27 Mayıs 2009

Son Zamanlarda....


Bazen sevmekten ısırasın gelir ya
Sanırsın hep aç dolaşırsın...
sevgiyle sarmaladığın çocuğuna, eşine, arkadaşına...
Canım dersin, birtanem dersin yetmez..
İfade etmez bu kelimeler içindeki karışık sevgi taşmalarını..
Orijinal olmaz bir de onlar..
Bi bakmışsınız herkes birbirine Hayatım, Aşkım, Canım der .
Yok dersiniz bu değil ifadesi içimdeki yansımanın....
.
Ben uydururum. Yeni sıfatlarımı uydurmaya bir başlayayım. Kimse tutamaz beni… Kelimeler karışır, sesler bitişir, büzüşür, yepyeni canlı mı canlı kişiye özel hitaplar çıkar bir anda..
Yazımın sonunda anlatacağım hepsini... Bekleyin...

.
Şu ara yazamıyorum. Merkür gerilemeye(www.astrolojist.com/merkur_geri.asp) girdi ve onun hayatımızda temsil ettiği tüm “iletişim” gerçeği de sekteye uğradı. Okuma, yazma, konuşma… Maillerim gitmiyor. Enerjimle bilgisayar bozabiliyorum adeta. Sonra telefon numaralarım uçtu, sırf kimseyle ileteşemeyeyim diye bunlar, biliyorum. "Sevgili Merkür" diye başlayan bir yazı yazacaktım. Yazdırmadı kendisi... "21 Haziran’ı bekle" dedi... Dil çıkardım bunun karşılığında kendisine..
.
Yoga Din'miş. Öyle demiş Diyanet.. Bir kızdım okuyunca... Sonra dedim salla Burcu salla… İnsan bilmediği şey hakkında ne güzel yuvarlıyor. Affettim içimde kızdığım benlerimi… Onu da yazamadım dolayısıyla…
.
Minik Maggie Simpson konuşmaya başlamış. Emziğini çıkarıp, bebek haklarını savunmuş. Gazeteden kestim koydum o haberi panoma... Ne güzel haber dedim, umutla ve mutlulukla doldu içim nedense…
.
Bezden
iki tane çanta diktim. Tamamen uydurmasyon olunca harika oluyor yaptıklarım… Emprovize işlerde sonuca ulaşıyorum ama işin içine kural girince beceremiyorum. Güzel olsun diye başladığım şeyler bir acaip oluyor da, yapalım bakalım dediğim şeyler beni bile şaşırtıyor. Bunu yemeği tarifiyle yaparken yaşıyorum sıklıkla.. Neden acaba?
.
Blogumu çok seviyorum. Fakat acaba yorumları kapasam mı diye düşünüyorum. Şöyle estiği gibi yazsam. Bana yazsam, okumak sizin tercihiniz olsa… En gizli yerlerden çıkarsam kelimeleri … Temizlesem köşeleri… ve en önemlisi de böylece söyleyebildiğim şeyi yapabildiğim kadar net söyleyip, kendi sırrıma erer miyim?…Peki yorumlarınızı özler miyim?
.
Herkesin okuduğu kitaba veya izleyip sevdiği filme hemen ilgi gösteremem ben… Ne favori oldu, çekerim kendimi onun alanından… Elif Şafak’ın yeni kitabını aldım. Bir gün okuyacağım nasıl olsa diyerek… İki sayfasını okuyup bıraktım. Şimdi hikayeyi ben devam ettiriyorum hayalimde… Okuyup bitirmekten daha eğlenceli buluyorum bu durumu… Kendimi heyecan ile dolduruyorum. Biliyorum evde, yatağımın ucunda duruyor kitap öylece…
.
Kendime gri bir ayakkabı aldım sonra. Kaç kez vitrinin önünden geçerken kedinin ciğere baktığı gibi yalanıp durdum, saymadım. Sonra "kendine niye bu işkenceyi yapıyorsun ki” dedim. “Gir ve al”… Aldığımda da kendime hediye ettiğim bu ayakkabıya bir hediye nedeni uydurmam lazım oldu. Tamam dedim, “Kedi “olmak nedenim oldu.. :) Ayakkabılarıma bakıp, miyavladım sıkça... Sabah yeni ayakkabı diye uyanır mı kediler... Ben uyandım valla.
.
Geçenlerde üniversiteden bir erkek arkadaşım ile uzun yıllar sonunda buluştuk. Yoga yaptığımı duyunca, gülümseyerek sordu “ Kutuya girebiliyor musun, hani kendini katlayıp giriyorlar ya” Gülümsedim bende… Plazma ekran kutusu var, tüplü televizyon kutusu var hangisi diyemedim... Hatırladıkça kocaman kocaman güldüm katlanmış haldeki kendimi düşünerek...
.
Biliyorsunuz, sosyete pazarları her yerde… Geçen hafta sonu üzerine çizim yapacağım yeni projem için beyaz t-shirtler almak için pazara gittim. Arabaya park yeri bulamam diye, pazarın servisine binmeye karar verdim. Sakince servisi durdurdum ve bindim. Şöför bana dönüp, “ Nasılsınız Hocam” demez mi? Meğer yoga dersime girmiş iki kez... Bir duygulandım. Trafikte artık sinirlenmediğini söyledi. Arabanın içindeki herkese de yoganın kendi üstündeki etkilerini anlattı. Uzattığım paramı da almadı. Gözlerim dolarak, pazara gittim.
.
Ablam hamile.. Bana “sen ultrasonda Selma’nın kızını görmüştün. Efla o görüntüye benziyormuydu doğduğunda “ diye sordu. "Benziyordu" dedim. Minik burunlu, yuvarlak kafalıydı ultrasonda da… “Bizimki” dedi “ne bana, ne babasına benziyor laz bakkal amca adeta,.”. “Yapma” dedim gülerek. “Yok” dedi “babama da benziyor belki biraz”... “devam et güzel şeylere bakmaya…” dedim.. "Güzel olacak benim yiğenim mutlaka…”
.
Bakmak demişken, tüm gazeteler ve dergiler ofise düzenli geliyor. Geçen bir reklam dergisinde, bir yazı okudum. Diyor ki, “Reklamın iyiliği veya kötülüğü onu yaratanların kalplerinde ve ona bakanların gözlerinde gizlidir”…Hadi ordan dedim ilk okuduğumda... Reklam abartma ve hatta yalan sanatı da olsa çok sevdim bu sözü bir yandan da… Hayata uyarladım hemen “ hayata ne katıyorsak o anda kalbimizden geçen ve bakanın gözlerinde gizli değil midir gerçekler ?”…
.
Böyle yazmak istedim bugün..
Havadan sudan, ordan şurdan…
.
Ha ne diyorduk..
Sıfatlardan bahsediyorduk.
Benim yarattıklarımdan…
Ben son dönemlerde jiju, jijoj, jijim diyorum sıklıkla cümlemin arkasına... İsmin yerine geçiyor bunlar... Çok seviyorum kendiliğinden çıkan bu ji’leri…. Samimi geliyor "hayatım"-" güzelimden" daha fazla… Şeftaliye aşeren bir annenin, şeftali yerken mutluluğunu anlatırken çıkardığı sesler gibi :)
.
Neyse, sorabilirsiniz tabi...Tüm bunların karşılığında sana ne diye hitap ediliyor diye... Cevap vermem gerekli mi emin değilim ama...
.
Bir dakika içinde 5 şey düşündüğüm için sanırım..
Aynı anda 3 konudan bahsedebildiğim için..
Saksı hiç durmadığı için belki de.....
Saçlarımda uzayıp, kabarmaya mı başladı acaba kafamda?
.
Yeni sıfatım çok yaratıcı…
Bence çok sevimli…
Hatta bana ait bir sıfat yaratıldı diye duygulandım bile ilk duyduğum anda…
.
Tamam söylüyorum
Yeni sıfatım Kavanoz kafa.. : )
.
Kavonozun içine kendinizden ne doldurduğunuz,
Ve ona bakan gözlerde saklı değil midir gerçek aslında...
Hem istersem katlanıp, girebilirim de kavonozuma... ?!




..
.

Görsel buradan alınmıştır..



22 Mayıs 2009

Tek ayak üstünde, Denge...


Yürüyorum... Ayak tabanlarım yere temas ediyor ve bir ayağım havalanıp, diğeri başlıyor değme işlemine... Tek dizim kırılıyor, uzanıyor ayağım dokunacağı yere... Ben bunu yaparken, dengeyi öğreniyorum. Hem içerden, hem dışarıdan dengeleniyorum.

Ayaklarımla ilerlerim. Bileklerim yürümek için karar merkezlerim. ”Yürü, hareket et” diyerek onları yönlendirir beynim… Ne zaman hayatımda karar vermekte zorluk çekerim, hemen bileklerimi zedelerim…

Tabanlarımda denge merkezimi bulduğum an, kaldırıp bir ayağımı, toprağa değdiririm. Nefesimle eşlik ederim adımıma. Ayaklarım yere temas ettikçe artar farkındalığım... Baştan ayağa yenilenirim. Ayak tabanlarımın altında vücudumdaki tüm sinir uçlarının bittiği noktalara masaj yaparım böylece... Sırtım, boynum, kalbim, kollarım, kulaklarım, midem, bağırsağım, hepsini uyarır ayak tabanlarım... Şifalanırım.

Ve tek ayak üstündeyim şimdi... Dengemi korumaya çalışıyorum. Diğer tarafa fazla fazla yüklediklerim düşüyor üzerimden... “Bunlar fazla “diyor “at bunları”... Biliyorum fazla olduklarını, taşıdıklarımı ve bir türlü bırakamadıklarımı... Denge için, dengesizlik gerekir. Bedenim bu alıştığım ağırlığı atmakla şaşalar önce, yalpalarım, ama sonra alışırım. Diğer ayağımı kaldırdığımda yine boşluğa düşer gibi olurum, önce sağa –sonra sola ve merkezimi bulurum hemen sonrasında... İki taraf eşitlenir şimdi… Sağ ve sol... Dişi ve erkek... İyi ve kötü… Şefkat ve öfke... Siyah ve beyaz... Merkezde bütün olur hepsi...

Kollarımı yukarıya doğru uzatırken, vücudumun üst kısmını dik tutmam gerekir... Ayaklarımın biri önde, dizim doksan derece, diğeri arkada yay gibi uzanmakta geriye... Yukarıya doğru uzanırken tüm bedenimle, ayaklarımla yeri kavrarım... Tüm bunları yaparken, yukarıya yükselişi, vücudumun oluşturduğu üçgenleri, statik dengeyi anlar, merkezimi bulurum aynı zamanda... Yaşama benzer bu, iki elimi birleştirip uzandığım, bir ayağımla önde attığım adım, arka tarafta dengemi sağladığım tüm duygularım...

Sonra başka bir duruşa geçerim. Bedenimin bir yanı açılırken, diğer tarafı sıkışır. Bir matematik problemi gibidir yaşadığım… Hem yana, hem yukarıya, hem de aşağıya, hem sıkışma- hem de daralma... Direndikçe zorlanır beden... Ama ben bırakabilirim direnmeyi... Öğrenirim hayatın kendisi gibi, iki ayrı ucu yaşarken mutlu kalabilme yollarını keşfedebilmeyi...

En önemlisi nefesi anlarım. Nefeslerimizi... Varlığımıza üflenen değeri... Onu tüm vücudumuzda dolaştırıp, doldururuz ciğerlerimizi... Her nefeste temizleniriz. Her nefeste güzel enerjiyle doldururuz bedenimize... ve her nefeste, şükrederiz nefes alabildiğimize...

Yoga hayattır... Yaşam gibi bir sanattır...

İnancın acıysa acı çekersin. Baktığın sadece duruşun ise, sadece duran bedenini görürsün... İçeride herşey...
Neyse testinin içindeki, dışarıya da o dökülür zaten...
.
Ben beni anlamadıkça, seni anlayamam aynam... Ben bu bedeni beden diye kavradıkça, sadece et ve kemikten ibaretim aslında. Unutuyoruz ama bu beden, bir de kocaman bir ruh taşımakta...

Derinleşir içimde yollarım, bütünlerim kendimi kendimle önce, sonra seninle, sonra hayat ve evren ile, tek bir nefeste...
.
Ve yaklaşırım beni ben yapan Yaradana..
Bize hediye ettiği emanet nefesimle, her nefeste biraz daha...
Şükrederim O’na ve varlığına..

Merkezinde kal,
ister ayak tabanlarının altındaki o küçücük noktada..
İster düşüncenin ortasında...
İster ağzından çıkan her kelimenin vurgusunda...
İstersen yaşadığın dramın hayata tutunan kancasında...

ya da..
Elini uzatıp sevgiyle dokunduğunda...
Gözlerinle güzel baktığın manzarada...
Gülümseyen kelimelerinin arasında...
Kalbinin orta yerinde...
Aldığın ve verdiğin
Her Nefesinde...

ruhun ne taşıyorsa,
doldurduklarından dışarıya...
Nefesinle yaklaş ona...
.
.

12 Mayıs 2009

Bulutlar ne kadar yakın?



Bazen aynı ya herşey... Bazen çok dar ya, hayata bakabildiğimiz o nokta... Bazen söylenmeye başlıyoruz ya deli deli... Hani, olmasına imkan yok, iyi olan diğer alternatifin... Bazen öyle bunaltıyoruz ki kendi kendimizi... Bazen mutluluğun nerede olduğunu soruyoruz ya, kucak dolusu mutsuzlukla... Hani, bir yol arıyoruz ya, ana yoldan sapan o mutlu yan yola... Günler karanlık ya bazen, güneş tepede bile olsa... Biz gülmüyoruz ya, gülümsemek dudağın iki yakası kadar yakın bir mesafede olsa da...

Yol, binalar, köşedeki benzinci, yolun sağındaki çukur, 60 saniyede yeşile dönen kırmızı ışık, altından her gün geçtiğin köprü... Geldiğin ve vardığın nokta hep aynı mı yoksa?

Yukarıdan bakıldığında dünya ne garip... Bir uçak seyahatinde, her gün geçtiğim Eşkişehir yolunu havadan gördüğümde bunu düşünmüştüm. Bulutların yanından, yaşadığım yere bakıyordum. Dizi dizi evler, Avm’ler, Odtü ormanı, arada birbirini kesen yollar, düzenle yerleştirilmiş ışıklar, yoldaki karınca gibi görünen arabalar ve göz hizamda aşık olduğum o tombul mutlu bulutlar....

Küçük dünyamda, o yol ne kadar muhimdi. O yolun üstünde geçerdi ömrüm... Gittiğim, geldiğim, taşıdığım kendimi... Ne zaman bunalsam, gökyüzündeki bulutlara bakar, yolun üstünde de olsam kendi gerçekliğimden uzaklaşır, havalanırdım o an..

Şimdi kendi gerçeğimden yukarıdaydım. O bulutların arasında... Üstelik başka başka yolları, ormanları, dizi dizi binaları, dereleri, dağları, ülkeleri, şehirleri, okyanusu bile geçecektim birkaç saate kadar...

Oradan gördüğüm manzaraya benzetmiştim kendimi... Yan yana koyduğum evler, benim hayattaki varlık nedenlerimdi adeta... Dizmiştim onları da ard arda... Yollar geçerdi aralarından... Bir ona, bir diğerine giderdim iki neden arasındaki o güvenli yolda... Ağaçlar vardı, içimdeki yeşil alanlardı onlar... Nefes alıp verdiğim duraklardı sessizliğimde... Arabalar yaşamın sürekliliği gibi, akıp giderdi gitmesi veya dönmesi gereken yere... O binaların içinde, kimbilir hangi beni yaşatırdım. Evcimen olan Burcu mutfakta yemek pişirirken, diğeri bilgisayarının başında yazı yazar, biri yogaya gider, bir diğeri de hayatı dondurmuş bulutları izlerdi baktığı pencerede bazen...

Yaşadığımız nokta kadar yer, aslında çok daha büyük bir resmin içinde... Kim bilir, ne yapmaktasın o minicik noktanın içinde... Hangi kaygıları yüklenmişsin, hangi çaresizliklerini toplamış taşımaktasın sırtındaki küfede... Mutluluk sapağına dönmek isterken, yol mu bulamıyorsun bu kocaman haritanın içinde... Onlar, bunlar ve şunlar, yada insanlar.... Biz ve siz, sen ve ben arasında bir duvar yok buradan bakıldığı zaman... İçindeki yeşil alanlar yetmiyor mu artık nefes almaya... O zaman biraz daha ilerle batıya... O tarafta ağaçlar var ve kocaman bir orman oluyorlar beraberce... Hep kaderin talihsizlikleri mi yağıyor üstüne, biliyor musun dağılıyor o karanlıklar biraz ilerde... Güneşi görmek için biraz yürümeyi denesene...
....

Şimdi bir çiçeği kokla
Bir çocuğun gözlerine bak
bakar gibi aynada..
Sonra da sev onu...
yüreğinle sev hatta...

Bir de çal bakalım kalbinin kapısını......
orda mı
aşk hala...

Eğer uçabileceğine inanmazsan
asla göremezsin kanatlarını sırtında...
ve bulutların,...
aslında ne kadar yakın olduğunu sana...


...


Görsel buradan alınmıştır.

04 Mayıs 2009

dünyaya GOL atan Adam

* "der ball ist rund" Sepp Herberger


Kahvelerimiz önümüzde, caddeye nazır oturmuş, sohbete başlamıştık. Hayatta herşeyin giriş kısmı, başlangıcı heyecan vericidir.

Neler vardı anlatılacak, ah nasıl özlemişim bu mimikleri, bu tanıdığım ılımlı enerjiyi... Oturduğumuz o bir saate o kadar çok şey sığdırmak istiyordum ki... Onunla beraberken kelimeler ortalıkta uçuşmaz, her cümle derinlerde bir yere oturur, mutlu ederdi beni... Her görüşmemizde, güzel bir kitap okumuş gibi, tadı damağımda kalırdı sohbetin..

Neler yapıyorsun” dedim heyecanla....
"Dünya’ya gol atıp duruyorum” diye cevap verdi.
Biraz yaramaz ve biraz şaşkın bir mimik vardı yüzünde...
Gol ?” dedim gülümseyerek...

Gülümsedik beraber...

Aşık olmuştu. İçine ergen biri kaçmış gibi şaşkındı. Nerden başlayacağını bilmiyordu. Belki de sözcüklere dökemiyordu hislerini... Kelimeler her zaman taşırmıydı, yüklendikleri anlamı peki ?

Yüzündeki yandan gülüş, bana da bulaşmıştı ister istemez..
E bu harika bir haber” dedim..

Öylesine bir hali vardı ki, içindeki pırıltı dışına taşıyordu. Sonra tüm detayları geçip, anlatmaya başladı.

Su yüzüne çıkmışım, denizin dibinden nefessiz çıkardığım bir avuç kum var elimde... Dondurabiliyorum sanki zamanı... Küçülüyorum, büyüyorum, çocuklaşıyorum bazen, devleşiyoruz beraberken... Tüy oluyorum, hafifliyorum.... Bedenimden havalanıyorum... Bazen kale duvarı oluyorum, korumak istiyorum onu kendimden...

Ne güzel duygular bunlar, hayata gol atmak böyle birşey demek ki” dedim istemsizce..

“Dünyaya gol attım sanki.. Koca dünyayı yenmişim, şampiyonum... Zamanın bir adım önüne geçmişim, şu ana bakıyorum bir dakika ilerden" dedi.

Durduk, gülümsemimiz yüzümüzde... Kalenin öbür tarafına geçtik... Yuvarlanarak ağlara değdik, içimizdeki tüm seyirci çığlıklarla yerinden zıpladı, kolları havada mutluluk dansı yaptı beraber. Top toprağa henüz değmiş değildi.

Herşeyden daha güçlü hissediyorum kendimi... Yüreğimin böylesine kabardığında, onu taşıyacak gögüs kafesine sahipmişim meğer... Bu kadar şaşkınken de, güzelmişiz hepimiz... Bugün ev sahibine gülümsedim biliyormusun... Suratsız patron “sende bir değişiklik var bügünlerde” dedi.. Yürüyorum ama ayaklarım değmiyor ki yere... Sabahları mutlulukla uyanıyorum, uyanık rüyanın içindeyim sanki... Ayaklarım titriyormuş hala benimde, elimi kolumu koyacak yer bulamıyormuşum. Ah o usta olduğum kelimeler var ya... Onlar uçuşuyormuş beynimden benimde... Düşünceler ses olurken, anlamsızlaşıyormuş. Sadece susmak ne güzelmiş. Bu acemilik, bu hafiflik....

Dinlemeyi tercih ettim, doyasıya anlatsın diye... Çünkü yaşadığı bana da mutluluk olarak dönüyordu, sözcüklerle...




Beraber gülümsüyorduk.. Dünyaya Gol atan bir adamın mutluluğuydu. Hayatı boyunca orta alanda top koşturmuştu, iyi bir pasördü, hep beraber ulaşılan başarıların kahramanlarındandı. Ama bu sefer tüm oyuncuları geçmiş, kaleyi görmüştü ve anladı ki *top yuvarlaktı.

Bir gol, başkasını getirmişti, sonra bir diğerini... Aynı para parayı çeker gibi, Aşk aşkı çekmiş, yeni aşklar doğurmuştu içinde...

"Hadi" dedi. "Bu aşk yine acıktırdı beni... Kalk, birşeyler yiyelim. "Hesabı ödedik, kol kola girerek caddeye çıktık.

Aşık insanın enerjisi lazım herkese... Herkes aşık olsa, hepimiz uçarak dolaşsak ve böyle şapşal şapşal gülümsesek keşke...”
Bu sözümü iltifat saydı, devam etti gülümsemeye..

Parkın köşesindeki büfede birşeyler yemeğe karar verdik. Minik hasır taburelere oturduk, siparişlerimiz geldi. Ben gözlemimi dişlerken, o da ekmek arası köftesini yiyordu. Sonra bana döndü.

“Baksana,
Şu ciddiye aldığımız Dünya, ekmek arasına girse,
o açlıkla ağız dolusu bir ısırık alsak şöyle...
“Ohh bee” dermiyiz..
Yedim seni be dünya.. !!!”


Kahkahalarla gülmeye başladık.

Sessizlik içinde yemeklerimizi yemeye ve zamana attığımız golün ihtişamının tadını çıkarmaya devam ettik...

Zamanda yuvarlaktı nasıl olsa...
Saatler döner, günler döner, aylar döner
Yıl 365 çeker..
Ama biri var ki,
zamanı biriktirir..
gol atmaz mı?
4 yılda bir...
.
..



Görseller
1/2