Söz vermiştim yazmaya… Sözlerini
tutamamak insanın içinde ağır bir yük olarak kalırdı. İnsanın içinde çok ağır
yükler vardı ve kendine verdiği bir sürü sözü, tutulamayan…
Dualitenin içinde yaşıyorduk. Hem para kazanmak için çalıştığımız ofis hayatının gerçekliğini kabul eder, hem de işin sıkıcı monotonluğuna söylenirdik. Hem aşık olmak ister, ama sevgiliyken karşımızdakinin burnundan getirirdik ilişkiyi. Bu ikilemlerin içinde farkındalığımız düşükse, bahanelere sığınırdık. Ya da içimiz başka, dışımız başka bir şey söyler, biz 'sabır' derdik, ikisini de idare ederdik. Sabır bir noktada biter, biri bağırır, diğer ses içimizden taşar, umutsuzlaşırdık. Kendi içimizdeki ikilem tüm dünyada yaşananın yanında, kafamızı, yüreğimizi karıştırıp dururdu. Ne doğruydu? Çözüm neredeydi? Yoksa bir gün emekli olup, deniz kıyısında kuracağımız yeni hayatlar mı bizi toparlayacaktı?.
Geçen gün, İzmir’de yapılan “ Eş ruhunuzu nasıl bulursunuz?” diye bir seminerin ilanını gördüm. Eş ruhumu aradığım yoktu, fakat bu seminerde ne anlatılır, nasıl yöntemler konuşulur diye merak etmiştim. Şans bu ya, internette yapılmış seminerin videosuyla karşılaştım. Cep telefonumdan play tuşuna basıp, evi toparlarken videoyu kulaklığımla dinledim. Size harika şeyler öğrendiğimi söylemek isterdim. İlişkilerin öğreticiliğinden, karmadan, kadın, erkek farklılıklarından ve çokça kişisel deneyimlerden bahsedildi. Yani 10 adımda bir formül yine yoktu. 10 adımda bir teknik öğrenmeyi de beklemiyordum zaten… Sadece konuyla ilgili bir bilginin beni aydınlatacağını sanmıştım, olmadı. Kişiye özel deneyimlerden kendi adınıza çıkarılabilecek şeyler vardı olmasına, ama bunlar doğru muydu? Bunu ancak vicdanınız netleştirebilirdi.
.
Dualitenin içinde yaşıyorduk. Hem para kazanmak için çalıştığımız ofis hayatının gerçekliğini kabul eder, hem de işin sıkıcı monotonluğuna söylenirdik. Hem aşık olmak ister, ama sevgiliyken karşımızdakinin burnundan getirirdik ilişkiyi. Bu ikilemlerin içinde farkındalığımız düşükse, bahanelere sığınırdık. Ya da içimiz başka, dışımız başka bir şey söyler, biz 'sabır' derdik, ikisini de idare ederdik. Sabır bir noktada biter, biri bağırır, diğer ses içimizden taşar, umutsuzlaşırdık. Kendi içimizdeki ikilem tüm dünyada yaşananın yanında, kafamızı, yüreğimizi karıştırıp dururdu. Ne doğruydu? Çözüm neredeydi? Yoksa bir gün emekli olup, deniz kıyısında kuracağımız yeni hayatlar mı bizi toparlayacaktı?.
Geçen gün, İzmir’de yapılan “ Eş ruhunuzu nasıl bulursunuz?” diye bir seminerin ilanını gördüm. Eş ruhumu aradığım yoktu, fakat bu seminerde ne anlatılır, nasıl yöntemler konuşulur diye merak etmiştim. Şans bu ya, internette yapılmış seminerin videosuyla karşılaştım. Cep telefonumdan play tuşuna basıp, evi toparlarken videoyu kulaklığımla dinledim. Size harika şeyler öğrendiğimi söylemek isterdim. İlişkilerin öğreticiliğinden, karmadan, kadın, erkek farklılıklarından ve çokça kişisel deneyimlerden bahsedildi. Yani 10 adımda bir formül yine yoktu. 10 adımda bir teknik öğrenmeyi de beklemiyordum zaten… Sadece konuyla ilgili bir bilginin beni aydınlatacağını sanmıştım, olmadı. Kişiye özel deneyimlerden kendi adınıza çıkarılabilecek şeyler vardı olmasına, ama bunlar doğru muydu? Bunu ancak vicdanınız netleştirebilirdi.
.
Sıklıkla ne doğru diye soruyorum.
Herkesin kendi kişisel deneyimi doğru… Ve hiçbir formül, hiçbir seminer, hiçbir
öğreti, hiçbir kitap tamamen doğru değil… Hepsi yol, yollar… Size ne iyi
geliyorsa doğru çoğu veya size ne iyi geliyorsa bastırıyor veya iyi
geçiştiriyor baş etmeniz gereken duyguları?
Bir sohbette, bir arkadaşım evlenmeye doğru giden ilişkisini sorguluyordu. Evlenirse, İngiltere’ye taşınması, buradaki düzenini, dostlarını, yaşlarını alan ailesini bırakması gerektiğini söyledi. Düşündüm, kaygısında haklıydı belki hatta hak verdim bulunduğu karmaşaya… Fakat sonra sözlerim değişti konuşmada, kim bilebilirdi tekrar Türkiye’ye geri dönmeyeceklerini, kim bilebilirdi 6 ay İngiltere, 6 ay Türkiye’de yaşayabilecekleri bir formülü bulamayacaklarını… Bugün tüm bu görünen karmaşaya göre, birkaç yıl sonrasını hesap etmiştik aklımızca… Ama hayat öyle miydi ya? Hangimiz 5 yıl önce hesapladığımız hayatı yaşıyorduk şimdi? Anı yakalamak böyle bir şeydi. Evlenmek mi istiyorsun, git evlen olmalıydı düşünce… Bunu telaffuz bile etmeden karar vermeliydi, bende onun kararı karşısında, aklına “Peki ama…” diye başlayan cümlelerle kaygılar sokmamalıydım. Ben, biz, siz hepimiz kendimiz için hesaplarımızda bunu yapıyorduk. Bir de başkaları için hesap yapıp, paketleyip sohbetlerimizde “yardım” diye önlerine sunuyorduk.
‘Hayat akıyor’ diyoruz ya, ya da ‘biz bu yaşamın bir parçasıyız’ diyoruz. Bir türlü içselleştiremediğimiz bir gerçek var. Hayat bizim içimizde akıyor aslında… Bir tür ikilemler dünyası… Dışarıda iyinin içinde kötüyü, kötünün içinde iyiyi yaşarken, içimizde pek farklı değil aslında… Hep iyiyi görmek istiyoruz. Hep iyi yok… Hep kötü de yok. Bu yüzden mutsuzlaşıyoruz. En güzel mutluluk dengede… Denge iyi ve kötünün orta noktası… Yani eksi ve artının ortası… Nötr/ Zero point!
Hayat içimizden akarken, nehrin nereye aktığına, hangi denizlere ulaştığına değil, kaynağa bakmalı belki de… İçimiz ne kadar ikilem doluysa, dışarısı da o kadar karışık. Kalbimiz yaşanana, yaşayacağımıza, gelene veya gidene hangi noktada nötr kalabiliyorsa, su yolunu doğru buluyor.
Suyun berraklaşması için, kalbine bak şimdi. Sözlerin, duyguların, paylaşımların ikileminden çık… Kalbin ne söylüyor?
Duymak için durmak ve nötr duyguyu yakalamak gerekiyor. Hayatın sesleri sustuğunda kalbinin sesini duymaya başlıyor insan…
.
(Bunun için en iyi an, uyku öncesi… Tavana baktığın o an… Gözlerin hafif ağırlaştığında, günün bütün sesleri içinde ve dışında sustuğunda, yatağın bir parçası olduğunu düşün. Yatağın süngeri istersen, istersen yayları… Bedenini, gün içinde o çok önemsediğin farkındalıktan çık böylece… Gözlerini kapa ve kalbine bak… Bir çocuğa bakar gibi bak belki, ellerini kalbine koy belki, onu dinlediğini hissetsin.)
Kalbini duyduğunda, söylediklerini içinde yaşatmaya başla… .
Su bilgedir, bilgiyi taşır… Kalbin sesi, hayatın akışına karıştıkça gördüğün, yaşadığın da değişecektir..
Akıl hep bağırır, kalp ise fısıldar ve sıcacık gülümsetir...
Sen de ona gülümsersen çok güzel olur... ;)
....
Bir sohbette, bir arkadaşım evlenmeye doğru giden ilişkisini sorguluyordu. Evlenirse, İngiltere’ye taşınması, buradaki düzenini, dostlarını, yaşlarını alan ailesini bırakması gerektiğini söyledi. Düşündüm, kaygısında haklıydı belki hatta hak verdim bulunduğu karmaşaya… Fakat sonra sözlerim değişti konuşmada, kim bilebilirdi tekrar Türkiye’ye geri dönmeyeceklerini, kim bilebilirdi 6 ay İngiltere, 6 ay Türkiye’de yaşayabilecekleri bir formülü bulamayacaklarını… Bugün tüm bu görünen karmaşaya göre, birkaç yıl sonrasını hesap etmiştik aklımızca… Ama hayat öyle miydi ya? Hangimiz 5 yıl önce hesapladığımız hayatı yaşıyorduk şimdi? Anı yakalamak böyle bir şeydi. Evlenmek mi istiyorsun, git evlen olmalıydı düşünce… Bunu telaffuz bile etmeden karar vermeliydi, bende onun kararı karşısında, aklına “Peki ama…” diye başlayan cümlelerle kaygılar sokmamalıydım. Ben, biz, siz hepimiz kendimiz için hesaplarımızda bunu yapıyorduk. Bir de başkaları için hesap yapıp, paketleyip sohbetlerimizde “yardım” diye önlerine sunuyorduk.
‘Hayat akıyor’ diyoruz ya, ya da ‘biz bu yaşamın bir parçasıyız’ diyoruz. Bir türlü içselleştiremediğimiz bir gerçek var. Hayat bizim içimizde akıyor aslında… Bir tür ikilemler dünyası… Dışarıda iyinin içinde kötüyü, kötünün içinde iyiyi yaşarken, içimizde pek farklı değil aslında… Hep iyiyi görmek istiyoruz. Hep iyi yok… Hep kötü de yok. Bu yüzden mutsuzlaşıyoruz. En güzel mutluluk dengede… Denge iyi ve kötünün orta noktası… Yani eksi ve artının ortası… Nötr/ Zero point!
Hayat içimizden akarken, nehrin nereye aktığına, hangi denizlere ulaştığına değil, kaynağa bakmalı belki de… İçimiz ne kadar ikilem doluysa, dışarısı da o kadar karışık. Kalbimiz yaşanana, yaşayacağımıza, gelene veya gidene hangi noktada nötr kalabiliyorsa, su yolunu doğru buluyor.
Suyun berraklaşması için, kalbine bak şimdi. Sözlerin, duyguların, paylaşımların ikileminden çık… Kalbin ne söylüyor?
Duymak için durmak ve nötr duyguyu yakalamak gerekiyor. Hayatın sesleri sustuğunda kalbinin sesini duymaya başlıyor insan…
.
(Bunun için en iyi an, uyku öncesi… Tavana baktığın o an… Gözlerin hafif ağırlaştığında, günün bütün sesleri içinde ve dışında sustuğunda, yatağın bir parçası olduğunu düşün. Yatağın süngeri istersen, istersen yayları… Bedenini, gün içinde o çok önemsediğin farkındalıktan çık böylece… Gözlerini kapa ve kalbine bak… Bir çocuğa bakar gibi bak belki, ellerini kalbine koy belki, onu dinlediğini hissetsin.)
Kalbini duyduğunda, söylediklerini içinde yaşatmaya başla… .
Su bilgedir, bilgiyi taşır… Kalbin sesi, hayatın akışına karıştıkça gördüğün, yaşadığın da değişecektir..
Akıl hep bağırır, kalp ise fısıldar ve sıcacık gülümsetir...
Sen de ona gülümsersen çok güzel olur... ;)
....
Brajeshwari.dd / 25 Şubat 2013