25 Mayıs 2010

Çocukların Düşündürdükleri....




Ellerimizi uzatıp, parmaklarımızı açıyoruz. Parmak oyunları çocuğun parmak kasları ve buna paralel olarak da el-göz koordinasyonları geliştiriyor. "Beşer palyaço sıra sıra dizilmiş. Birinciler bize selam veriyor. Baş parmaklarını hareket ettir..." Derste en minik öğrenci Emre, oyunu durduruyor.” Yoga öğretmenim, sakın bu parmağı böyle yapmayın” diyor. Duruyorum, Emre bana resmen hareket çekiyor :) Sonra devam ediyor... “ Bu hareket çok terbiyesiz birşey ...” “Peki “ diyorum. Ne diyebilirim. Gülümsüyorum bu uyarı karşısında, ama bir yanım soruyor. Nasıl kalıplar sokuyoruz çocukların zihnine... Nasıl anlatıyoruz peki terbiyesiz olan ne ve ne diyerek terbiyesiz olandan uzak tutuyoruz böylesine... Alt tarafı bir parmak, diğer parmak... Düşünüyorum hala...

Ders boyunca hopluyoruz, zıplıyoruz ayaklarımız fırça oluyor yerde, sanki resim yapıyoruz. Sonra daireyi küçültüp, daraltıyoruz balon şişiriyoruz nefeslerimizle, ortadaki alan büyüyor, küçülüyor... Ama benim hiç aklımdan gitmiyor, bu güzel beyinlere neler yaptığımız... İsmimi hafızalarında tutamazken, yoga öğretmenim diye hitap ederken ne kadar samimi olduklarını düşünüyorum. Onlar bu kadar bilgeyken, nasıl kirletiyoruz, kirleniyoruz büyüdükçe...

Yan sınıfta Alev Teacher İngilizce dersi veriyor. Çocuklar yan sınıfta bağırarak “ are you sleeping, are you sleeping brother John ” şarkısı söylüyor. Tam biz dinlenme pozuna girmişken, kreşin içindeki kaos, ses, hareket dikkatimi bölüyor. Onları düşünüyorum. Hepsi matlarında yatmış, klasik muzik eşliğinde dinlenerek, anlattığım doğa hikayesini düşleseler de, biliyorum aslında bu gürültüye onları hazırlıyoruz... Bu karışık, yükselip alçalan enerji onların enerjisi değil, bizim, biz büyüklerin enerjisi... yorgun, kaotik, oyalayıcı, gerçek değil... Halbuki onların enerjisi özgür, canlı, kıpır kıpır ve çok saf...

Çocuklarla dersim bittiğinde, koşarak yetişkinlerle yoga dersine yetişiyorum. Hepsinin yüzünde rahatlama isteği... Gözlerinden günün karışıklığı okunuyor... Akılları başka yerde dolaşıyor, bedenleri burda taklidi yapıyor sadece....

Dersin başlangıcı sakin ve huzurlu... Onları o sakinliğe nefesleriyle getirmeye çalışıyorum. Diyorum ki “ zaman hızla akıyor, yanıltıyor bizi... Zaman aslında sandığınızdan yavaş, uzatın zamanı... Herşey yavaş, herşey sakin, ellerimi enn yavaşta kaldırıyorum, nefesimi enn yavaşta veriyorum ve alıyorum... Yavaşla”...

Yavaşlıyoruz. Tüm ders duruyor düşünce, duygu hareketin içinde, nefesimizle beraber akıyoruz... "Zamanı durdurduk, zaman denen aldatmacıyı yavaşlattık, gerçek zaman akışı bu... şimdi, şu anda... koşma... ak "

Peki ben nerdeyim? Zamanın neresindeyim? Hangi yavaşlıkta veya hangi hızdayım? Dersler bitip, normal hayatıma döndüğümde kendime bakarken buluyorum kendimi... Çocukluğumdaki zaman algımı düşünüyorum, saati öğrenemeyişimi bir türlü... Aslında ayıp dediğimiz şeyi düşünüyorum, parmak oyununda 4 yaşındaki Emre’nin ayıp dediği şeyi... Büyürken ne kalıplarla donatıldığımızı, sonra büyüdükçe o kalıplar ve ayıp, yasak, terbiyesiz köşelerine yaklaşmadan zamanın içinde hızla koşturuşumuzu... Yetişmemiz lazım olanı... Aklımızla, bedenimizle, nefes nefese... Tüm bu koşturmada sakinleşme, durma, hayatı, kalıplarımızı, dirençlerimizi tekrar algılama ihtiyaçlarımızı... Bulanık kafalarımızı... Nerede bıraktık saf algımızı? Nerede Pavlov refleksi geliştirdik, kaç kuşak –kaç nesil aktarıldı onlar bize...

Kaan Ertem'in çizdiği, Erdener Abi karakteri vardı karikatür dergilerinin birinde... Komik gelirdi bana adamın hazır cevaplı oluşu... Karşına hep absürd kişiler ve dialoglar çıkar, o ise gayet net, ne hissediyorsa onu söylerdi. Erdener abinin adalet anlayışı da farklıydı. Cezalandırma sistemlerinden biriydi karşısındakinin aya yollanması, doğaya salınması....

Hepimizi doğaya salmalı aslında,
saatleri çıkarıp, alışkanlıklarımızı, kalıplarımızı, köşelerimizi, mevkilerimizi bırakarak...
Zıp zıp zıplayan kaotik enerjimizi de....
Doğa bizi tekrar uyumlasın diye kendine...
Zaman denen kavramı yeniden öğretsin diye...
Medeniyetleşirken aslında kaybettiğimiz şeyleri tekrar hatırlatsın diye...
Yavaşlatsın bizi diye....

Doğada olsak en mutlusu çocuklar olur heralde...
Korkusuz, endişesiz... Henüz unutmadıklarıyla, unutturulamayan saflıklarıyla...

Ben ne düşünüyorum... Bunları düşünüyorum...
Büyük aklım; zaman kavramına Hareket çekiyor...
Çocuk aklım, parmak oyunu oynuyor hala...

Baş parmak, işaret parmağına yanaşır, işaret parmağı küçük kardeşine sarılır ve sonra daha sıkı sarılırlar birbirlerine... Sonra diğer parmaklarda bu duygusal sarılmaya eşlik ederler, ikisine sarılırlar kocaman.... :)

... zaman diliminin neresinde, hangi süreçte bunun “ terbiyesiz bir hareket” olduğunu öğrenmiş olduğumuzu düşünüyorum sadece....
.
Brajeshwari /24.05.2010


koop - vuelvo al sur.mp3

yazarken bunu dinledim.
(Ağaçların altında bir masa, yemeğime konan kuşlar, Kahve ve Vuelvo al sur )

21 Mayıs 2010

oM YILDIZI / Meditasyon Yazıları


Başlarken küçük bir not:



Bırakmak; hayatımızda yaptığımız en zor şeydir. Bırakmanın içinde kabul vardır. Bırakmanın içinde savaş yoktur... Sadece bırakın.... / Yıldız; ışık olarak nitelendirilmiştir. Hepimiz birer yıldız olduğumuzu düşleyebiliriz. Hepimiz kadar yıldız vardır gökyüzünde... ve hepimize yetecek kadar da Işık... :) / Işığı düşlemek bedenimizdeki hücre yenilenmesini aktive eder. Meditasyonların bedensel yararları hakkında yapılan araştırmalarda, hücre yenilenmesinin gerçekleştiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Gülümsemekte aynı etkiyi yapmaktadır... / Yazının sonunda meditasyon için bir muzik bulacaksınız, dilerseniz okurken onu dinleyebilirsiniz..

.


Nefesini dinle...

Burun deliklerinden havanın girişini izle... Nefesin içeriye doğru çekilişini izle...Göğüs kafesin büyürken, orada nefesin yuvalanmasını izle.... Karın boşluğunda dolaşmasını takip et... Karnın alt kısmında ulaştığı noktayı farket... Dol nefesinle....

Şimdi nefesin geldiği son noktada, karnın alt kısmından nefesin geri çekilişini izle.... Karın boşluğunda dönerek içini temizleyerek çekildiğini izle... Göğüs kafesini küçülterek, çekilmesini farket... Soluk borundan geri dönüşüne izin ver... Burun deliklerinden dışarıya salınışına şahit ol.... Bırak nefesini....

Nefes vermediğin ve almadığın o minicik anın farkına var...

Nefes al... Havanın burun deliklerinden kıvrılışını izle... Nefesini takip et...
Müdahale etme... Bırak...
Bırak bedenini... Bırak yüzündeki tüm kasları... sırtını, bacaklarını....
sadece Nefes ol...

Şu an da senin dışında ne oluyor hayatın içinde ?... Bırak aksın....
Şu an da bulutlar mı ilerliyor... Bırak ilerlesin...
Bırakmayı deneyimle...
Nefes al,.... nefes verrr...

Her nefesle çoğal biraz daha... her nefes verişte bırak biraz daha....
her nefesle dol, genişle... her nefes verişte boşalt, at fazla olanı...

Bırak...
Düşünceyi bırak, ... Duyguyu bırak, ..... Müdahaleyi bırak...
İzin ver senin dışında olmuşa ve olacak olana...
Nefes al,...... nefes verrr...

Uykunun kıyısında...
Sakinliğin içinde, an’dasın...
Nefes al,..... nefes ver...

Düşle..
Toprağa daya sırtını... Gökyüzü üstünde... Yıldızlar bir de...

Bir tane yıldız seç... Her nefeste, yaklaşşın yıldız sana...
O yıldız senin olsun... O sen ol ya da...
Nefes al,........ nefes verrr...

Yıldızın tam başının üstünde...
Işığıyla aydınlatsın seni, eterik bedenini....
Sarsın seni ışık, aydınlatsın, korusun, ısıtsın gerekirse....

Hepimiz aslında enerji bedenleriz ve ışığı soluyabiliriz...
Solu ışığı.... Nefes al,..... nefes ver....

Işık şifa... Işık sevgi... Işık huzur... Işık ılık....
Nefes al,.... doldur içini, ışıkla temizle...

Işığı hisset... Akışı hisset...
Başının üstünden, gözlerinin arkasından, boynundan, tüm omurgan boyunca...
Karın boşluğuna doluşunu hisset, bacaklarından aktığını hisset...
Her nefesle ışıkla dol... her nefes verişte temizle içini..

İçindeki gizli odaları aydınlat, ışıkla şifalandır bedenini, sıcaklığıyla sev kendini ve doldur huzurla içini... Nefes al,....... nefes verr.....

Aydınlık nerede?
İçinde...

nefes al,...... nefes ver....

Bırak aksın beden.. Sen ışı...
Nefes al,...... nefes ver....

Gögüs kafesini rahat bırak, omurganı rahat bırak, dişlerini rahat, çeneni rahat... Bırak....
Hafifsin.. Yumuşacık bedenin... sakin nefesin....

Işığı düşünmek bile hücrelerimizi yeniliyor..
Işıkla doluyoruz...
Nefes al,...... nefes ver...
Büyüt ışığını, parla...

Işık;
alnının ortasında...
Dilinin ucunda...
Gögüs kafesinde...
Karın boşluğunda..
Avuçlarının içinde....
Ayak tabanlarının altında....
.
Kalbinde...
Nefesinde...

Bırak;
aksın ışık, ışıldasın üstünde....
Nefes al, ..... nefes verr...
..
.
..
.
*Namaste



Brajeshwari.dd / 19.05.2010
___________

(*Namaste is an ancient Sanskrit understanding that says, "I respect the place in you that is of Love, of Truth and of Light. When you are in that place in you, and I am in that place in me then we are one." )

......






( AD GURAY NAMEH, JUGAD GURAY NAMEH, SAT GURAY NAMEH, SIRI GURU DEVAY NAMEH / is the Mangala Charn Mantra, and is chanted for protection. It surrounds the magnetic field with protective light and means " I bow to wisdom through the ages, I bow to True Wisdom, I bow to the great, unseen wisdom.")
.

17 Mayıs 2010

Sihirli Kelime



Yaklaşık 8 yıl önce çocukluk arkadaşım Afro ile beraber bir cafede oturmuş, bekliyoruz. Ankara’dan başka bir şehire taşınmış bir arkadaşımız ile yıllar sonra buluşacağız. Üstelik evlenmiş ve bu buluşmada bizi eşiyle ilk kez tanıştıracak. Heyecanlıyız aslında... Ne çok anımız var beraber...konuşulacak bir dolu şey... ve bir eş... nasıl biri acaba? Geldikleri gibi sarılıp, özlem gideriyoruz. Sohbet başlıyor. Eşini seviyoruz. Sevimli, sıcakkanlı... Biz kızlar anılarımızdan, hayattan, işlerden konuşuyoruz. Eşi bizim gevezeliğimize gülerek eşlik ediyor. Bir süre sonra sohbet “ ee evlilik nasıl gidiyor” diye devam ediyor. Arkadaşımız evliliğin güzelliklerinden bahsederken, eşi de katılıyor, mutlu olmalarına seviniyoruz. Sonra laf dönüp dolaşıp, evlilikte erkeğin ve kadının görevlerine geliyor, ister istemez, evliliğin zorluğu ile ilgili karşılıklı minik açıklar vermeye başlıyorlar. Dialog kızışırsa, arada kalmamak için, biz sohbeti tamamen izlemeye geçiyoruz... Eşi bir anda kendini temize çıkarmak için, kadınların aklının nasıl çalıştığına dair konuşmaya başlıyor. Tam konuyu örnekleyecekken, arkadaşımız eşini susturmak için, gülümsüyor olmuyor, sonra “ Öp o zaman ” diyor. Bir bakıyoruz birbirlerine dudaktan minik bir öpücük konduruyorlar. Aralarındaki evlilik dialoğu ne zaman tıkansa “ öp o zaman” işe yarıyor. Biz Afrodelfino ile her defasında bu öpüşme anına bakan terbiyesizlerden olmamak için, birbirimize bakıyoruz. Onlar öpüşürken, bizimde bir noktadan sonra sinirimiz bozuluyor. Hangisi birbirine “ öp o zaman” dese, biz de birbirimize yanağımızı uzatır buluyoruz kendimizi... Öpücük dolu bir buluşma oluyor anlayacağınız... Hala mutlular, çok mutlu olsunlar. Öpücükleri onlara güzel bir çocuk hediye etti. Bize de klas bir cümle bıraktılar... Ne zaman sıkışsa muhabbet “ Öp o zaman” işe yarıyor. Hem gülüyoruz, hemde yanağa bir öpücük konduruyoruz.

Arabayla derse giderken bu anı aklıma geliyor ve gülümsetiyor. “ Öp o zaman” olmasa, acaba kavga ederler miydi karşımızda ? Bilmiyorum ama sihirli bir cümle bulmuşlar, ne güzel...

Derse giriyorum. Herşey süt –liman... Nefesler, başlangıç hareketleri ve farkındalığın derinleşmesi... Sonra ısınma hareketlerine geçiyoruz. Bazı duruşlarda ister istemez acı hissediliyor, kollar –bacaklar çalışıyor. Her ne kadar öğrencilere nefese, mutluluğa, güzel şeylere odaklanın desem de, yüzlerinde derin bir konsantrasyonun sabitliği kalakalmış. Aklıma bir fikir geliyor. Güzel şeyler düşünmek için güzel şeyler hayal etmeli, o zaman deneyelim diyorum.

Kolları gerdik, bedeni yana düşürdük, “nefese odaklandık ve güzel şeyler düşünüyoruz. Mesala dondurmalı, çikolata soslu, ılık brownie”... Gülümsüyor hepsi...

Hareketin diğer yönde olanını yaparken bakıyorum gözleri açılmış, yeni güzel bir şey duymak istiyorlar. “Şimdi deniz kenarındayız, elinizin altındaki kumları hissedin, denizi duyun, biraz sonra denize gireceğiz”...

Ders böyle devam ediyor. Hayalleri eğlenceye dönüştürdüğümüz bile oluyor. “ Piyango size çıkmış, yoga yapıyorsunuz”... “ Phuket adalarına tatil çıkmış size , haftasonu yolculuk ”... “ Beğendiğiniz bir şarkıcı düşünün, sizin güzelliğinizi anlatan bir beste yapmış, gözlerinizin içine baka baka şarkınızı söylüyor ”...

Herkes gülümsüyor...

Ders gülümseyerek devam ediyor... Bendeki hayal mahsülü cümleler bitince, acıya odaklanabilecekleri bir anda siz ne düşünüyorsunuz diye soruyorum... Cevap veriyor biri “ Oğlum askerden sağsalim dönmüş, tatile gidiyoruz”... Hepimiz bu mutluluğa katılmak için, ağrıyı unutup destek olurcasına hareketi doğru ve kaygısız yapıyoruz. Siz ne düşünüyorsunuz diyorum “ Kpss’i kazanmışım, artık işim var “ diyor diğeri... Bacaklarımızı o kpss için iyice kaldırıyoruz. Katılıyoruz hem mutluluğa, hem de dilek yogası yapıyoruz adeta...

Ders sonra normal rutininde devam ediyor. Herkes mutluluğa odaklı, gülümsüyor bir şekilde... Sonlara doğru karın hareketlerine geçtiğimizde,” nefesi tutmayın, çatlarsınız sonra” diye uyarıda bulunuyorum. Öğrencilerden biri soruyor bu sefer “ siz ne düşünüyorsunuz peki şimdi ” diye... Tam “ Bu duruşta bile, çok güzeliz” demeyi düşünürken, boynumdaki kolye çeneme takılıyor, kolyeyi çenemden kurtarayım derken, kolye çenemi çiziyor ve ağzımdan o an “ o la la” diye bir efekt çıkıyor. Bu benim her yerde kullandığım bir sesli efekt aslında...”Tüh ya” demek yerine, “hay bin kunduz” demek yerine, sevindiğimde, şaşırdığımda çok kullanıyorum da, derste ağzımdan nasıl çıkıyor anlamıyorum. Bunun üzerine hepsi o lala diyerek bacaklarını çekip, indirmezler mi? Söyleyemediğim olumlamam yerini buluyor. Gülümseyen herkes güzelleşiyor.

Ders bittiğinde o lala hepsinin dilinde... Matları toplarken konuşmalarında cümle sonlarında kullanıyorlar. Kendi şifrelerini bulmuş gibiler... Hafifliyorlar söyledikçe...
Hafızalarında böyle bir anıyla hatırlayacaklar bu dersi... Belki de yüzlerindeki çizgiler aşağıya doğru düştüğünde, hatırlayıp gülümseyecekler...

Hatırlasınlar ve gülümsesinler...

En zor anlarda bir kelime- bir sözcük vardır mutlaka, mutluluğa ve gülümsemeye açılan bir şifre... Gün içinde belki farkında olmadan kullandığımız, hayatımız boyunca söylenmiş binlerce sözcüğün içerisinde, duruyor aslında öylece...
.
.
Brajeshwari / 13.05.2010

12 Mayıs 2010

SavaŞçı

Virabhadrasana 2 / Warrior 2 Pose


Hepimiz hayata başladığımız anda, bir SAVAŞÇI gibi önce büyümek, sonra yürümek, adım atmak, engelleri aşmak ve başarmak üzerine bir yaşam süreriz. Belki bazen yeniliriz, bazen yorgun düşeriz, bazen de kendimizi yenik hissedebiliriz. Ama bir zaman sonra tekrar ayağa kalkar, kaldığımız yerden devam ederiz.

Ayakta durmak bir savaşçının o savaşa nasıl gireceğini gösterir. İki ayağının üzerinde sağlam mı duruyor? Dengede mi? Sırtı düz, göğsü açık mı? Nefesi dingin ve sakin mi? Kararlı mı? Peki farkında mı?

Adımlarını nasıl atar savaşçı ?
Temkinli mi? Yoksa içinde korku var mı?

Savaşçı her adımını parmağından topuğuna hisseder. Farkındadır dizini kırdığının, bacağını uzatıp, bileğini büküp, ayak tabanının yere bastığı anın... Savaşçı savaşı düşünmez. Sadece yaşamaktır amacı... Yaşar zaten, yaşamın kendisidir savaşı...

An’ın içindedir. Zihninde bir sonraki an'a dair hiçbirşey geçmez. Bir sonraki an ondan çok uzaktadır. Böylece endişe de olmaz, yada yenilmek veya acı çekmek korkusu... Zihninde yenilmek olan, zaten yeniktir çoktan... Acıyı düşünüyorsa, acı çekmektir sonu...

Dünün savaşlarını hatırlar mı peki savaşçı? Hatırlamaz, çünkü unutmaz. Şimdi ayaktaysa, yaşamaya devam ediyorsa, dünün savaşlarını da katmıştır kendine, tüm öğretileriyle....

Savaşçı farkındadır. Bedenin farkındadır. Kolunun, bacağının, ellerinin farkındadır. Yüzüne yansıyan güneşin, bir adım sonra bir çakıl taşına basacağının, verdiği nefesin ve burun deliklerinden giren havanın farkındadır... Kuş uçsa kanat çırpışını duyabilir, rüzgar nereden eser bilir, izleri takip edebilir. Elini hareket ettirdiğinde bedeniyle hareket eder, zihniyle değil... Bilir; bir ağaç gibi sağlam, bir kartal gibi özgür, toprak gibi yürekli, su gibi dingin, doğanın bir parçası olduğunun...

Hepimiz birer savaşçı olarak doğarız. Savaşı düşünen bir savaşçı, sadece savaşır. Ama gerçek bir savaşçı savaşmaz, onu yaşar. Yaşamı tüm hücreleriyle, tüm uzuvlarıyla, ruhuyla, hakkıyla yaşar.
.
Doğduğundan beri gerçek bir savaşçı olduğunun farkına varmayanlar, silahını arar, yaralayarak güç kazanır, taktiklere başvurur, satın alır. Savaşa, kılıçla, kalkanla, parçalayarak, var olmak için yok ederek, ezerek girenler savaşı kazanıyorum sanır, oysa sadece yaşamı kaçırır.

Savaş yaşamın kendisidir.

Sen bir savaşçısın, at sonradan edindiğin silahlarını...
İçindeki güce bak, hisset onu...
İzle,.. hayatı, kendini ve an’ın içinde akmakta olanı...
.
bir ağaç gibi sağlam,
su gibi dingin,
rüzgar gibi hafif,
toprak gibi yürekli ol...
.
Ve yaşa Savaşçı...


Brajeshwari /11.05.2010
(hayatımdaki tüm kahramanlara... )



Bard's Song

10 Mayıs 2010

Kağıttan Kolye, Anneme...



Güzel bir gün.. Öncelikle anneler günü... Cumartesi günü anneme bir çiçek alarak, kocaman sarılıp öperek kutlamamı yaptım. Böylece kutlama işini, Pazar gününe bırakmamış olduğum için seviniyorum. Nitekim bugün dersim vardı, zamanım da yoktu.

Bugün görülmeye değerdi Aile yogası dersi... Yogamızı güzelce yaptık, anneler köprü oldu, biz onların altından geçtik minik solucanlar, minik yengeçler olduk, sonra yerlerde yuvarlandık. Nefes egzersizinde büyüdük- küçüldük oyunu oynadık. Sonra sıra bu özel gün için hazırladığım oyun kısmına geldi. Mandallar yine hayatımı kurtardı. Bir mandal, bir olumlama... Mandalı tutuyor Defne ve Duru, annelerinin üstüne takıyor ve her mandala bir iltifat... Duyduklarım çok güzeldi. “Annecim çok güzel yemek yapıyorsun”. “ Annecim çok güzel gözlerin var”. Tabi annelerde oyuna katıldı. “Benim kızım çok güzel”.. “Benim kızım çok neşeli”... Böyle sürdü oyun... Gün içinde söylenmeyen bir sürü güzel şey duydular birbirlerinden ve gülümseyerek çıktılar dersten... Umarım anılarında birbirlerine söyledikleri sözler kalıcı olur.

Gün bitti, ben evime geldim. Yarın sabah vereceğim ders için çocuklara yoga programımı yazmaya başladım. Programın sonuna bir el-işi etkinliği koydum bu sefer. Ellerini iyi kullanmayı öğrenirken, konsantrasyonu arttıran bir etkinlik bu... Kavuniçi kağıtlara 4 ve 5 yaş için helezonlar çizdim. 3 yaşlar için uzun sarmal çizgiler... Sonra da elleriyle kağıdı tutup, o çizgiler üzerinden yırtarak, helezonu çıkarmaları gerekiyor. Onlar yapmadan bir tane ben yapmaya karar veriyorum... Aslında onlar için zor olabilir mi diye de deneyimlemek istiyorum bu aktiviteyi... Kavuniçi kağıdımı alıyorum, başlıyorum uçtan yırtamaya... Eğleniyorum nedensiz.. Fakat sonra bir anda aklıma sızan bir anının içinde buluyorum kendimi...

Annem soruyor “ Ne yapıyorsun?”
Cevap veriyorum “ Hiçç, kesme yapıştırma”... Halbuki sadece yırtıyorum...
“ Ziyan ediyorsun ama kağıtları, gel beraber yapalım”.... diyor ve biz beraber kesme yapıştırma yapıyoruz sonra....
__

Daha büyüyorum. Tüm aile salonda kurulmuşuz. Annem portakalları soymuş. Babama, ablama ve bana dilimleyerek veriyor. Biraz zaman geçiyor.

Annem soruyor “ Ne yapıyorsun? “
“ Portakalın kabuklarını kesiyorum, komik şekiller çıkıyor. ”
Annem cevap veriyor “ Elini kesersin ama, ver atıyım o kabukları”... ve elimden bıçağı alıyor...

Böyle anılar geçiyor aklımdan, kavuniçi kağıdı parmaklarımın arasında minik minik yol alarak yırtarken... Annemin o zaman içinde bana yaptığı uyarıları düşünüyorum ve sağlıklı buluyorum. Şimdi bir çocuğum olsa, bende aynı uyarıları yaparım. Düşünmem ki, bırakayım da kessin, yırtsın, ziyan olsun da, gelişsin otokontrol yeteneği... Bu sadece her anne gibi, çocuğunu koruma ve doğru şeyleri öğretme dürtüsü..

Helezonumu yırtarken garip bir duygu kaplıyor içimi... Özgür hissediyorum bir anda kendimi... Çocuklara çizdiğim 30 kağıttaki helezonu minik minik yırtarak keyif alabilirmişim gibi hissediyorum. Ama sadece kendi helezonumun keyfini sürmeye devam ediyorum.

Helezonum ortaya çıkıyor. Bir anının arkasından mutlulukla bakıyorum kağıttan çıkan uzun sarmalıma... “Kavuniçi parlak bir sarmalım var, güzel de yırtmışım” diyorum. Peki bunu ne yapacağım diye düşünürken, iki ucunu birbirine zımbalayıp, kendime sarmaldan kağıt bir kolye yapmış oluyorum bir anda...

Dişlerimi fırçalarken, kolyem boynumda..
Aynada kendime bakıyorum, yüzümde çocuksu bir mutluluk...
Yarın yapacağımız bu etkinliği anneme adamaya karar veriyorum.
Nasıl olsa gerekli uyarıları evde annelerinden alacaklar, ama yarın ziyan etsinler o kağıtları ve eğlensinler istiyorum.

Annecim, yarın kreşteki tüm çocuklar, sana olan sevgimi gösteren kavuniçi kolyelerle dolaşacak... Belki sen bunu göremeyecek ve sana adanan bu etkinlikten haberdar olamayacaksın ama, Olsun. Ben yaptığım herşeyde bana öğrettiklerinizi, beni büyütürken verdiğiniz emeği, sevginizi de içine katmıyor muyum zaten...
.
Bu arada merak etme , hiçbir çocuk elini kesmeyecek :)
söz veriyorum...
.
İyi ki varsın....