25 Nisan 2009

Elmas mı Bu ?



kimilerinin yara izleri yüzündedir
bir kahramanlık taşır orada öylece...

kimilerinin dizlerinde vardır yaranın izi...
yüksek bir yerden düşmüş olabilir belki....

kimilerinin yara izleri çocukluktan kalma.. Unutulmuştur orada...

kimilerinin yara izleri çocukluktan değildir... büyümeye koşarken olmuş olabilir..
kimilerinin yara izleri kalbindedir... bir aşktan hatıra...

kimileri yara izini tutarak yazar,
ya ondan aldığı güç ile yazmakta...
ya da kelimeler ile pansuman yapmakta oraya.
..
bazen de elin hemen altında saklanmaya çalışılmakta,

YARA aslında hala için için kanıyor da olsa....

Ders bitmişti. Öğrencilerle ayaküstü sohbete başlamıştık. İçlerinden biri benimle konuşurken hep gözlerini kaçırıyordu. Gözü gözüme değdiği anda, gözlerini çevirip düşüncelerini savuyordu aklından... “Bu gözünün üstündeki iz ne güzelmiş” diyivermiş oldum aniden.. Yüzünde bir soru işareti belirdi,” Gerçekten mi?” dedi şaşkınlıkla gülümsedi.. “Öyle” dedim. “Boncuk gözlerine, kalbinden yansıyan duru güzelliğine hoş bir nişan gibi..." Rahatladı bir anda...”Sana ait, senin o ve sende güzelliğe bürünmüş çok güzel bir iz.." Öyleydi gerçekten... Bütünün içinde, bir anlamdı ona anlam katan, simetride farklılaştıran... Ben bunu dediğimde daha da rahatladı, eli gitti gözünün üstüne, üzerine sürdüğü koyu farı silindi, farkına bile varmadı o an.
.
İzler vardır. Çirkindir, çirkin diye bilip, onu öyle taşıyana....
İzler vardır taşıyanın kabuluyle güzelleşir, parçası olur onun, bütünleşir.
Ben çok severim izleri... O İzleri takip etmeyi...

.
Bal rengiydi gözleri, kızıl kahveydi saçları... Teni bembeyazdı. Ben ona incir surat derdim. Öyle güzeldi ki, incir gibi "ye beni" derdi adeta... Yüzünün sol tarafında, köpeğinin bıraktığı ince bir iz taşırdı kaşının ortasından yanağına kadar inen... Ona baktığımda, yüzünde o yaraya rağmen köpeğine duyduğu sevgiyi görürdüm. Küçüktü, kendinden 3 kat büyük köpeğine sarılırken olmuştu yara. Yüzü kanlar içinde, oynamaya devam ettiğini anlatırdı her defasında... Köpeği öldü, o hep o izi taşımaya devam edecekti kendi yüzünde, köpeğini hatırlayarak sevgiyle...
.
Benimde bacağımda bir izim var böyle... 18 yaşımda, yazlık evimizin olduğu yerde, motosiklette kiralanıyordu. Rüzgarı seviyordum o zamanlarda da... Bir de çok aşıktım birine, daha hızlı gitmek istiyordum olduğu yere... Motosikleti akşam saati dükkana teslim ederken, bacağımı egzost borusuna yapıştırdım. Çok acı çektim, 2 hafta denize giremedim. Geçti acısı bir süre sonra, ama izi kaldı o zamandan hatıra... O yara benimle beraber büyüdü. Bileğimde olan yara şimdi dizimin yakınlarında... Her gördüğümde, o deli hallerimi hatırlarım. Yine olsa, aşk için yine yaralanırım. Çocukken duvara çizerek boy ölçülür ya, ben o yaranın dizime gelişiyle üzerimde çizdim büyümemin çizgilerini adeta...
.
Görünen yaralar vardır böyle... Bir iz taşır, hikayesi vardır. Ne güzelmiş dedirtir hep bana...
.
Bir de başka izler vardır, insanlar yüreğinde taşır. Görünürler bazen, bazen de saklanırlar yolunup durdukları kabuklarının altında... Ben o izleri de severim. Beyazlamaya başlayan saçlar gibi, yaşama dair anılardır onlar, varlığı sevilerek taşınabilir.
.
Kimi saklamayı seçer, fondotenle örter yaralarının üstünü...
Yokmuş, hiç olmamış gibi...
Oysa yürek fondoten tutmaz, yara ister istemez gösterir köşeden kendini...
.
Bazımız yaralı bereli sanar onunla kendini...
Bazımız taşır üstünde onu, sadece ona ait olan değerli bir mücevher gibi...

.
Bugün bir arkadaşım oldu benim. Kendisi tam 6 yaşında... Parmağımdaki obsidyen yüzüğüme baktı, sonra da cebinden bir taş çıkarttı heyecanla... Taşı gösterip, bundan yüzük yapmak istediğini söyledi...” Ama bu alalade bir taş” dedim görgüsüzce. ”Başka yüzükler alayım ben sana, mesala uğur böcekli, barbie bebekli ?”. Hayır dedi ısrarla “Bunu istiyorum. Bunu takacağım ben...” Gülümsedim içimden... İpe bağladık taşı, altından ataçla yüzük yaptım parmağına, bir de sağlam olsun diye yapıştırıcı sürdük taşın altına. Tüm gün eli havada dolaştı Leydi havasında... Herkese gösterdi yüzüğünü... Onu öyle görenlerden biri sordu...”Ne güzel bir yüzük bu, taşı nedir, değerli mi”... “Evet” dedi ama anımsayamadı bir anda... Koşarak yanıma geldi. Kulağıma fısıldadı.” Hani bir taş vardı ya.. hımm... Elmas !! Elmas !!...” dedi ve hızlıca gitti soruyu soranın yanına... Adamın pantolununu çekiştirip, ”Elmas bu, baakk” dedi yüzüğünü uzattı tüm ihtişamıyla, üzerine de hikayeler uydurdu sonra. Gülümsedim.
.
Kimine göre, cebinde bir elmas yok yüzük yapılabilecek..
Kimine göre, yüzüğümüz yok, üzerinde böcek yada bir barbie bebek..
Kimine göre, ipten ve ataçtan yüzük mü olur ?
Kimine göre yerdeki taş, bildiğin çakıl taşı işte....
Ayrıca elmas yüzüğü olsa ne yapacak ki?
Kimisi senin yüzüğünü çöp der, güzelmiş derken yüzüne...
.
Kimisi cebindeki taşları hala saklamakta en kuytu köşede, kendisi bile görmez o dipte...
.
...
O Elmas yüzüğünü taşırken etrafta,
Saklamamasını diledim eğer birgün hepimiz gibi
olur da yara alırsa...
.
İçimden "umarım böyle taşırsın" dedim
Elmas bir yüzüğü taşıyan Leydi havasında..
.
Kim değer biçebilir ki,
sen onu elmas bildikten sonra..
.
.

21 Nisan 2009

KöK




Tohum, sırlarını kökleriyle taşır...



Kalbimin tam orta yerinde köklerini hissederim bazen... Hissettikçe köklenir... Göğüs kafesimin içinde büyütürüm onu... Sığmaz sanırım oraya, öyle büyür bazen, genişler... Göğsümün tam ortasında... Ellerim kollarım tüm gövdem köklenir sanki toprağa tekrar... Tutunurum... Suya susamış bir saksıyı şımartırsınız ya, taşar kabından su... Öyle dolarım işte, gözlerimden taşar mutluluk...

.
Şu aralar hayatın içinde, hayatın koşturmacasında başka birşeyin keşfindeyim. Bazen kaybetsemde kendimi, “koşturma adı” altında... Bilirim, orada köklenmektedir o... Koca bir ağaç gövdesiyim. Kalbimde atar köklerim...

.
İlk bunu hissettiğimde bilinçsizdim. Duygu yoğunluğu sandım. Sonra bir şarkı kapılarımı açtı sanki.. Tüm bedenim titredi... Korktum hatta... Anahtar bulmuş gibiydim. Şarkıyı o günden beri her dinlediğimde içimde aynı yerde buluyorum kendimi... O güzel derinlikte... Bana yazı yazdırıyor, öğretiyor, bana başka başka kapılar açıyor ve suluyor topraklarımı her seferinde... O ağaca sarılmış buluyorum kendimi o şarkıyı her dinlediğimde... Evde sık sık dinlendiği için, gülümsetiyor tekrarları... Ama bilinmiyor ki, ben o anda içimde başka bir kapıyı açmaktayım... O şarkı Yansıma ve Yanılsama şiirimini bana yazdıran
şarkı... Bloğumun gizli anahtarı...

.
Sonra, başka bir kapı buluyorum başka bir müzik eşliğinde...

.
Birgün yoga dersine erken gidiyorum. Soruların olduğu ve cevaplar için aydınlığı beklediğim zamanlardan geçiyorum. Biliyorum o cevapların geleceğini... Zamanını kollamıyorum. Sadece soruyu yaşıyorum o aralar... Gün o gün ya, derse yine kimse gelmiyor. Umursamıyoruz, gelmemeleri gerekiyormuş demek ki diyoruz. Eğitmenim ile yoga yerine meditasyon yapmaya karar veriyoruz. Biliyorum o kararı da aslında biz vermiyoruz.
.
Stüdyonun ılık enerjisi, sessizliği beni sarıp sarmalamış bile çoktan.. Işıkları kapatıp, oturuyoruz... Sonra fonda Krishna Das'ın "Baba Hanuman" parçası çalmaya başlıyor... Kapılar açılıyor yine... Köklerim kalbimden çıkacak gibi... Mutluluktan öte birşey yaşıyorum.
.
Rüzgarla beraber salınıyorum bazen, bazen dallarımla uzanıyorum yukarılara, havalanıyorum, toprağı kavrıyor kökleniyorum, rüzgar oluyorum, toprak oluyorum, büyüyorum sanki.. Yine kabına sığmıyor, taşıyor gözlerim... Ellerim göğüs kafesinde, avuç içlerim birbirine değiyor tam kalbimin üstünde... Sıcacık olmuş ellerim... Sol elim, sağ elimle kavuşuyor. İçimdeki iyi ve kötü kavuşuyor. Dişi ve erkek bütünleşiyor. Şefkat ve nefret bir oluyor. Siyah ve beyaz, Ben ve sen, tüm zıtlar kavuşuyor, sarılıyor. Tek birşey kalıyor geriye, o da tam gögüs kafesimin orta yerinde...
.
Bedenimi unutuyorum, bedenmişliğimi... Ben sadece o beden değilim.. O bedenin yaşattıkları değilim. Her nefes alışımda, genişliyor ve derinleşiyorum kendimden taşmalarımda.. Taşıyorum.
.
Beni yerimde sallatan rüzgara teşekkür ediyorum..
Dallarımı ıslatan görünmez yağmura..
Kalbimin içindeki o verimli toprağa...
Köklerime, gögüs kafesimin büyüklüğüne....
Gözlerimden taşan mutluluğa..Gülümsetene...
İçimdeki öze... .... .. .
.
Tohum, miniciktir...
Sevgiyle katılır kalbimizin en derinine, öze..
.
Kendi sırrını taşır her tohum..
tam orada, kalbimizde...

İşte ben o sırrı çok seviyorum.
Şu aralar topraklarım genişliyor
büyüyorum..


...
Kirshna Das_ Baba Hanuman
şarkının hepsini dinlerseniz, kimbilir belki siz de filizlenirsiniz ?


08 Nisan 2009

Hepsiydim....



Elime kaşığı alıp, kazdım toprağı.. İçimden “solucan kardeş ile karşılaşmadık bu sefer” diye geçti. Ayrıca seramik kab-kaçak yapmak için yapışkan kilde yoktu topraktan elime gelen... “Neyse, hadi daha derin kazmalıyım” dedim, kaşığa dayadım toprağı... Artık yeteri kadar derin bir çukur kazmış olduğuma karar verdiğimde, elimdeki minik lego adamımı öptüm, kırık bileziğimle vedalaştım, “ Bu lego adamı ve bileziği sana bırakıyorum. İsmim Burcu. Onlara iyi bakın, müzenize koyun”... diye babama yazdırdığım minik kağıdı da iliştirdim çukurun içine... Üstünü örttüm sonra toprakla... Birazda çimen kattım üstüne, farkedilmesin diye..

Bu hikayeden birkaç zaman önceydi, Ben 7 yaşlarındaydım. Babam, beni ve ablamı arkeoloji müzesine götürmüştü. Yüzüm ve camekanlar aynı hizada, göz açımdan görüyordum içerideki kilden yapılmış şeyleri... Ama okuyamadığım ve küçük olduğum için anlamıyordum baktığımız neydi... Babam anlatmaya başladı. “Bunu görüyormusun, bu yıllar yıllar önce çocukların oynadığı araba... Tekerleklerine bak, senin legolarınla oynadığın gibi bununla oynuyorlarmış işte o zaman”.. “bak bu da saç tokası... O zamanki kızların saçları uzunmuş demek ki senin gibi, saçlarını o tarağa tutturuyorlarmış.. Gördün mü dişleri de kırılmış... Demek ki tokayı kullanan çok severek kullanmış”... Babam bunları anlatırken, ben bir camekanda gördüğüme, bir babamın yüzüne bakarak onu dinliyordum. Bunu anlamak beni keyiflendirmişti. Her objenin önünde “peki bu neymiş” diyerek, hikayelerini sormaya başladım. Büyük bir sabırla dinliyordum, çünkü heyecanlanmıştım... Tüm bunlar işte o çukurun kazılmasından birkaç hafta önceydi..


Üniversite yıllarında annem ve 10 öğretmen arkadaşı Antalyaya gitmiştik. İçlerinde en deli ve en genç olanı Pembuştu. Sanat tarihi öğretmeniydi. Yorulan grup üyelerini geride bırakıp, onunla sık sık minik kaçamaklar yaptık. Bunlardan biri Antalya Müzesineydi. Müzeye girip, iki ayrı tarafa dağıldık. Herkes kendi izini sürdü. Gezim bitince Pembe hocayı beklemek için, mozaik bir yer süslemesinin köşesine oturdum. Ve sadece hissetmeye çalıştım. O parçaların yapılışını, zamanında konulduğu ortamı...Üzerinde çocuklar oynadı, karşılaşmalar yaşandı, adımlar atıldı.Deniz kokusu yayıldı. Mozaiğe doğru konumlandırılmış heykellerde onayladı bu görüntüyü... Bir de güneş vardı, kemiklerim ısındı. Otelden kaçıp mozaiğin köşesindeki bankta buldum gezi süresince hep kendimi.. Durdum, dinledim ve bana yaşatıklarını çok sevdim.




Geçen yaz Kapadokya’ya gittik. Amacımız iki günlük bir fotograf gezisi yapmaktı. Açık hava müzelerinden birindeydik. Bir omzumda lens çantam, sırtımda sırt çantası, boynumda fotoğraf makinesi soluklanmak adına taşların birine oturdum. Karşımda dağın içine oyulmuş, ama depremlerle dış tarafı yıkılıp, içi görünen kocaman bir kilise, minik merdivenler, yarısı yıkılmış bir altar.. Arkamda taşlar oyularak yapılmış minik tırmanma merdiveni ve merdivenin ulaştığı güvercin yuvaları, camiye cevrilmiş bir kilisenin bırakılmış çanı, kocaman bir değirmen taşı... Tüm vadide bu tarihi izliyordum. Nefesimden başka, rüzgarın sesi duyuluyordu bir de...

Düşünmeye başladım.

Peki ben hangisiydim?
O mozaik zemini hazırlayan ustamıydım? Üzerinde günü adımlayan mı?
Doğanın azizliğine rağmen hala ayaktamıydım?
Bir kiliseyi, "olmaz bu" diye cami yapan mı?
Ya da yıkılıp, bozulanı tekrar restore etmek adına yamalı taşlar kullanan mı...?

İkonaların gözünü oyup, bunlar tasvir edilemez böyle diyen mi?
Bir tülbente tutkal sürüp, duvardaki İsa ve Meryem ikonlarını çalan mı?

Benden de bir iz kalsın diyip, anahtarımın köşesiyle bugünün tarihini ve ölümlü ismimi duvarı ağlatarak kazıyan mı?

Gördüğüm bu eşsiz manzarayı, vadi işte diyip, midesini dolduracak gözleme ve ayran hayali kuran mı?

Ya da orada olup, fotoğraf makinesinde “bunu gördüm, bu açıdan da göründü gözüme” diyen mi?

Hangisiydim?

Kendi içimde, kendi tarihimin önünde oturdum.
Hepsiydim.


Varlığımı anlamayan, ama bir yandan da farkında olmadan hayata iz bırakmaya çalışırak, didinip yorulan... Bazen benden-bana miras kalanı anlamayan... Bazen yaşadığım anı göremeyip, hayatın zevklerine koşup, gözleme ve ayrana susayan... Değerini bilmediğim duygularım, bana bakmasın diye onların gözlerini oyan... Aslında o yerin bir parçasıyken, iz bırakma dürtüsüyle, tarihi atarak kendini orda sanan... Bol bol fotoğraf ceken bir de... İşte böyle göründü bu kare benimde gözüme ...

Orda durup, anın içinde kendimden nefesler bıraktığımın farkında değildim belki de... Aynı hayat gibi... Durduğum yerin bir parçasıyım aslında bende....

Tüm gözü örselenmiş duygularımın arasında oturdum, restorasyon adına koyduğum tüm yamalı taşlarımı kabul ettim öyle... Fotoğrafı her an çekiyorum zaten gözlerimle... İz bırakmak adına çıkardığım tüm sivri duygularımı da soktum cebime...

Nefesimle bırakıyorum izimi...
Gözlerimi kapattım, yer mozaiğinin üzerindeyim, adımlarıma eşlik eden güneş var bir de..
Yüzüme yansıyan mavi ikonaların hikayelerini izliyorum kilisede..
Dar koridorlardan eğilerek geçiyorum, buram buram nem kokusunu duyuyorum ciğerlerimde..
Ayaklarımın sığdığı duvar merdivenininden çıkıyorum basarak taş deliklere..
Güvercin yuvalarına varıyorum dağın tepesinde...
.
..

Rüzgar esiyor, kuşlar uçuşuşuyor..

Kaşıklarla kazıp, o minik çukura koyduğum, kendi hazineme,...
Lego adamıma ve bileziğime kavuşuyorum
tırmandığım o güvercin yuvasının içinde.....

Görsel
buradan alınmıştır.

03 Nisan 2009

Pencereyi aç, Soluğun çıksın Dışarı...



Elimde bir portakal ile camdan bakıyordum. Bilgisayarımda, günün mailleri beni bekliyordu ve telefonumda birazdan çalacaktı, biliyordum.

Parlak bir gökyüzü, durağan çatılar, yokuşu tırmanan arabalar.. Kırmızı ışık....Yeşil ışık... Korna sesleri, ofisteki konuşma sesleri, ayak sesleri... Sesler birbirini birbirine katıp, kokuları ve tozları da alarak girdap oluşturuyordu dünyanın üzerinde... Ben orada bir yerdeydim. Durdum. Portakala tutundum.

Portakalın kokusu ayılttı beni bir anda... ve o Kuş... Penceremin en görünen köşesinde... Parlak gökyüzü sanki ürperiyordu her kanat çırpışında... Herşey hızlı, sen şeffaftın adeta... Evler ve çatılar; güneşi, ayı, gün doğumunu, mevsimleri bilirdi ve en çok ta bu gürültüye tanıktı orada durdukları yerde... Penceremden gördüğüm yokuş, aşağıya doğru kaymıştı sanki, yıllar boyu arabalar ona tırmanmaya gayret ettikçe... Ne yaşanıyordu acaba karşı pencereden içeride..

Kanatlarına takıldım, portakalın kavuniçi pütürlü yüzeyi ellerimde, avucumun içinde.......

Telefon çalınacağını bilir miydi acaba? Yada ödü patlar mıydı içinde zıngırdayan şey, çalmaya başladığında.... Mail kutusu, ben mouse ile üstüne tıklamadan önce “hoh sonunda yetiştirdim! sana bir haberim var” diye heyecanlanır mıydı ter-kan içinde... Sandalyemin dizleri kıtırdar mıydı tüm gün, aniden sağa sola dönmelerimde... Peki masamın en uzak köşesi, o da üzülür müydü acaba tüm gün oraya hiç dokunmadım, sevmedim diye...

Önce bunları düşündüm.. Sonra sana döndüm.

Tüm görüntüden farklıydı hareketlerin.. Önce havada birkaç tur gezindin, sonra daireler çizerek süzüldün...

Sokaklar birbirini keser, yollar yukarı aşağı gider, evler durur köşelerinde... Ağaçlar bir damla toprağa tutunmuş, uzanmakta gökyüzüne... Hiçbir araba yeni yol üretmek adına kaldırımdan gitmez, evler hareket edemez, ağaçlarda yukarıya uzardı sadece... Ama sen Özgürdün, dönüp durduğun o mavi gökyüzünde...

İçimde çırpınışlarını hissettim, gülümsedim. Sonra Portakala sordum”
acaba sen, hangi daldan koparıldın da geldin elime..? “

Bir arkadaşım, “evinizdeki elektrik için para kazanıyoruz" demişti. "Kiramız için çalışıyoruz. Biz büyüdükçe, konfor sahibi oldukça o konforun bedeli için çalışıyoruz sadece...” Böyleydi düşünceleri... Halbuki ben, bunun için çalışmıyorum demiştim. Yani böyle bir yükümlülük duymuyordum işe ve çalışmaya dair içimde... Her iş birşey öğretiyordu insana... İşin düzeni, muhasebesi, işleyişten çok daha fazla... Karşına çıkan durumlar, insanlar veya oradaki konumun sana senden birşeyleri çıkarıyordu karşına... Aslında bu da bir oyundu.. Oyunun kuralı yoktu. Sadece yine attığın zarları anlamak vardı... Bu hayatın başka bir aynasıydı... Neden oradaydın, ne görmeliydin, neyle yüzleştiriyordu oyun seni, sana dair, yansımanda ? Birden bunu hissettim işte o kanat çırpışında...

Telefonum korkuyla çaldı.. Dizlerine zarar vermeden oturdum döner koltuğa... Sakinleşti telefon ona dokununca... Kulağıma “Mailinize onayı attım” diye seslendi ahizeden biri bana... ”Tamam bakıyorum” dediğimde, mail box’ım “Bende sana bu haberi yetiştiriyordum” dedi aynı anda...

Pencereye baktım, çoktan uzaklaşmıştın görebildiğim gökyüzü karesinden... Ama içimde kanat çırpışlarını hissediyordum hala....Özgürdün orada...

Elime baktım.. Avucumun içindeki kavuniçi pütürlü yüzeyinde, ellerimi dolaştırdım. “Nereden geldiğini bilmiyorum, ama birazdan mideme doğru yolculuğa çıkacaksın" dedim portakala...

Sulu ve baştan çıkarıydı... Kabukları soyuldu, tarafımdan özgürleştirildi o da...
Kırmızı yandı önce, sonra yeşile döndü yokuşun ucundaki lamba..
...
.