna eşliğinde aylardır öğrendiğim ve derslerimde deneyimlediğim yoga-lates hareketlerini önce kendim yapmaya, sonrada anlatmaya başladım. Dersin sonunu yogaya bağladım. Ders bittiğinde, saçlarım bile ıslanmıştı. Katılımcılar, memnuniyetleriyle beraber, diğer ders saatlerimi sordular ayrılırken...

Cesaret ile Cahillik arasında ince bir çizgi var.
Cahilliğin altında bilgisizlik yatar, cesaretin arkasında da korku..
Cesur olmak, korkuyla savaşmak değildir. Cesaret risk almak değildir.
Korkuya rağmen var olmaktır.
Çok korksan da, yine de denemektir.

Bırakın kendinizi, teslim edin evrene, tempoyu dinleyin.
Neyi yapamam diyorsak, sadece inanmıyoruzdur.
Neyi ol’amam diyorsak, olmadığımız sadece yapmaya çalıştığımız içindir..

Ben bugun bunu öğrendim.
Korkularıma rağmen, denemekten vazgeçmeyeceğim.
Korkmaktan, korkmuyorum..

..
Görsel buradan alınmıştır.

20 Şubat 2009

Bu son .... OLSUN



Biri _Bu şarkıcı 50'li yaşlarında nasıl bu kadar genç hala?
Diğeri _ O kadar param olsa, bende öyle olurdum.
Öteki_ Hayır ya pilates yapıyor, yoga yapıyor, koşuyor kadın.. Çok ciddi spor yapıyormuş. Bir de bakım, botox herşey vardır tabi.
Ben- Düşünsenize, şarkı söylüyorsunuz. Onca insana enerji veriyorsunuz şarkılarınızla ve karşınızdaki binlerce dinleyici de size iyi enerji yolluyor aşkla, hayranlıkla... Bence bu güzellik birazda ondan.. Nasıl enerji alıyor kadın düşünsenize..


O gün çok isteyerek gittim Hint felsefesi dersime... Bazen bir filme girmeden önce, o filmin sizi çok etkileyeceğini, kendinize dair bazı cevapları alacağınızı bilip heyecan duyarsınız ya hani.. Öyle bir gündü işte..



Şu an yaşadığımız Kali yuga çağından bahsettik. Anlatacağım sadece derste dikkatimi çeken bir nokta.. (Kali yuga hakkında daha detaylı bilgi için Sevgili Nilambara’nın yazılarını okumanızı öneririm.)

Bu çağ "ses çağı" dedi hocam.. Seslerin titreşimleri taşıyıcı.. Geçmiş çağlarda ayinler, adaklar ve meditasyon önem kazanırken, bu çağın özelliği seslerin içinde gizli.. Yani mantraların.. Mantra, sanskritçe 'man' zihin ve 'tra' özgürleştirici anlamına gelir. Zihin huzursuz ve itaatsizdir, oyunlar oynar. Dolayısıyla mantra zihni özgürleştirmek, daha üst bir noktaya çıkmak için kullanılan bir cümledir ve amaca çok güçlü bir şekilde ulaştırır. Mantra özel birşeydir aslında. Ses, damakta bazı noktalara değerek oluşur. Bu noktalar, vucut eksenleri üzerinde rahatlatıcı, zihni sakinleştirici özelliklere sahiptir. Aynı zamanda güçlü titreşimleri vardır. Ama şu anda benim bahsetmek istediğim özel mantralar değil açıkcası.. Hepimizin mantraları var aslında. Kelimeler zihni büyük ölçüde etkiler, ister sözlü olsun, ister yazılı olsunlar. Bir kelimeyi sesli yada içimizden tekrar etmek, ruha, karaktere, davranışa ve toplamda hayata bakış açımıza etki sağlar. Tabi en başta bizden çıkan, en önce bizi etkiler. Eğer kendimize güvensiz ve endişeli söylemlerimiz var ise, bu dış gerçeklik olarak açığa çıkar. Buna göre davranır, buna göre yaşarız. Ses titreşimleri taşır, gerçekleştirir sonra... Kişisel gelişim bu yüzden bu kadar gelişmedi mi? Kendimize neler söylediğimizden başlamıyor mu terapi? Son zamanlarda çok populerleşen meditasyon birazcıkta aklı susturmak değil mi? Aşık bir çiftin sıkça birbirine sorduğu şu soru nedir peki “ aşkım, ne düşünüyorsun şimdi?”

Bu çağ seslerin çağı... Kimi dinliyoruz? Şarkıcıları, politikacıları, televizyondaki konuşan kafaları ve belki de sabahların sultanı Seda Sayan’ı... İpodlarımız yanımızda, not aldığımız defterler çantamızda, kitaplarımızı taşıyoruz yanımızda.. Reklamlar niye bu kadar çok sonra? Sokaktaki reklam panoları, tabelalar arttı sanırım biraz daha... Biz niye kendi içimizde bu kadar konuşur olduk? İnsanlar eskiden kahve içip, sohbet etmek için randevulaşırmıydı bu kadar? Bilgisayarlar önem kazandı. Sessiz ama yazılı iletişimde “konuşuyoruz” hepimiz bloglar yardımıyla... İşte İletişim çağı... Seslerle, sese dönüşenlerle..

Seslerin gizlediği enerji çok şey taşıyor. İster yazılı, ister sözlü, kafanızdaki sesler de dahil buna... Yükleniyor anlamlar bir anda havada, hepsinin enerjisi dolaşıyor etrafta... Bedenden ziyade ruha ait olan bir şey ses ve biliyor musunuz hiç yaşlanmayan tek şey seslerimiz, sesimiz aslında..

Şu an siz bu yazıyı okurken bile taşıdığı enerjiyi alıyorsunuz ister istemez.. Sizi okurken de ben alıyorum aynen bu şekilde... Ne kadar değerli bir köprü kuruyoruz aslında bu yolla, düşünsenize...

Bir mimim var, bir kaç kere mimlendim hatta.. Blog ödülleri mimi.. 7 arkadaşa verilen. Başlarken onu yazmaktı niyetim aslında. Beni bu ödüle layık gören blog dünyasında yazma gurusu Vladimir’e, şeffaflığıyla yürekli arkadaşım Aydan Atlayan kedime, "iletişimci", "girişimci" ve yazdığı konulardaki ince detayları çok sevdiğim Arzu Pınar'a, mesleğiyle göz doluran Özkeye, kardeşim gibi sevdiğim Alengra’nde’ye, sevmek konusunda cesur ve beni her zaman şımartan Feanor'a kalpten teşekkür ediyorum. Güzel yorumları ile mutlulukla doldum. Sadece yazmak, akmak niyetiyle başladığım blogumda bir sürü dost kazandım kelimeler yardımıyla...

Sevdiğim bloglar içinde 7 ile sınırlı kalabilsem keşke... 7 kişiyi mim altına alıp, neden sevdiğimi yazmak yerine, bu yolu seçiyorum izninizle... Çünkü okuduğum her blogu ayrı ayrı seviyorum, ayırt edemiyorum.

Devir liderleri değil, kendini izleme devri... Hepimiz bu iç yolculukta, sözcüklerimizin taşıdıklarıyla adımlıyoruz yollarımızı... Yazmak aslında cesaret gerektirir. Bu yüzden cesur buluyorum seslerini yazıya döken sizleri... Yazdığımızı yaratıyoruz... Ödülü ben değil, hepimiz kendimize veriyoruz kurduğumuz cümlelerle, taşıdıklarıyla, hayatımıza katıyoruz böylece ödülleri...

Sevgi yükleyelim, umut biraz ve güzel şeyler taşıyalım kelimelerimizle...
Hem kendi kendimize, aklımızdan düşünce yoluyla söylediğimize
Hem de okuyucu olarak bizi izleyenlere...
ister bu sadece ses diyelim, sadece kelime işte
bırakalım öylece taşıdıklarını önemsemeden evrene..
ya da istersek cenneti yaratalım sesle veya sessizce düşüncelerimizde...


Okuyan, yazıyla iletişim kuran, sessizce iletişimde kalan, ...
Kısaca enerjisini paylaşan herkese
Sevgilerimle...
.
başlıktaki" ..... "= MİM

16 Şubat 2009

YaTaK


Aynı yerden çektiğiniz fotoğraflar bile hiçbir zaman aynı değildir. Güneş değişir, ay yol alır, bulutlar dağılır, dalgalar dalgalanır, insanlar değişir, çizgiler derinleşir,... Hayat devam eder, sen bile değişirsin yakalamaya çalıştığın anlık bir karede, iki an arasında... Fotoğraf tekniğini ne kadar iyi bildiğimi soranlara, bilmiyorum diyorum rahatlıkla... Çünkü gördüğüm devamlı değişirken, makineyi biliyorum demek garip geliyor bana... Fotoğraf çekerken de bilgiden önce, an’ı yaşamak önemli, hem gördüğüm kareyi, hemde vizörün arkasındaki kendimi... Unutmalı aslında bazen bildiklerimizi, o an bize söylüyor zaten görmemiz gerekenleri...

Aşağıdaki fotoğraflar "bizde fotoğraf çekelim" dediğimiz bir yaz akşamında çıktı. Yatağın üstünü -yanını boşalttık. Işık için çok amatör çözümler bulduk ve inanılmaz eğlendik. Aslında modelimin kendisinin de çok iyi bir fotoğrafçı olduğunu söylemeliyim. Kendisine ve dostluğuna teşekkür ediyorum izninizle... Sadece bacakları değil, her yerleri güzel onun... Kalbi güzel, dostluğu güzel. Beraber bu kadar fotoğraf çekmesek, ben kendimi bunca deneyimlemezdim. (İyi ki varsın, teşekkür ediyorum.)

.

Yatak; cennetten çalınmış uykuları, bazen tatlı rüyaları, bazen karabasanları, tutkulu sevişmeleri, yastıkların altında gözyaşlarını, bazen yer yüzüne paralel öğleden sonra keyiflerini, cambazlıkları ve sıkça rollerin savaşlarını saklar...

Erkeklerin göremediği tonlarının
kadınlar tarafından görülebildiği tek renktir Kırmızı
.

aşk bir dengesizlik işi,
dengeye dönüşendir sevgi..
Bülent Ortaçgil .

Beden dilinde,
size doğru bacak bacak üstüne atan kişi,
size güven duyuyor demektir.

Yatak,
Bazen iki insan boyu geniştir, bazen de bir adım kısa..
bazen derinleşir, bazen de havalanarak
gökyüzüne yükselir..

.

.




13 Şubat 2009

Rüzgar'ın Öpücüğü

Bir Eskimo deyişine göre; Tanrı, çocuklar ve delililer ile rüzgar aracılığı ile konuşurmuş..


Bir nefesle üfledi onu kendinden....
Yola çıktı Rüzgar....

Önce gündüzleri aştı, bulutlarla oynaştı, sonra gecelere vardı. Bazen yuvarlandı, bazen dalgalandı. Gündüzleri minik kuytulara saklandı, uyudu bazen. Sonra gece oldu, yıldızlarla beraber yol aldı. Denize uğradı, meltemini yanına aldı, karlı dağların karlarını havalandırdı. Yeşil ovalardan geçti bazen, otlayan kuzularla oynadı. Ihlamur ağaçlarının arasından geçti, kekik kokularını üstüne buladı. Çiçeklerin tüm renklerini içine çekti sonra, onları sevdi tek tek, sarı oldu, kırmızı oldu, pembeyle doldu eserek..

Arkasından güç verdi denizcinin yoluna, yelkenlerin içine kendini kattı tüm ağırlığınca. Dağlara çıktı, pervaneleri çevirdi, enerji oldu ismi sonra. Kuşların kanadında soluklandı, koşan atların yeleleriyle oynaştı. Çocukların uçurtma sevincine, sevinç kattı salındı bindiği muşamba parçasından ordan oraya...

Bazen çocuk oldu. Bazen de bilge oldu, estiği yerde iz bıraktı.
Peki sizin hangi manzaranızda Rüzgar vardı?

Binaların arasından geçerken, "yol verin" dedi, "kesmeyin önümü bu beton yığınlarıyla"... “Burdayım ben” dedi aslında, camların arasındaki boşluklardan uğuldarken fısıldadı mesajını, sadece onu duyana...

Ondan korunmak için paltosunun yakasını kaldıranların, kazaklarının içine daldı, saçlarıyla oynaştı. Ters yüz etti şemsiye gördüğünde, “hey yağmur değilim ben Rüzgarım” dedi, “benden sonra gelir belki yağmur, o zaman şemsiyeni aç. Şimdi hadi benimle biraz oynaş..”

Nazikçe saçlarımı savurdu bugün benim.. Okşadı saçlarımı... Önce dağıttı tel tel, sonra arkaya doğru uçurdu yüzüme eserken.. Gözlerimi kapattım ister istemez. Kızdım ona önce.. Sonra yerimde durdum savrulmamak için... O da durdu benimle... Çevremde döndü. İlgisi dağılınca, başka bir yöne gitti. Kandırdım sandım onu... Diğer adımımı attığımda, tekrar yanımda belirdi.

Ne var” dedim. ”Evime iki adım var şurada, bırakta kapıdan gireyim.”

Arkamdan uzaklaştı. Sonra tekrar yanıma yaklaştı.

Duysana” dedi. “Sana neler taşıdım bir dinlesen beni..” fısıldadı kulağıma...
Kapattı gözlerimi, dinlemem için dediklerini...

Gözlerini zaten kendine saklı, kulakların lazım bana ve kalbinle dokunacaksın nasıl olsa

Havalandırdı beni.. Bulutları bindik, tepeleri, çayırları aştık. Deniz kabarcıklarının havalanışını duydum, kınalı koyunlara dokundum. Karların üstünden geçti sanki ellerim, irkildim bir anda.. Hapşurmak istedim, burnum gıdıklandı, sanırım burnuma kaçan eserken çuvallardan havalandırdığı renk renk baharattı. Sonra bir gülümsemeye dokunduk, gözleri kapalıyken rüzgarı dinleyen bir kadındı bizi dinleyen... Bir mutfağın camını açtık aniden, ocakta pişen yeşil biber dolmasına katılan sevgiyi kokladık beraber... Binanın kuytusuna yatmış bir evsizin yanından usulca geçirdi beni, “bırakalım da uyusun” dedi. Geçtik yanından ninni gibi. Sokak kedilerinin peşine takıldık sonra. Onları sığınacakları yeri göstermek adına, kovalıyormuşuz oysa.. Binaların arasından geçtik. Belki de size de uğradık dün gece... Camları tıklattık. Boşluk bulduğumuz yerlerden uğuldadık, bazılarınıza öpücük bile yolladık... “Temizlik bu” dedi... Havalandırdı havayı, temizledi savururken ordan oraya kendini... Alttaki ağır havayı üste çıkardı, silkeledi. Çekti içine, çıkardı yenisini... Biz nefeslenelim diye daha iyi..

Bazen iyice esmek gerekse de... Korkular, endişeler, öfkelerde asılı kalıyor öylece havada... Ağırlaştırıyorlar sizi... Yollar boyu taşıdığım güzellikleri, renkleri, umudu, aşkı ve size özel mesajları dolduruyorum onların yerine... Her nefes alışınızda, içinize güzel şeyler doldurun diye.. “

Sonra başladığımız yere usulca indirdi beni... Saçlarımı düzeltti elinden geldiğince...
Kulağıma hafifçe esti.

“Duymak istersen sadece içini dinle... Bu sadece bir rüzgar deme... Hiçbirşey göründüğü gibi değildir, hiçbirşey bildiğini sandığın gibi de olmayabilir...”

“Hiçbir yer sana uzak değil, sen hepsindesin. Hiç kimse senden farklı değil, sen hepsisin. Evinin kapısına yürümen kadar kolay onu duyman, sadece dinle, gözlerini kapattığında bak içine.. Bugün benimle yolladı sevgisini, yarın yağmurlar taşır sana mesajını belki de...”

Kalbimi ferahlattı, temizledi,
doldurdu sevgiyle yüreğimi..
Gülümsedim...

Sonsuz aşkımı, sevgimi ve teşekkürümü doldurdum bende avuçlarıma..
Götürsün diye O’na
Bize yolladığı Rüzgarla....
.
Ellerimi kaldırdım iki yana..
Parmaklarımı araladım..
Rüzgar önce yanağımdan bir makas aldı.
Sonra parmaklarımın arasından
esip gitti usulca...
.


Görsel :Elif Karakoç / Answer Is Hidden In The Wind
_____________________________________
.
Tüm blog arkadaşlarımın,
"14 Şubat -Dünya Öykü Gününü" kutluyorum.
Sevgililer günü mü?
Aşk olduğu her gün, Sevgililer Günü değil mi nasıl olsa :)

09 Şubat 2009

SORU SORMA FARKINDALIĞI




Türkler, ses ile cevap veren bilgisayarı görünce şaşırmışlar. Bir soru sormaya karar vermiş biri.. Geçmiş karşısına...

Naber?” demiş.

Bilgisayar tüm sistemi search etmiş, taramış hardiskini, cevabı bulamamış ve error verip, bozulmuş.

Sorular ne kadar önemli hayatımızda. Sorduğumuz kadar, bize sorulan da. İş görüşmelerinde sorulur, sınavlarda sorulur, sohbetlerde sorulur, sorulur da sorulur. Soruyu doğru anlamakta önemli sanırım. Cevaplar bazen içinde saklı oluyor soruların..

İnsanları sorularından tanımak aslında o kadar kolay ki. Sorunun asıl amacı gerçeği öğrenmektir. Gerçeği öğrenirken, yargı, inançsızlık, öfke, aşağılama da sorunun içine gizlenebilir. Soruyu soran bu yüzden, cevabı verenden daha çok belli eder kendini... Biz nasıl sorular soruyoruz acaba gün içinde?

Annem her eve gelişimde sorardı “Burcu sen mi geldin?” Demek annem gelmemi beklemiyor yada hoşgeldin demeye çalışıyordu aslında. Ben sık sık sorarım mesala “Gerçekten öyle mi?” diye. Bu bir yöntemdir zaman kazanma adına. Bir de “Aa yemeğini bitirmedin mi” sorusu vardır, tabağa ve kalan yemeğe bakarak. Bunda da “ama o kadar yaptım, niye yemedin ki” sitemi vardır alt satırda. Sohbetin ilk dakikalarında ard arda sorulan, “Ne iş yaparsın?", "Nerede oturuyorsun?", "Evli misin?" gibi sorularda bir statü dengelenme arayışı gibidir bana göre. Kısa cevapların analizi karşı tarafa kalır genellikle... Sormak isterim tüm soruların arkasından “uygun düştüm mü acaba sana” diye... "Ne var, ne yok?" “Ne yapiyorsun? “Nasil gidiyor?” gibi sorular ise nasıl anlamsızdır aslında... Evlilikler sorulan soruların yanlışlıklarıyla bitmiyor mu? “Nerdesin?”, “Niye konuşmuyorsun”, "Neden bunu böyle yapıyorsun?” soruluyor, “Özledim seni, Konuşalım mı” demek yerine, çoğu zaman varılan nokta soru imi gibi sallantıda... Sınavda başarısız olan birinin kendine sorduğu “Niçin böyle oldu”, onu ne kadar sağlıklı bir cevaba götürür? Bu soru nasıl bir ruh haline sokabilir bir insanı, düşünün. Bu sorunun yerine “Nasıl başarabilirim?” daha cevaba yakın bir soru değil mi sizcede?
.
Konuşmalarımız sorular üzerine kurulu, sorularımızın arasında aslında gerçek niyetimiz gizli. Neyi öğrenmeyi çalışıyoruz, aslında nedir demeye çalıştığımız.. Peki gerçeği arayışımız nerede saklı?

Çocuklar çok güzel sorular soruyorlar. Anne babaları delirtseler bile tek bir amaçları var, gerçeği öğrenmek, sadece gerçek ile ilgililer.. Soruların içinde “biliyorsan hadi cevap ver” yok, içinde “hadi madem bunu da bil” yok... İçinde ego yok... Sadece merak var, öğrenme merakı... İçten gelen, öğrenmeye ve gerçeği anlamaya odaklı.. İnternette okuduğum birkaç çocuk sorusunu paylaşmak isterim sizinle..

- Anne balıklar su içer mi ? Peki balıklar terler mi ?

-Akşam olunca biz uyuyoruz ya, sabah kalkacağımızı nerden biliyoruz peki?

- Anne ben nerden çıktım?
- Karnımdan çıktın sayılır yavrum... Sezeryan ile doğurmuştum ya ben seni...
- Pekiiiii oraya nasıl girdiiiiim?

Yetişkinler de her şeyi bilemez. Onların da cevaplarını bildikleri ve bilmedikleri sorular vardır elbet. Ama esas olan çocuğun beklediği sorularını her zaman dinlemeye hazır olduğumuzu ve birlikte yanıt aramak için yanında olduğumuzu bilmesi ve hissetmesi... Burada soru gibi, cevaplama da da aynı samimiyet ortaya çıkıyor. Bu yaklaşım bile, doğru cevabı alamayan çocuğun iletişim yeteneğini güçlendiriyor.

Soru sormak, ne kadar önemli aslında.. Soru sorma eğitimi de bu noktada başlıyor. Gerçeği mi merak ediyorsunuz? Cevabı önemsemeden mi soruyorsunuz? Sohbet kurduğunuz insanlara sorularınızla aslında ne demeye çalışıyorsunuz? Neyi soruyorsunuz aslında soru cümlesinin alt satırında? Peki kalpten mi geliyor soru cümleleriniz?

Bu bir farkındalık oyunu.. Gündelik bir farkındalık oyunu.. Şimdi kendimize bakalım. Sadece ve sadece gerçeği arayalım sorularımızda, sorarken yargılamayan, sorarken soru dışında başka bir anlamı cevap bulmaya çalışmayan sorular, iletişimimizi ve şeffaflığımızı arttıracak. Kuşkuları, kıstasları, hesap sormayı, haklı olmayı, tartışma ruh halini, egomuzu, mesajın doğru anlanma kaygısını bırakıp, sorularımızda gerçeği anlamanın pozitif çizgisine yoğunlaşalım. Dürüst ve içten olalım sorularımızda ve gelecek cevabı da aynı şekilde kabul edelim. Bu bizi daha üst bir gerçeklik mekanına çıkaracak bir yol aslında... İletişimimizi güçlendirirken, gerçeğe de ulaştıracak bir yol... Soru varsa, cevaplarda her zaman gelir. Soru ne kadar içten ve doğruysa, cevaplarda öyle olacaktır.

Soru sormayı tekrar öğrenelim aynı bir çocuk gibi..
Neyi soruyoruz gün içinde ?
Aslında neyi öğrenmeye çalışıyoruz içtenlikle ?
Cümlelerimizin sonunda soru işareti mi var,
yoksa görünmeyen bir ünlem mi genellikle ?
.
.
Görsel buradan alınmıştır.

05 Şubat 2009

MİM: Proust Testi

Fotograflardan öyküler türettiği güzel yazıları sayesinde tanıştığım ve hayal gücüne her seferinde hayran kaldığım Sevgili blog yakışıklısı Vladimir 'in bana pasladığı bu mim ile nanik yapıyorum size... (Diğer mimlerimi hatırlıyorum. Unutmadım. Yakında...)



Önemli not:
Proust testi denilen bu soru mimlemesi, şu aralar blog dünyasında hızla dolaştığı gibi, bu sorulardan farklı beş Proust testininde dolaştığını bildirmek isterim. Önleminizi alınız.
...
..
.
Sizi en çok üzecek olay?
Özlemek, geri gelmeyecek olanı.. Üzmekten ziyade, üstesinden gelme zorluğu... Belki de bu büyümenin başka bir adı..

Nerede yaşamak isterdiniz?
Küçük bir sahil kasabasında yaşamak isterdim. Buradaki görevim bitince(?), yol beni götürecek sanırım o yere...

Yaşayabileceğiniz en mutlu an?
Yola çıkmışım. Camdan manzara akarken, kendime ve arkada bıraktığım bene bakıyorum yansıma da.... O an işte çok mutlu, aynı şu an gibi:)

Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz?
Benim hoşgörüme gerek olmadan hataların yapılması, evrenin kanunu. Nötr olmaya çalışırdım, her hataya karşı. Olması ve yaşanması gerekliliğini bilerek, hem benim –hemde bana yapılan hatanın neden karşıma çıktığını görerek...

En sevdiğiniz erkek karakter?
Garfield ( Ne isterse yapıyor, hiçbirşeye mudahil değil, ama herşeyin içinde ve mutlu)

En sevdiğiniz kadın karakter?
Safinaz (Kadın gibi kadın, çok gerçek)

Tarihteki favori kahramanlarınız?
Atatürk...
ve tüm anneler kahraman bence...
Tarihi yaratanların anneleri de...

Gerçek hayattaki favori kahramanlarınız?
Babam, Annem, Ablam, Sevgilim, Dostlarım... Hocalarım, Yolumu aydınlatanlar ve herkes bir kahraman aslında... Hepsi kalbimi fethediyor, savaşmadan, duruşları ve varlıklarıyla....

En sevdiğiniz ressam?
Tamara de Lempicka (Çok gizemli geliyor. İnanılmaz bir gözlem yeteneği olduğunu düşünüyorum. Resmettiği herkes güçlü görünüyor. Bunun altında yatanı arıyorum her resmine bakışımda.)

Ve Ben.. ( Henüz resim yapmaya başlamasamda, içimdeki tembelin gitmesini ve yaratıcı olanın gelmesini bekliyor boş tuvallerim – Bir sergi açacağım bu yaşamımda... Biliyorum:)

En sevdiğiniz müzisyen?
Ney çalan herkese aşık olabilirim. Geri kalanlarını saymakla bitiremem.

Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik?
Doğal, şeffaf, samimi olup, gözleriyle gülümseyenler.
Gücünde de, zayıflığında da erkekliğinin arkasına sığınmayanlar..

Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik?
Doğal, şeffaf, samimi olup, gözleriyle gülümseyenler.
Gücünde de, zayıflığında da kadınlığının arkasına sığınmayanlar..

En sevdiğiniz erdem?
İnsanın özündeki ışığı, üstünde taşıması..

Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş?
Yoga, Fotoğraf çekmek, yeni birşey yaratmak yazarak-boyayarak- yemek yaparak ve nefes almak, yaşadığımın farkında olarak......

Kimin yerinde olmak isterdiniz?
Olmaya koyulduğum kendimin...

Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını istersiniz?
Hepsinden çok memnunum.. 'Aynı tüyden kuşlar, beraber uçarlar' hesabı... Hangi özelliklerinin olmasını istiyorum diye sorduğumda, kendimdeki eksiğe bakmam gerekiyor. Ben değiştikçe, arkadaşlarımla beraber değişiyorum veya hayatıma yeni mucizeler giriyor.

Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik?
Herşey kontrol altında olmalı, özellikle alkollü alanlarda... Bu konu üstüne bu yılbaşı masterimi verdim. Yeni bir kutlamada doktoramı da verip, sonraki kutlamalarda ordinaryus profesor olabilirim. (Tek bir şartla, herkes alkolluyken eve taksiyle dönecek) Biliyorum, sarhoşların meleği vardır. O halde onları eve sağsalim getirirler. Ama ben, bu konuda geçmiş hayatlarımdan bir karma taşıyorum sanırım...

Bir de, geçenlerde sevdiğim bir arkadaşım, bende sevdiği yönlerimi sayarak beni fazlasıyla mahçup etti. Sonra da bir tek eksiğin var dedi. Bazen o, komik bir espri yapınca, ben Fransız asilzadeleri gibi sadece tebessüm ediyormuşum, kahkaha atmak yerine.. Bu durumda onun kötü espri yaptığını düşünebiliriz ama ben yine de bu tür durumlar için, tebessüm etmeyi ileri kademeye taşımak adına evde çalışmalar yapıyorum. Ahahaaa çok komik diyerek ve gülerken sanki yanımdakinin üstüne hafiften düşerek... :)

Hayatınızın en büyük şanssızlığı?
Shirazı evimde besleyememek... (Alerji sorunsalımız aşıyla çözümlense bile, özgür kız bahcede dolaşmayı seviyor, apartman katında delireceği için şu anda anneannesi ve dedesiyle yaşıyor, her gece uykumda miyavlamasını duysam bile, buna katlanıyorum.)

En sevdiğiniz renk?
Kırmızı-Siyah
Mor

En sevdiğiniz çiçek?
Papatyalar mutlu ediyor beni ? Çabasız bir güzellikleri var çünkü...

En sevdiğiniz kuş?
Güvercinleri seviyorum, onlarda beni seviyor... Bir derste "Şükür taşı" edinin dedi reiki hocamız bize.. (Cebinde taşıyacaksın, taşa ne zaman dokunursan hayatımdaki bir güzellik için şükredeceksin, bu yüzden adı şükür taşı.. ) Taş beni bulur diyorum, evde bir sürü taş var, seçemiyorum. Bir gün sabah kalktım, balkonda beslediğim güvercinler bir tane taş getirmişler apartmanın 14.katına, benim balkonuma, sanki bana özel.. O yüzden, en sevdiğim kuşlar Güvercinler...

En sevdiğiniz yazar?
Paul Auster, Kafka, Boris Vian

En sevdiğiniz şair?
şu şairi seviyorum diyebilecek kadar, iyi bir şiir okuyucusu değilim.

Tarihte en sevmediğiniz karakter?
Herhangi bir zaman aralığı içinde, hayvan katliamı yapan, onları denek olarak kullanan, ağaçlara işkence eden, doğanın kendine hizmeti için varolduğuna inanıp onu yoketme hakkına sahip olduğunu düşünen cehaleti-yada-kişileri sevmiyorum. Nefretimin en doruğa çıktığı kişiler bunlar...Siyasetçilere, Hırslarıyla dünyayı kirletenlere de bayılmıyorum, ama nefretimi yollamaya kimseyi değer bulmuyorum şu anda.. (Bakarmısınız o bile değerli :)

Tarihi biz yarattık. Hala yaratıyoruz.. O karakterleri biz yarattık, hala yaratıyoruz. (Biz= sen, ben, onlar, hepimiz, toplumlar, topluluklar, bilincimiz )

En çok isteyeceğiniz özellik?
İşaret parmaklarımı birbirine değdirerek, an'ı durdurmak..

Nasıl ölmek isterdiniz?
Mutlulukla, ışığa doğru... :)

Hayattaki sloganınız?
Yapma,
ol,
hep aynı aşkla...

Şu anki ruh haliniz?
Beyaz ..
.....
Bu mim Allegra'nde'ye, Berrin'e, Arzu Pınar'a gitsin..
Eğer yazmak istemezlerse, o zaman yazıları anlatsın bize onları...
..
Hepsini okuyupta, bu cümleye gelen herkese....
Teşekkürlerimle..

02 Şubat 2009

Kolları -Bacakları Var, bir de Endişeleri..?

Üniversitenin ilk yıllarında Torso çizdik. Bu kolları ve bacakları olmayan heykeli, binbir açıdan çizdim. Hocalarımız, bizim çizim yeteneğimiz gelişsin ve kas yapısını öğrenelim diye torsoyu önümüze koysalar bile, canlı bir modelin heyecanını duyamadık ilk seneler.. Canlı modelin, bir ruhu vardı çünkü..

Torsonun, kollarının ve bacaklarının olmayışı, hep hüzünlü geldi bana. Ne düşünürdü acaba sola düşmüş haliyle ve ne anlatırdı duruşunun arkasında aslında bize. Sorularımı, araştırma çizgilerinin arasında sorup durdum. Böylece gelişti aslında çizim yeteneğim. Torso, bize başka birşey öğretmişti aslında. Beyaz seramik bedenin arkasında duran nedene ulaşmaya çalıştık yıllarca...

Canlı modelli çizim derslerine başladık sonraki yıllarda. Her ne kadar modeli, sadece anotomisiyle ve ölçü beden olarak görmeye çalışsamda, onun çıplaklığının arkasındakileri hissetmek ve bunu çizime yansıtabilmek daha kolay oldu torsodan sonra...

Okul bitti ve ben hayatımda, bedenin -şeklin ötesinde saklı duranları hep daha önemli buldum. O derinliği anlamayı, ona ulaşmayı ve ona dokunmayı da... Ve oradan yaradana varmayı, ruhun yada bedenlenmişliğinde arkasında...

Ben hiç unutmadım o Torsoyu... Çoook şey öğretti bana..

Birgün küçük bir top bulup, çizim atolyesinde kızlara karşı erkekler futbol oynamaya başladık. Hepimiz çok eğleniyorduk. Oyunun ortalarında, biri topa olağanca gücüyle vurdu ve top yanlışlıkla Torsoyu buldu. Torso yerinde sallandı, sallandı, öne doğru düştü bir anda. Hiç birimiz bu düşüşe engel olamadık. Sol tarafında, kalbinin üst kısmı kırıldı.

Ayakları olsaydı kalkabilirmiydi ?
Hepimiz kalkıyoruz ya hani düşünce, düştüğümüz gibi ?

Kolları olsaydı peki ?
Topun ona doğru geldiğini görseydi ve tutsaydı, bir anda ?

Olmadı. Çizim hocamız, onu kırık heykellerin arasına koydu. Torso, kalp kırıklığından emekli oldu.

****
Ben bunları niye anlatıyorum ve nereye varmaya çalışıyorum diyenlerinize.. Sona yaklaşıyoruz aslında...

Hayatımızda mucizelere inanıyorduk değil mi hepimiz. O zaman soruyorum. Canlı bir torso size ne öğretebilir ? Elleri olmadan, nasıl dokunur kalbinize ve ayakları olmadan nasıl kalkar düştüğünde? Tüm bunları öğrenmek isterseniz, sizi Nick Vujicic ile tanıştırmak istiyorum. Hakkındaki tüm hikayeyi veya konuşmalarından örnekleri aşağıdaki videodan veya linklerden öğrenebilirsiniz.


Ama ön bir bilgi olarak, bir röpörtajından kısa bir alıntıyı paylaşmak istiyorum...

“Hayatımızda kötü şeyler şans eseri veya tesadüfen olabiliyor. Tanrı'nın bir nedeni olmadan hayatımızda hiçbirşeyin olmasına müsade etmeyeceğini ve mutlaka bir amacı olduğunu bilmenin huzuru içindeyim. Ben Finansal Planlama Akademisinin Ticaret Ana Bilim Dalından başarıyla mezun oldum. Aynı zamanda bir motivasyon spikeriyim ve mümkün olan her yerde her fırsatta hikayemi başkalarıyla paylaşmayı seviyorum. Bugünün gençlerini mücadeleye zorlamak ve cesaretlendirmek için bazı konuşmalar geliştirdim. Aynı zamanda kollektif bir şirkette konuşmacı olarak çalışıyorum. Gençlere el uzatmak ve Tanrının benden yapmamı istediği her ne olursa olsun kendimi hazır durumda tutmak gibi bir tutkum var. Ve Tanrı neyi gösterirse onun yolunda olacağım.

İlk kitabımın adı "No Arms, No Legs, And No Worries"("Kolları Yok, Bacakları Yok, ve Endişeleri Yok") olacak. Ben, birşeyi yapmak için arzuya ve tutkuya sahipseniz bunu Tanrı'nın önderliğinde kısa bir zaman içinde başarabileceğinize inanıyorum. İnsanlar olarak, kendimize sebep yokken limitler koyarız. Tannrı bize istediğimiz herşeyi başarabileceğimiz gücü vermişken kendimize limit koymak ne kötü değil mi? Bu durumda Tanrı'yı ve bize verdiği gücü hiçe saymış olmuyor muyuz? Tanrı'nın ve bize verdiği gücün muhteşemliğine inanırsak, yapmak istediğimiz şeye odaklanabilir ve onu başarabiliriz.

Şimdi, arkanıza yaslanın ve hayatınızda başarmak istediklerinizi, hayallerinizi ve hedeflerinizi düşünün. Zamanın herhangi bir noktasında onları zor yada imkansız bulursanız hikayemi yeniden okuyun ve hedeflerinize yürümeye devam edin “...

Hepiniz bu adamı çok seveceksiniz. Onu izledikten sonra "Tanrım kollarım var, bacaklarım var." diyip şükredebilirsiniz ya da bu güzel adamın gerçek anlamda söylemek istediklerini anlayabilirsiniz. Tercihi size bırakıyorum.

Haydi gülümseyin ve mutlu olun, hayatınıza bir bakın..
ve en önemlisi ayağa kalkın !!

Bu adama kocaman sarılın sonra.
Kalbinizle sarılın,
sarılmadan kollarınızla....
:)

****

Nick Vujicic from razener on Vimeo.

Bu videoyu göremiyorsanız _ buradan izleyebilirsiniz.

Çok duygulandığım bir diğer röportajı için tıklayın.. (*****)
37 dakikalık sahne konuşması için tıklayın.
NickVujicic Web site


_________


Nick Yazı alıntısı / Torso Görsel