Şehrimin güzel ağaçları anısına...
Dışardan
gelmiş, eteğimi çıkarmış, altımdaki mus çoraplarımla battaniyenin altına girip
pencereden bakıyordum. İlkokulda da okuldan
gelip, önlüğümü çıkarınca evde böyle dolaşırdım. Hoş bir özgürlük hissederdim
böyleyken... Tatlı sarman kedim Obi’de yanımda, battaniyenin üstünde yerini
aldı. Bir yandan bana sürtünüyor, bir yandan gorgorluyordu. Ne büyük mutluluktu
şu an…
Pazara
gitmiştim. Nanenin, maydanozun, rokanın, dereotunun en tazesini seçmek bana hep
taze bir his verirdi. Her bir yaprağı tek tek yıkayıp, sonra onları salata tabağında,
limon ve nar ekşisiyle karıştırıp, hazırladığım bu yeşil şölenin keyfini düşünerek, mutlu olarak eve gelmiştim.
Camdan
bakıyordum… Bulutlar geçip gidiyordu o an… Gözlerim doldu niyeyse… İçimden
hayatın, bir anın uçuştuğunu hissettim. Niye gözleri dolardı insanın? Hep bilir
miydi ağlamalarının nedenini? Panik olur
muydu benim gibi, ağlamak istediğinde nedenini bulmak adına? Nedensiz
gözlerimden yaşlar akarken, bırak dedim ağla… sorma neden geldiğini bu duygunun…
Pazara
giderken ODTÜ Ormanın yanından geçmiştim. Dün gece yapılan baskınla kesilen
ağaçların acısını mı hissetmiştim acaba… Sanırım… Kendime niye ağlıyorsun diye
sorduğumda, o görüntü gelmişti aklıma… Ağaçlar kesilince ağlayabilir miydi insanlar? Ve
bunu binlerce acıyla bağlayabilir miydi?
Bir arkadaşımın sabah yazdığı ileti aklıma geldi. “Daniel
Goleman Duygusal zeka konusunda çığır açan bir kitap yazmış ve uzun süren
çalışmalar yapmış bir bilim adamı-yazar. Yazdığı "Duygusal Zeka"
isimli kitapta, duygusal zekanın 5 boyutundan bahseder. Bu boyutlardan dördüncü
sırada olanı "EMPATİ"dir. Ancak empati sadece karşımızdaki kişinin ne
hissettiğini anlayabilme becerisi kadar basit bir şey değildir.
Daha doğrusu
empatinin en alt aşaması başkalarını anlayabilme becerisi iken, en üst aşaması
diğer canlılarla ve doğayla bağ kurabilme, onların hislerini anlayabilme
becerisidir. “ diye yazmıştı.
Süt kuzusu
diye alınan etler var ya… O kuzuların annelerinden
ayrılışlarındaki çığlıkları duysak yine de yer miydik o tazecik etlerini? Şişko ve semiz
etli olsunlar diye, dar kafeslere tekil yerleştirilen tavukların, kendi
ağırlıklarını taşıyamayacak kadar büyüdükten sonra bacaklarının kırılarak
ölüşlerini seyretsek, pişmiş butlarını sıyırarak yiyebilir miydik afiyetle? Ağıllarında hiç güneş ışığı
görmemiş ineklerin, ağıllarından ilk kez çıktıklarında hoplayarak koşmalarındaki mutluluğa
tanık olsak, neyi kurban edebilirdik bayramda?
Düşünüyordum…
Obi yanımda oturmuş, şifacı bir perdeden gorgorlayarak göğüs kafesini
titretiyordu. Varlığına tekrar tekrar şükrederek
sevdim onu…
Ağaçları
kesmişlerdi Odtü’nün Eskişehir yoluna bakan ormanında… Kel bir arazi de yürüyen
insanlar vardı. Manzarayı hatırladıkça canım acıdı. Bir ağacın toprağa
sarılışındaki tutku, varoluş biçimleri hep çok saygı duyulası gelmiştir. Yurtdışına
giden arkadaşlarımın parklarda çektiği bir kaç fotoğraf aklıma geldi. Yemyeşil,
huzur dolu, sonsuz görünüşteki binlerce renk ve ton… Altına düştükleri ileti aklımda
kalmış “ yeşile doyduk”.
Yeşile doymak, yeşil açlığındandı belki de… Ben hiç
yeşile doymam, bulutlara doymam, yürümeye doymam, kedilere de doyamam sanırım… Zaman zaman Afrika’daki insan girmez, yabani
hayvanların yaşadığı ormanları bile düşünürüm. Ne çok bilmediğim bitki, ne
kadar çok yaşam, denge, hayat bir arada… Bir insan orada korkuyu da, saygıyı da
hissedebilir. Orada olsam, kendi yaşamımı sağlamak için onları yok etmek yerine
o dengeyi anlamak, bir parçası olmak isterdim... Bunu nasıl becerebileceğime dair düşünürüm zaman zaman...
Yoga dersi
bittiğinde yavaşlayan nefesler, dinginleşen zihinlere… “hızlıca kalkmayın,
yavaş hareket edin ve yaptığınız her şeyin farkına vararak yapın” derim… “Suyunuzu
içecekseniz, şişeyi kavrayışınıza bakın, hangi parmak daha sıkı tutuyor şişeyi,
fark ettiniz mi? Kolunuzu eğişinize, dudaklarınıza şişenin ağzınıza değişine,
ilk yudumun damakla buluşmasına, boğazdan geçişine, ilerleyişine, o an
hissettiğiniz hisse şahit olun… veya çoraplarınızı giyiyorsanız, ayaklarınıza
bakın, çorabınızı kıvırışınıza, parmaklarınıza bükülme emri verişinize, çorabın
ayağınıza girdiği an ki ısındığınız hissine şahit olun…"
Böyle bir
şey yaşamak…
Yavaş ve farkında…
Suyu yavaş
için, çoraplarınızı farkındalıkla giyin,
ağaçları çok sevin ve "asla asla yeşile doymayın" dilerim…